16 Temmuz 2011 Cumartesi

Evren, hüznümüzün bir yan ürünüdür.


+ Ölüme doğru değil bu koşu, doğum felaketinden kaçarız çırpınarak. Bu yıkımdan kurtulanlar, onu unutmayı deneyenlerdir sadece. Doğum anındaki endişenin geleceğe yansımasından başka bir şey değildir ölüm korkusu … Doğum tiksindirir bizi, bu kesin. Oysa en büyük iyiliğin doğmuş olmak, en kötüsünün hayatın başında değil; sonunda olduğunu ezberlettiler bize. Kötülük, gerçek kötülük, yine de arkamızdadır, önümüzde değil.

+ Ne kadar yıkıcı olsa da her gerçeğe dayanılır, yeter ki her şeyin yerini tutsun, yerini aldığı umut kadar yaşamsallığa sahip olsun.

+ Hiçbir şey yapmıyorum, kabul. Ama saatlerin geçtiğini görüyorum – bu, onları harcamaya çalışmaktan iyidir.

+ İnsanlığın gerilemede hangi noktada olduğunu; doğumun üzüntü ve gözyaşlarıyla karşılanmadığı tek bir kabile, tek bir topluluk bulma olanaksızlığından daha iyi kanıtlayan bir şey yoktur.

+ Kalıtıma başkaldırmak, milyarlarca yıla, ilk hücreye başkaldırmak demektir.

+ Tüm cinayetleri işlemiş olmak, baba olma cinayeti dışında.

+ Hayatta olmak – Ansızın bu deyimin garipliği ile şaşkına döndüm. Sanki hiç kimseyi ilgilendirmiyormuş gibi.

+ Mümkün olanın yakasını asla bırakmamak, geçici sonsuzlukta yan gelip yatmamak ve doğmuş olduğunu asla unutmamak gerek.

+ Çünkü her kaygı, boşa çıkmış bir metafizik deneyimden başka bir şey değildir.

+ Cennet dayanılır gibi değildi; yoksa ilk insan kendini ona alıştırmış olurdu. Bu dünya da ondan aşağı kalmaz; çünkü burada cenneti özlüyoruz ya da ondan başka bir şey umuyoruz. Ne yapmalı peki, nereye gitmeli? Hiçbir şey yapmayalım, hiçbir yere gitmeyelim. Hepsi bu kadar basit.

+ Kimileri mutlu, kimileri kaygılı günler yaşıyor. Hangileri en acınacak durumda?

+ Bir uykusuzun, her gün çarmıha gerilmesinin yanında, İsa’nın bir kerecik çarmıha gerilmesi nedir ki?

+ Doğmuş olmaktan dolayı kendimi bağışlamıyorum. Sanki dünyaya gelerek bir gizeme saygısızlık etmiş, adı olmayan önemli bir hata etmiştim.

+ Çünkü, başarı, bizde ve her şeyde özel olarak bulunan şeyden bizi uzaklaştırdığı halde, her zaman özsel olan başarısızlık bizi bize açımlar, Tanrı’nın bizi gördüğü gibi, bize bizi görme fırsatını verir.

+ Zamanın henüz varolmadığı bir zaman oldu … Doğumun reddi, zamandan önceki bu zamanın özleminden başka nedir ki?

+ İki çeşit ruh vardır: gündüz ve gece görünen. Yöntemi de, töresi de farklıdır bunların. Gün ortası saklanılır, her şey karanlıkta söylenir. Başka insanların uykuya gömüldüğü saatlerde insanın kendine sorduğu şey için düşündüklerinin iyi ya da kötü sonuçları pek önemli değildir. Bunun için, kendisine ya da başkalarına yapabileceği kötülüğü düşünmeksizin doğmuş olma talihsizliğini kurcalar durur. Ve gece yarısından sonra başlar tehlikeli gerçeklerin baş döndürücü sarhoşluğu!




* Bizi çevreleyen şeylere, onlara isim verdiğimiz ve ötelerine geçtiğimiz ölçüde tahammül ederiz.

* Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar.

* Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik, eğer kıyaslamak yaşamaktan ayrılmaz olsaydı, varlığımızın minicikliğinin açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak kendi boyutlarına karşı körleşmektir.

* EVREN, HÜZNÜMÜZÜN BİR YAN ÜRÜNÜDÜR.

* Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, iki hiçlik görüntüsü.

* Hayat: koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde kopartılan patırtıdır, evren ise sara hastalığına tutulmuş bir geometri.

* Hayat ancak hayal gücümüzün ve hafızamızın zayıflıklarıyla mümkündür.

* Dünya her adımda ümitlerimizi geçersiz kılar. Artık bilgelikten başka tehlike kalmamıştır.

* Yeryüzü, varılamayan hedefler ve ayaklar altına alınmış sırlarla doludur.

* Başka yer saplantısı, anın imkansız olmasıdır. Bu imkansızlık da nostaljinin ta kendisidir.

* Bu dünyada önümüze geleni kabul etmemize neden olan, ama bu dünyanın kendisini bize kabul ettirecek güçte olmayan bir bayağılık vardır.

Böylelikle hem hayatı boşlayıp hem de onun dertlerine tahammül edebilir, hem arzuyu reddedip hem de kendimizi arzunun aktığı maceralarda sürüklemeye bırakabiliriz.

Varoluşa rıza göstermede bir nevi alçaklık vardır!

* Hayatın anlamı yoktur, olamaz da...

* Melankoli, egoizmin düş halidir.

* Hayat, maddenin romanıdır.

* Hayaletlere gönül vermiş bir toz zerresi: İnsan budur işte.

* Bütün duygular mantıklarını salgı bezlerinin sefilliğinden alırlar. Aşk: iki tükürüğün karşılaşmasıdır.

* Aşk, düşüncelerin ortasındaki sapıtmadır.

* Dünyaya evet demekten daha aşağılık bir şey var mıdır? Diğerlerinin yaşadıkları gibi yaşayabilir, ama yine de dünyadan bile daha büyük bir HAYIR’ı gizleyebiliriz.

* İnsan gerçekliği üzerine yanılsamaz kafa yoran düşünür, eğer dünyanın içinde kalmak istiyorsa, bir de kaçış yolu olan mistikliği bertaraf etmişse, BİLGELİK, BURUKLUK ve ŞAKANIN birbirine karıştığı bir görüşe varır.

* En esrarengiz baş dönmelerimizin sadece asabi rahatsızlıklardan ileri geldiği nasıl kabul edilebilir? İçsel dertlerimizi nesneleştirme eğilimi atalarımızdan gelmektedir. Kanımıza mitoloji sinmiştir.

* Mahvımıza sebep olan DERT'e bir açıklama bulmaktan vazgeçmek zorundayız.

* Bir varoluşun aslında uygunluk derecesi kendi yıkımından ibarettir.

* Hangi hünerlerin yardımıyla başka bir hayatın, yeni bir hayatın peşinden gidebilecek yanılsama kuvvetini bulabiliriz?

* İçimizde “derin” olan şeyden dolayı bütün dertlere maruz haldeyiz. Varlığımıza uygun olma halini korudukça hiçbir selamet mümkün değildir.

( E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, Metis Yay. )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder