24 Aralık 2011 Cumartesi

Miroslav Tichy - 2









Fotoğraf Sanatçısı Miroslav Tichy

Fotoğraf çekmek, ışıkla resim yapmak demektir. Bu eylem hata payı içerir. Bu ressamlıktır; şairliktir. Ve bunun için kötü bir fotğraf makinasına ihtiyaç vardır. Eğer meşhur olmak istoyorsan, yaptığın şeyi o kadar kötü yapmalısın ki dünya üstünde hiç kimse senin yaptığın kadar kötü yapmayı beceremesin.
Fotoğraflarını 70-80’li yıllarda çeken, hedefine ulaştıktan sonra eline fotoğraf makinesi almayan, bu sene yaşamını yitiren Çek fotoğrafçıyı tanımayı bence fazlasıyla hak ediyoruz. 2000’li yıllarda komşusu ve arkadaşı sanatçı Psikiatr Roman Buxbaum tarafından keşfedilen Tichy’nin, oldukça zor bir yaşamı olduğu anlaşılıyor.

1950 yılında Güzel Sanatlar Akademisi resim bölümünü bitirene kadar her şey yolunda gitmiş. 1968’de komünist rejimin Prag’ı işgal etmesiyle de her şey tersine dönmüş. Özgürlükler sınırlanmış. Oysa Tichy tam bir non–komformist. Askerlik dönemi hakkında hiç konuşmayan Tichy rejime ters düşüp sekiz yıl tecrit edilmiş. Önce akıl hastanesine, sonra hapse tıkılmış. Bu arada atölyesi yıkılmış. Daha sonra aklının bir kısmı ile birlikte, resmi bir kenara bırakıp fotoğrafa yatay geçiş yapmış. Fotoğraf makinelerini kendi üretiyor. Ayakkabı kutuları, bira kapakları, don lastikleri, makaralar, tuvalet kağıdının karton ruloları, pleksiglas ve gözlük camları kullanarak yaptığı fotoğraf makineleri halen New York ICP’de (International Center of Photography) 100 kadar fotoğrafıyla birlikte sergileniyor.


Fotoğraf çekmekteki amacını, “Aylak aylak gezeceğime denklanşöre basarak gezmek daha keyifliydi” diye açıklıyor.

Fotoğraflarının hemen hemen tamamı kadın görsellerinden oluşuyor. Komşuları, işçi kadınlar, sokakta yürüyen kadınlar, havuzda güneşlenen kadınlar… Kadınlarla ilişkisi olmamasını ise komünist rejime bağlıyor. “Başım sürekli polisle dertteydi” diyor.




Fotoğraflarındaki kadın sırtları, kalçaları, dizleri, bacakları, ayakları görüntüleri tam bir röntgenci kişilik sergiliyor. Fotoğrafla kirli, grenli, buruşuk, bazıları lekeli. Her şey ruh haliyle paralellik gösteriyor.

Bu, ruh sağlığı açısından sınırdaki yaşlı adam kendine bir kural koyuyor. Günde üç bobin film bitirme ve beş sene fotoğraf çekme kurallarını tam olarak uyguluyor. Filmlerinin banyolarını su kovalarının içinde yapıyor. Bazen filmleri günlerce su içinde kalıyor. Çöp evinin her tarafı ezik büzük fotoğraflarla dolu. Bazı fotoğraflarını ısınmak için yakmış. Elinde fotoğraf makinesi ile dolaşırken görenler, o makine ile fotoğraf çektiğine inanamıyor ve deliliğine veriyorlar.

Net çıkmamış bazı fotoğrafları. Hatları belirginleştirmek için kurşun kalemle çizmiş. Beğendiği bazı fotoğraflara ise kartondan süslemeli çerçeveler yapmış.

Sanki hayatının bir dönemi fotoğrafla yatıp fotoğrafla kalkmış.




Objektiflerini kendisinin üretmesi de oldukça ilginç: Plexsiglası bıçakla yuvarlak bir şekilde kesiyor. İyice incelip şeffaf hale gelene kadar zımpara kağıdı ile ovalıyor. Daha sonra da diş macununa sigara külü karıştırıp objektifini parlatıyor.
Hayatla ve fotoğrafla ilgili felsefesini de gayet güzel oluşturmuş. Gerçeği değil onun dünyadaki gölgesini görebildiğimizden dem vuruyor. Her şeyin dünyanın ritmi ile uyumlu olduğuna ve bir kader olduğuna inananlardan. Haksız da sayılmaz 80 yaşında ünlü olup dünyanın önemli sanat merkezlerinde sergilenmeyi hak etmek bir yazgı olsa gerek.
Buxbaum tarafından ilk kez 2004 yılında Sevilla’daki Bienal’de dünyaya açılan eserleri (eser demeli mi, bilemiyorum) daha sonra Paris’te Pompidou Modern Sanatlar Merkezi, ardından da Zurich’te Kunsthaus’ta sergileniyor.

Asaf Halet Çelebi - Adını Unuttum


adımı unuttum
adı olmayan yerlerde
ne in
ne cin
ne benî adem

zamanlar içinde
kuşlar uçuyor
kervanlar geçiyor
bir iğne deliğinden

çarşılar kuruluyor
sarayları oyuncak
insanları karınca şehirler
zamanları gördün mü
bir iğne deliğinden

adımı unuttum
adı olmayan yerlerde
geçip gidenlere bakarak

Asaf Halet Çelebi
(1907-1958)

Asaf Halet Çelebi - Gözlerim Kimi Gördüler


odalarda oturdum
odaları kapladım
sokaklara çıktım
sokakları doldurdum
görünen her şey ben oldum
ve her şey beni gören göz oldu
ve ben görünmez oldum

Asaf Halet Çelebi

Ahmet Arif - Unutamam


Açardın,
Yalnızlığımda
Mavi ve yeşil,
Açardın.
Tavşan kanı, kınalı-berrak.
Yenerdim acıları, kahpelikleri...


Gitmek,
Gözlerinde gitmek sürgüne.
Yatmak,
Gözlerinde yatmak zindanı.
Gözlerin hani?


"To be or not to be" değil.
"Cogito ergo sum" hiç değil...
Asıl iş, anlamak kaçınılmaz'ı
Durdurulmaz çığı
Sonsuz akımı.
İçmek,
Gözlerinde içmek ayışığını
Varmak,
Gözlerinde varmak can tılsımına.
Gözlerin hani?

Cânımın gizlisinde bir cân idin ki
Kan değil, sevdamız akardı geceye,
Sıktıkça cellad,
Kemendi...
Duymak,
Gözlerinde duymak üç-ağaçları
Susmak,
Gözlerinde susmak,
Ustura gibi...
Gözlerin hani?
Ahmet Arif

22 Aralık 2011 Perşembe

GÜLSELİ İNAL VE AHMET ERHAN


GÜLSELİ İNAL VE AHMET ERHAN

"Günümüzde aşkın durumu içler acısı ve içi boşaltılmış; sanki satranç tahtalarının üzerinde sevişiliyor. Öte yandan herkes bir aşktır tutturmuş gidiyor. Aşk mı oluyor, yoksa torba mı doluyor; ben bilmem. Ben yaşlı ve hasta bir adamım... Şu sıralar aşk sokağa düşmüş, diyorlar, yanımdan geçerken görmezden geliyorum."

Ahmet Erhan

"Erkeklerin, cinselliği kabalaştırarak şiir yazmaları bana çok saçma geliyor. Benim şiirlerim erotiktir, cinsellik de vardır benim şiirlerimde. Hatta yoğun erotiktir. Bana ‘aşk şairi’ diyenler bile var. Ama hiçbir şekilde şiirlerimde, erkeğin bedeniyle ilgili herhangi bir şey kullanmam, kullanmamaya da özen gösteririm. Erkeklerin, kadınların bedenlerini uluorta, kabalaştırarak şiir yazmalarına karşıyım. Küfre karşıyım bir kere."

Gülseli İnal

Kurtalan Express, makinisti Barış Manço 'yu anlatıyor


Bahadır Akkuzu:
Halk Barış Mançoyu nasıl tanıyorsa bizde onu öyle tanıyorduk. Olduğu gibi kendini gösteren bir insandı.

Ahmet Güvenç:
Barış çok karizmatik bir insandı. Büyük bir performansla halkın arasında olmayı başarıyordu. Burası Türkiye. Burada böyle olması bence çok normal. Düşünün ki, bunun aynısını Japonya'da yapabildi. Çok kısa zamanda Japonya’da Japoncasını toparlayıp, insanlarla diyalog kurdu. Biz konserleri çalarken inanamadık, çıkıp Japonca konuşmasına. Bir şey söylüyor, onlar gülüyordu. Bir şey daha söylüyor, gene güldürüyordu. Barış'ın böyle bir yaklaşımı vardı insanlara ve o yaklaşımı sağlamak için kendinden her türlü özveriyi her zaman verdi.

