7 Ocak 2011 Cuma

Charles Bukowski ve bir şeyler üzerine .

BARLAR ÜZERİNE:
Barlara pek gitmiyorum artık. Sistemimden çıkardım onları. Şimdi bir bara girdiğimde öğürüyorum, O kadar çok bar gördüm ki, yetti bana -gençken yapılacak iştir bara gitmek, biliyor musun, bir hatun kaldırmaya çalışmak, birileriyle dövüşmek filan, bütün o maço saçmalık – benim yaşımda yapılacak iş değil. Barlara işemek için giriyorum artık. Yıllarımı geçirdim barlarda. Bara girip kusmak için doğru helaya giderdim, oraya varmıştı iş.

ALKOL ÜZERİNE:
Alkol bu dünyaya gelmiş en muhteşem şeylerden biri muhtemelen -beni saymazsak tabii ki. Evet… bu dünyaya gelmiş en muhteşem iki şeyi saptadık. İşte… iyi anlaşırız ben ve alkol. Çoğu insan için yıkıcıdır. Ben onlardan biri değilim. En yaratıcı yazılarımı sarhoşken yazmışımdır. Kadınlarla bile, ben biraz çekingenimdir sevişme konusunda, bu yüzden alkol bana cinsel olarak daha özgür olma olanağı tanımıştır. Alkol özgürlüktür benim için, çünkü ben esas olarak içine kapanık, mahcup biriyim, oysa alkol bana bir kahraman olma, pervasızca işler yapıp uzay ve mekanda uzun adımlarla yürüme fırsatı tanır… bu yüzden seviyorum… evet.

SİGARA İÇMEK ÜZERİNE:
Seviyorum sigara içmeyi. Duman ve alkol birbirlerini dengeliyor. Eskiden deli gibi içtikten sonra uyanırdım ve ellerim nikotinden sapsarı olurdu, eldiven gibi… kahverengi nerdeyse… içimden, ” Hasiktir… ciğerlerim ne haldedir kim bilir? Aman Allahım!” diye geçirirdim..

DÖVÜŞMEK ÜZERİNE:
En iyisi kimsenin döveceğini tahmin etmediği birini dövmektir. Öyle biriyle kapıştım bir keresinde, bana kafa tutup duruyordu. “Tamam lan, gel bakalım,” dedim. Fos çıktı herif -hiç zorlanmadan marizledim. Yerde öylece yatıyordu. Burnu kan içinde filan. Şöyle dedi bana: “Hay Allah, o kadar ağır hareket eden birisin ki seni kolaylıkla pataklarım sanmıştım. Ama dövüş başlayınca ellerini göremedim, o ne hızdı öyle. Ne oldu?” Ben de, “Bilmiyorum, moruk, bu iş böyledir,” dedim. Saklarsın. O an için saklarsın.

KEDİLER ÜZERİNE:
Kedilerin arasında olmak çok iyidir. Kendini kötü hissediyorsan kedilere bakar ve kendini çok daha iyi hissedersin, çünkü onlar her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu bilirler; öyle fazla heyecanlanmak ya da üzülmek için bir neden yok. Onlar bunu bilirler. Kurtarıcıdır kediler. Ne kadar çok kedin varsa o kadar uzun yaşarsın. Yüz kedin varsa on kedin olduğunda yaşayacağının on katı daha uzun yaşarsın. Bu gerçek bir gün keşfedilecek ve herkesin binlerce kedisi olacak ve kimse ölmeyecek. Gerçekten çok saçma.


KADINLAR VE CİNSELLİK ÜZERİNE:
Şikayet etme makineleri diyorum ben onlara. Erkek ağzıyla kuş tutsa yaranamaz kadına. Bir de isteri krizlerini hesaba katarsan… unut gitsin. Dışarı çıkıp arabaya atlar ve gazlarım, nereye olursa. Yoktur başka yolu. Yapıları farklı galiba, değil mi? İsteri krizine girerler… konuşamazsın. Sen gitmeye kalkarsın, anlamazlar. (Bir kadının tiz sesiyle) NEREYE GİDİYORSUN? “Kaçıyorum burdan, bebeğim!” Benim kadın düşmanı olduğumu düşünüyorlar, ama değilim. Kitaplarımı okumayıp duyduklarıyla karar veren insanlar bunlar. “Bukowski kadın düşmanı bir domuzdur!” Bunu duyuyorlar ama işin aslı nedir diye merak etmiyorlar. Evet, zaman zaman kadınları aşağıladığım doğru, ama erkekleri de aşağılıyorum. Hatta herkesten çok kendimi aşağılarım. Birinin aşağılanmayı hak ettiğini düşünüyorsam aşağılarım -erkek, kadın, çocuk, köpek, fark etmez. Kadınlar fazla hassas, ayrımcılığa maruz kaldıklarını sanıyorlar. Onların sorunu da bu.