Eser Taşkıran:
Mançoloji albümüne sekiz ay önce başlamıştık. Ve bu sekiz ay içinde çeşitli sağlık sorunları yaşadı. Bir ameliyat geçirdi. Ameliyat sonrası hemen tekrar stüdyoya döndü. Daha dinlenmeden! Daha önce yaptığım prodüksiyonlarda, stüdyoda bulunduğum için biliyorum, normalde en iyi yorumcu bile günde bir veya iki şarkı söyleye bilir. O beş şarkı söylemek istiyordu. Bu 24 şarkılık albümünün 23 sözlü şarkısını 4 günde okudu. Arada takılıyordu: "Bakarsınız bir şey olur! Barış Ağabeyiniz ameliyat geçirdi!" diyordu.

Bahadır Akkuzu:
Konuşması zaten hızlı idi. Beyni çok hızlı çalışırdı. Konuşması bile beynine yetişemiyordu. Dolayısı ile böyle bir insanın hayata vereceği çok şey vardır. Ya biz hep çokların üstündeydi ve dolayısı ile hızlı konuşmak zorundaydı. Yani ortak paydada bir "çok" vardı. O ‘çok’u yapmak zorundaydı; çok yaptı ve bıraktıkları da çok aslında. Barışa, sevgiye, dostluğa yönelte bilecek o kadar çok mesajlar bıraktı ki, son mesajını bile, kendi adında olduğu gibi, büyük sürprizler yaparak bıraktı. Çok hızlıydı. Yapması gereken çok şey vardı ve hiç bitmezdi. Zaten Barış Manço 150 yaşına kadar da gelseydi, erken gitti diyecektik, netice de çünkü yapacağı projeleri mutlaka olacaktı.

Ahmet Güvenç:
Barış Manço çocukları büyüklerden ayırmazdı. Barış'ın çocuklara yaklaşımı ile ilgili bir anımı anlatacağım. Geçen günden beri kafama takıldı. Çocuklar şarkı söylerken, biliyorsunuz, biz arkada çalıyorduk. Bu da benim pek hoşuma gitmiyordu. Bir gün bunu Barış'a... "İşte Barış, çalmasak?" falan felan dedim. Bana olayı şöyle izah etti:

"Ahmet", dedi, "düşün!" dedi. "Biz çocuklara öyle değer veriyoruz ki, onlar şarkı söylerken, Ahmet ağabeyleri, Bahadır ağabeyleri onların arkasında çalıyorlar. "Biz çocuklara bu değeri veriyoruz." dedi. Ve onu ı güne kadar hiç öyle düşünmemiştim. Bir daha başka türlü düşünemedim.

21 Aralık 2011 Çarşamba

Son Kahve



1. Bölüm /Göz

“göz” kaydedilmek istenenin ilk teşhisçisi, kaybolmak üzere olanın da son habercisidir; “kaybetmek” yolda rastladığınız biri ile bir an göz göze gelip, yolunuza devam etmenizle başlar, sevdiğiniz biri ile bir daha hiç göz göze gelememenize kadar devam eder…

bir de “kaybedeceğini bilmenin” ağırlığı vardır; takip edilebilen…

belki birkaç cümle çıkar ağzınızdan yada bakakalırsınız öylece

2. Bölüm

tavsiye edilen bir hayat, varoluşu temsil edebilir mi?

3. Bölüm

ölüm; bazen doğal bir son, bazen bir pazarlık bazen de kendinden vazgeçişi temsil eder

4. Bölüm

orada öylece duran “bir süs eşyası” en fazla ne sunabilir?

mesela, tüm bu olan biteni izleyen birkaç yapma sarı limona; “kahve içtiğimiz o sabah, gün aydınlanıyorken, şimdi karanlık mıdır?” diye sorsam, cevap verebilir mi?

5. Bölüm

çocukken minik sakız tanelerini dizerdi, dar uzun koridorun salona açılan kapısının yanındaki raflara…

üst üste dizilmiş raflarda, en alt raf onun oyun alanıydı

alttan ikinci rafta “vov vov” dururdu; korktuğu gözünün önünde olmalıydı belki de…

6. Bölüm

niceleri geçer

yaşamları boyunca göz boyayan

enkazlarını bırakırlar

kimse anmaz onları

kimileri de birkaç kişi tarafından hatırlanır ve sonsuza kadar kalır

7. Bölüm

“sesler” vardır, sadece sizin hatırladığınız

kaybolanla birlikte, söylemlerde kalan; “şu sarı otları sevmiyorum” dedi, eliyle ilerideki ağacın altını göstererek; “mezarlıklarda olur onlardan çokça…”

8. Bölüm

görüntüler vardır, sadece “anlamı” ifade edebilen…

“kaybolan” ise gitmiştir artık!.

9. Bölüm /Makine

makine mekaniktir, düşünmez; kaydeder…

ortaya çıkan “görsel”, nesnesinin mesajını iletir,

anlam, onu yükleyene aittir…

10. Bölüm /Sorgu Sual

peki ya kaybolacak olanın kendiniz olduğunu yalnızca siz bilseydiniz, korkar mıydınız?

siz, var olabilme umudu ile tutunmaya çalışıyorken, diğerleri ne düşünüyordur?

Son Bölüm

o gün uzattığı o son sigarayı geri çevirdiğimi düşündükçe göğsüme bir ağrı saplanır her seferinde…

“düzgün adam” olmanın kahrolası yapmacıklığı…

harika bir hayat!...


A.Tufan Palalı

20 Aralık 2011 Salı

Akıl Çağlarından Biri Jean Paul Sartre

"Bütün özgürlüğü üstüne çullanmıştı yine... Özgürdu, her şeyde özgürdü, hayvan ya da makine olmakta özgürdü, 'olur' ya da 'olmaz' demekte özgürdü, mırın kırın etmekte özgürdü... Yalnızdı, korkunc bir sessizliğin ortasinda, özgür ve yalniz, yardımsız ve mazeretsiz, bir daha dönememecesine karar vermeye mahkum, her zaman icin özgür kalmaya mahkum..."''İhtiyarladım. şurada, bir sandalyenin üzerinde, gırtlağına kadar kendi yaşayışına gömülmüş oturuyor ve hiçbir şeye inanmıyorum. Oysa bir zaman ben de İspanya'ya gitmek istemiştim. Ama olmadı! ben buradayım, kendi kendimin tadına bakıyorum; kanın ve pas kokulu bir suyun buruk tadını duyuyorum: bu benim kendi tadım; kendi kendimin tadıyım ben varım, yaşıyorum. Varolmak, yaşamak işte bu: susamadan, canı çekmeden kendini içmek!''
''Sahip olduğum eşyalar, zamanla bana sahip oluyorlar. ne zaman bi nesneyi sevsem, onu hemen bi başkasına veririm. cömertlik değil bu. nesnelerin kölesi olmak istemiyorum''

"Kediye kedi diyelim; sözcükler hastaysa onları iyileştirelim"

''Ben inançsızlığa, dogmaların çatışması sonunda değil, büyükbabamla büyükannemin ilgisizlikleri yüzünden vardım. Bununla birlikte, inanıyordum: gecelikle, yatağımın kenarına diz çöküp, ellerimi birleştirip, her gün dua ediyordum, ama gittikçe daha seyrek düşünüyordum tanrıyı.

Daha birkaç yıl, yaradan ile açık ilişkilerimi sürdürdüm; kendi başıma kalınca artık aramaz oldum onu. yalnız bir kere, o'nun varolduğu duygusuna kapıldım. kibritlerle oynamış, küçük bir halıyı yakmıştım; tanrı beni gördüğünde, müthiş cinayetimi örtbas etmekle uğraşıyordum, kafamın içinde ve ellerimin üzerinde bakışı'nı hissettim; feci derecede ortada olan, canlı bir hedef gibi dönüp duruyordum banyo odasında. kızgınlık kurtardı beni: böyle büyük bir dikkatsizlik karşısında köpürdüm, küfrettim, büyükbabam gibi: "Hey allahım, ya rabbim, hay allahım, ya rabbim" diye mırıldandım. Bundan sonra hiç bakmadı bana.

Başarısızlığa uğramış bir tanrı denemesini anlattım size: Tanrı'ya ihtiyacım vardı, verdiler, ne aradığımı bilmeden aldım O'nu. Yüreğime kök salmadığı için, bir süre sıkıntıyla yaşadı içimde, sonra öldü. Bugün bana O'ndan söz edildiğinde, eski bir güzele rastlayan yaşlı bir delikanlının üzüntüsüz gönül hoşluğuyla "elli yıl önce, o anlaşmazlık, o yanılma olmasaydı, aramızda bir şeyler olabilirdi" diyorum.

hiçbir şey olmadı.."