İLKİ:
İlkini düzmek gerçekten tuhaftı -bilmiyordum- bana yalamayı filan öğretti. Hiçbir şey bilmiyordum. “Hank,” dedi, “büyük bir yazarsın, ama kadınlar hakkında bir bok bilmiyorsun!” Ben de, “Ne demek istiyorsun, bir sürü kadınla düzüştüm ben,” dedim. “Hayır, bilmiyorsun, izin ver de sana öğreteyim,” dedi. “Pekala,” dedim. Sonra, “Sen çok iyi bir öğrencisin, hemen kapıyorsun,” dedi. Bu kadar -(Biraz utanıyor. Ayrıntılardan değil, hatırlamanın duygusallığından daha çok.) Ama yarık yalamak filan bir süre sonra insana kendini uşak gibi hissettiriyor. Kadınları memnun etmek hoşuma gidiyor, ama… Cinsellik çok abartılıyor, moruk. Seks sadece abazansan harika.

AIDS’DEN ÖNCE SEKS VE EVLİLİĞİ ÜZERİNE:

Hayatımın yarısı yatakta geçiyordu bir ara. Bilmiyorum, bir trans haliydi galiba, düzüşme transı. Düzüş, düzüş… (gülüyor)… Öyleydim! (gülüyor)
Ve kadınlar, birkaç laf ettikten sonra bileklerinden kavrarsın, “Hadi, güzelim.”Yatak odasına götürüp düzersin. Ve itiraz etmezler, moruk. O ritme girdikten sonra takılırsın. Çok fazla kadın var ortalıkta. İyi görünürler, ama kopmuşlardır. Tek başlarına yaşarlar, işe giderler, eve dönerler… Birinin onları öyle götürmesi büyük şeydir onlar için. Bir de oturup içiyor ve konuşuyorsa, iyi vakit geçiriyorlar demektir. İyiydi… şanslıydım. Çağdaş kadınlar… söküklerini dikmezler ama… onu unut.

YAZMAK ÜZERİNE:
Küçük bir kıza tecavüz eden bir adamın bakış açısından bir öykü yazdım. İnsanlar beni suçladılar. Biri söyleşiye geldi. “Küçük kızlara tecavüz etmekten mi hoşlanırsınız?” diye sordu. “Tabii ki, hayır,” dedim, “ben hayatı fotoğraflarım.” Yazdığım bir sürü şey yüzünden başım belaya girdi. Öte yandan, bela kitap sattırır. Ama, işin esasına inersek, ben kendim için yazarım. (Sigarasından derin bir nefes çekiyor.) Böyle. “Duman” benim, kül küllüğün… budur yayınlanmak.
Asla gündüz yazmam. Çıplakken alış veriş merkezinde koşmak gibi bir şey gündüz yazmak. Herkes seni görür. Gece… işte o zaman numara çekebilirsin… sihir..


ŞİİR ÜZERİNE:
İlkokulun bahçesindeyken “şair” ya da “şiir” sözcüğü telaffuz edildiğinde bütün çocuklar gülüp alay ederlerdi. Şimdi anlıyorum nedenini, çünkü sahte bir üründür şiir. Yüzyıllardır sahte, züppe ve kökleşmiş. Aşırı-hassas. Aşırı-değerli. Çöp yığını bana sorarsan. Yüzyıllardır şiir niyetine çöp üretiliyor. Sahtekarlık, kalpazanlık.
Birkaç iyi şair var tabii ki, beni yanlış anlama. Li Po adında Çinli bir şair var örneğin. Çoğu şairin kendi bokuyla on iki-on dört sayfada katamayacağı kadar duygu, gerçeklik ve tutkuyu dört-beş yalın dizeye sığdırabilen bir şair. Şarapçıydı da üstelik. Şiirlerini tutuşturup nehirde yüzdürür, şarap içermiş. İmparatorlar onu çok severmiş, çünkü ne dediğini anlarlarmış… Ama, tabii ki, sadece kötü şiirlerini tutuştururmuş. (gülüyor)
Benim yapmaya çalıştığım, affına sığınarak, hayatın fabrika işçisi boyutunu edebiyata katmaktır… işten eve döndüğünde dırdır eden karısı. Sıradan insanın gündelik gerçekliği… yüzyılların şiirinde pek söz edilmeyen bir şey. Yüzyılların şiirinin bok olduğunu söylediğim kayıtlara geçsin. Utanç verici..

CELİNE ÜZERİNE:
Celine’i ilk okuduğumda yatağa bir kutu Ritz krakerle girmiştim. Onu okurken bir yandan da kraker yiyordum. Sonra gülmeye başladım, krakerleri çatır çatır yerken bir yandan da kahkaha atıyordum. Bir solukta okudum romanı. Bir kutu krakeri bitirdim, moruk. Kalkıp su içtim. Görmeliydin beni. Kımıldayamıyordum. İyi bir yazar işte böyle yapar adamı. Öldürür nerdeyse… kötü bir yazar da.

SHAKESPEARE ÜZERİNE:
Okunurluğu zayıf ve fazlasıyla abartılmış bir yazar bence. Ama kimse bunu duymak istemiyor. Görüyor musun, tapınaklara saldıramıyorsun. Yüzyıllarla yerleşmiş bir yazar Shakespeare. “Kanımca bilmem kim kötü bir aktör!” diyebiliyorsun. Ama Shakespeare boktan bir yazardır diyemiyorsun. Bir şey ne kadar eskiyse züppeler ona o kadar yapışır, vantuz gibi. Züppeler bir şeyin emniyetli olduğunu hissetmesinler… yapışırlar. Onlara gerçeği söylediğin zaman da delirirler. Kaldıramazlar. Bütün düşünce sistemlerine saldırmış olursun. Tiksindiriyorlar beni.

OKUMAKTAN EN ÇOK HAZ DUYDUĞU ŞEY ÜZERİNE:
The National Enquirer’da şöyle bir şey okudum: “Kocanız eşcinsel mi?” Linda bir keresinde bana, “İ**e gibi sesin var!” dedi. Ben de, “Öyle mi, hep merak ederdim,” dedim. (Gülüyor) Bu makale şöyle devam ediyor. “Kaşlarını yoluyor mu?” İçimden, ha***r, ben bunu hep yapıyorum, diye geçirdim. Artık ne olduğumu biliyorum… İ**eyim! Tamam. The National Enquirer’a bana ne olduğumu söylediği için müteşekkirim.


MİZAH VE ÖLÜM ÜZERİNE:
Çok az mizah var. Sıkı mizahçı diyebileceğim son adam James Thurber’dı. Ama mizahı o kadar muhteşemdi ki gözardı edildi. Bu adam çağın psikolog/psikiyatr’ı diyebileceğimiz biriydi. Kadın erkek ilişkisini çözmüştü. Her derde deva. Mizahı o denli gerçekçidir ki çılgınca rahatlama çığlıkları olarak çıkar kahkahalar içinden. Thurber’dan başka kimse gelmiyor aklıma… Bende de bir parça var… Onunki gibi değil ama. Benimkine mizah denmez aslında. Ben ona… “komik bir uç,” diyorum. Tutkunum o komik uca. Ne olursa olsun… mutlaka saçma ve gülünç bir tarafı vardır. Nerdeyse her şey gülünçtür. Biliyorsun, her gün sıçarız. Bu da saçma sapandır. Öyle değil mi sence? İşemek zorundayız, yemek yemek zorundayız, kulaklarımızdan bal mumu çıkıyor, kaşınıyoruz. Gerçekten çirkin ve aptalca, biliyor musun?
Ucubeyiz. Bunu idrak edebilsek kendimizi sevmeyi becerebileceğiz belki… içimizde dolanan bağırsaklarımızla, birbirimizin gözlerine bakıp, “seni seviyorum,” derken içimizde yavaşça karbona dönüşen bokumuzla… ve birbirimizin yanında osurmayız. Her şeyin komik bir yanı var…
Sonra da ölürüz. Ama, ölüm bizi hak etmiyor. Biz ölüme bütün delilleri gösterdik, ama o bize tek bir delil bile göstermedi. Doğarak hayatı hak mı ettik? Hayır, ama o orospu çocuğu ensemize yapışıyor. Kızıyorum ölüme. Hayata da kızıyorum. İkisinin arasında sıkışıp kalmış olmaya kızıyorum. Kaç kez intihara kalkıştığımı biliyor musun? Zaman tanı bana. 66 yaşındayım henüz. Hâlâ çalışıyorum.
İntihar kompleksin varsa hiçbir şey seni rahatsız etmez… Hipodromda kaybetmek dışında. O insanın canını sıkıyor. Neden acaba?… Çünkü hipodromda yüreğini değil de beynini kullanıyorsun.
Hayatımda hiç ata binmedim.
Beni asıl ilgilendiren doğru veya yanlış karar vermek, atlar umurumda değil.

HİPODROM ÜZERİNE:
Bir ara hayatımı hipodromda kazanmayı denedim. Acı verici. Heyecan verici. Her şey sınırdadır -kira- her şey. Ama, fazla ihtiyatlı olmaya başlıyorsun… aynı şey değil.
Bir keresinde tam dönemecin önünde oturuyordum. On iki at vardı o koşuda ve dönemece geldiklerinde kopma yoktu, sıkı bir grup halinde koşuyorlardı. Çılgın bir görüntüydü. Atların kıçlarına baktım ve içimden, “Delilik bu, tam bir delilik!” diye geçirdim. Ama dört yüz-beş yüz dolar kazandığın günler de vardır, arka arkaya sekiz koşuyu bilirsin ve kendini Tanrı gibi hissedersin, her şeyi biliyormuş gibi. Her şey bu işin bir parçasıdır.
(Bana dönüyor)
CB: Bütün günlerin iyi geçmez, değil mi?
SP: Hayır.
CB: Bazı günler iyi mi?
SP: Evet.
CB: Çoğu mu?
SP: Evet.
(Kısa bir sessizlikten sonra şaşırmış bir biçimde gülüyor)
CB: Sadece birkaçı demeni bekliyordum… Hayal kırıklığına uğrattın beni!

İNSANLAR ÜZERİNE:
İnsanlara fazla bakmam. Rahatsız edicidir. Birine çok fazla bakarsan onun gibi olmaya başlarsın derler. Zavallı Linda.
Fazla gereksinim duymam insanlara. Beni doldurmazlar, boşaltırlar. Kimseye saygı duymuyorum. Böyle bir sorunum var… Yalan söylüyorum, ama inan, doğru.
Hipodromdaki parkçı çocuk iyidir. Bazen, hipodrom çıkışında şöyle bir konuşma geçer aramızda:
“Hey, n’aber, moruk?” diye sorar.
“Bıçağı gırtlağıma dayamak üzereyim… Beyaz bayrağı sallamaya hazırım. Benden bu kadar.”
“Adam sen de! Bir gece birlikte çıkıp içelim. Bu geceye ne dersin? Birkaç kişiyi marizleyip birkaç hatun düzeriz.”
“Şu işi bir düşüneyim, Frank.”
“Biliyor musun, işler ne kadar sarpa sararsa, ben o kadar akıllanırım.”
“Sen hayli akıllı bir adam olmalısın, Frank.”
“İyi ki seninle gençliğinde tanışmamışız.”
“Evet, biliyorum ne diyeceğini. İkimiz de şimdi San Quentin Hapishanesi’ndeolurduk.”
“Doğru!”

HİPODROMDA TANINMAK ÜZERİNE:
Geçen gün tribünde oturuyordum, birinin bana baktığını hissettim. Başıma gelecekleri bildiğimden yer değiştirmek için ayağa kalktım. “Affedersiniz?” dedi. “Evet, ne istiyorsun?” diye sordum. “Siz Bukowski misiniz?” dedi. “Hayır!” dedim. “İnsanlar bunu size sürekli soruyorlardır herhalde?” dedi. “Evet!” dedim ve uzaklaştım. Biliyorsun, daha önce de tartıştık bunu. Mahremiyet gibisi yoktur. Ben insanları severim, biliyorsun. Kitaplarımı sevmeleri filan güzel… Ama ben kitap değilim, anlıyor musun? Ben o kitapları yazan kişiyim, ama yanıma gelip başımdan aşağı gül yaprakları filan dökmelerini istemiyorum. Soluk almak istiyorum. Benimle takılmak istiyorlar. Beraberimde birkaç çılgın fahişe getireceğimi, birilerini yumruklayacağımı filan düşünüyorlar herhalde. Öyküleri okuyorlar! Lanet olsun, o anlattıklarım yirmi yıl önce, otuz yıl önce olmuş şeyler, birader!

Çeviri : Avi Pardo
“Güneşe Uzan”dan, Parantez yayınları ..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder