3 Mart 2012 Cumartesi

Düş Hekimi - MANİFESTO

 
Elli santim uzunluğunda, on beş santim genişliğinde, iki santim kalınlığında bir tahtayı alıp odana girersin.
 
Bütün ciddi işler, "ya sonra?"lar, felaket senaryoları, ödeyemeyeceğin hesaplar kalır kapının ardında; dudağında bir ıslık, sen tahtanı zımparalarsın.
 
Matkabı "darbeli" konumuna getirir, ucuna da "on"luk duvar delme ucu takarsın. Çıkar yeşil sandalyenin üzerine, çalan telefona aldırmadan tavana iki delik açar, deliklere de çelik dübelleri çakarsın. Dübellerin içine iki sağlam halkayı vidalar, inip aşağıya tavandaki dünyanın sekizinci harikasına bakarsın
 
Sonra tahtanın köşelerine on üç santimlik bir halatın geçebileceği delikler açar, sırf matrak olsun diye çakıyla bir de kalp kazırsın.
 
Halatı deliklerden geçirip, düğüm atar, Bülent Ortaçgil'i dinlerken yine çıkıp yeşil sandalyeye, halatın öbür uçlarını tavandaki halkalara bağlarsın
 
 
... ve hazır olursun;
 
gerilerde kalmış,
gereksiz ayrılınmış,
avuçlarından kaymış,
göz göre göre çalınmış,
bundan sonraki hayatına...

 ve başlarsın sallanmaya;** ** **
 
...
hani o ışıkları kapattığında pırıl pırıl parlayan yıldızlar yapıştırdığın tavanın
bir ucundan, öteki ucuna
 
... ve yumarsın gözlerini;
 
en güzel, en masum dönemin kucaklar seni, uçarak inerken aşağıya.
Pileli eteğiyle annen, yeni traş olmuş yanağıyla baban bekler,
yükselirken yukarıya.
 
Yılların arasından bir kuyruklu yıldız gibi kayarsın;
en kendin gibi, en cesur halinle,
en alman gereken kararları alırsın.

"O fikir" geliverir belki aklına;
daha hızlı, daha da hızlı sallanırsın.
 
Geri dönüşlü uzay yolculuğunda,
en renkli düşler yakıtın, bir asteroitten diğerine uçar,
bir başka diyarda, bir başka güneşle doğmuş çiçeği sularsın.
 
Belki ne kadar sevdiğini gözlerin kapalı, sırtın yere bakarken,

belki de sırt üstü düştüğün yerde, yıldızları sayarken anlarsın


ve atlayıp salıncağından,

        gerekeni yaparsın...
 
 
** ** **
 
Biz salıncak istiyoruz!
 
Biz,
fabrikalarda, floresan lambalı bürolarda, devlet dairelerinde demirbaşa kayıtlı,
basit salıncaklar istiyoruz.
 
Biz kendimize kavuşmak,
en rafine saatlerimizi ayırdığımız ortama ufacık bir renk katmak,
konsolide bütçede, iki dübel, iki halka,
kalp kazınmış tahta bir uzay aracı için ödenek istiyoruz.
 
Biz en ciddi kavgamızı salıncak sırasında yapmak;
 
bir zamanlar,
yani en "kendimiz" gibiyken “normal” olanın,
yeniden “normal” olmasını istiyoruz.

 
            Biz “kendimizi” geri istiyoruz!...

Düş Hekimi - Ayrılıklar Birliktelikler

ayrılıklar da emek ister
birlikteliklerin istediği gibi
 
her ayrılık biraz gecikmiştir ama
 
kağıt üzerindedir  bazı ayrılıklar
kağıt üzerinde bile değilken bazı birliktelikler
 
hiçbir yerde yazmayabilir bazı  kopmaz ayrılıklar
her yerde yazarken çoktan kopmuş birliktelikler
 
silinmez izler kalabilir bazı ayrılıklardan
tek iz kalmazken bazı birlikteliklerden...
 
düş hekimi yalçın ergir 

KADIN YOK – AĞLAMAK YOK

Yıllar önce bir yazı yazmış, ne zaman “No Woman - No Cry” şarkısı çalsa,
bir takım ciğere “mundar” diyen erkeklerin şarkıyı efkarla:

“…
kadın yok – ağlamak yok abicim…”,

olarak algıladıklarını - şarkının aslında ağlayan kadına:

“…
hayır kadın, ağlamak yok;
her şey yoluna girecek…”

diyen kocaman bir destek olduğunu yazmıştım.

“Kadın Yok – Gülmek Yok” da değil miydi? Ben de satırlarımı:

 “…
yoksa hiç olur mu;
bir erkek kadınsız,
bir kadın erkeksiz,
mutlu olabilir mi?”

diye noktalamıştım.

Aslında noktalı virgül koymalıydım
ve kusurunu ilk hemcinsinin gördüğü bir dünyada:

 “…
hiç, bir erkek kadar bir kadını mutsuz edebilen –
hiç, bir kadın kadar bir erkeği mutsuz edebilen olur mu?”

diye devam etmeliydim.

Arkasından da:

 “…
ağlayabildiğin kadar gülebilir,
mutsuz olabildiğin kadar mutlu olabilirsin...”

diye kocaman bir teselli vermeliydim.

Ve kağıt mendilime yine “No Woman - No Cry”ın:

 “…
iyi dostlarımız var,
kaybettiğimiz iyi dostlar var
yol boyunca,
bu harika gelecekte
unutamazsın geçmişini,
bu yüzden sil gözyaşlarını…”

satırlarını eklemeliydim.

Dünyadaki tek erkeği, dünyadaki tek kadını kaybedip,
dünyadaki son erkekten, dünyadaki son kadından kurtulanlara,
yoldaki iyi dostlarıma, aynı zaman diliminin yolcularına,
gülen gözlerin, elbette güzel günlerin eşliğinde sabırla

ve “hep” sevgiyle…

düş hekimi yalçın ergir



Aşk belki de orpheus demekti

 Bir hikayeye göre Apollo ve Dokuz İlham Perisinden şiirlerin ilham perisi Calliope’nin oğlu olan Orpheus Kadim Yunan?ın en büyük şair ve müzisyenidir. Trakya?da doğar. Liriyle öyle şarkılar söyler ki ağaçlar çevresinde bir çember olup onu dinleyebilmek için köklerinden kurtulur, kayalar o kaya gibi ağırlıklarının yumuşadığını hissederler. Korint boğazından geçen gemiler Sirenlerin o dayanılmaz sesiyle batıp giderken bir tek Orpheus’un sesi Sirenleri bastırabilir. Zaman geçer Orpheus Eurydice ile evlenir. Bir gün Eurydice ormanda yürürken çoban Aristaeus ile karşılaşır; çoban onun güzelliğinden öyle büyülenir ki ona o anda sahip olmak ister, kaçayım derken ayağı takılıp yere düşen Eurydice’ı bir yılan ısırır ve Eurydice ölür. Daha yeni evlendiği karısının ölümünün ardından, yarım kalmış ve yaşanmamış aşkının verdiği güç ve cesaretle Orpheus Euydice’ı geri almak için cehenneme gitmeye karar verir. Giderken aşkı uğruna söylediği şarkıları duyan Sisifus bile durup kayasının üzerine oturur ve onu dinler! Cehenneme giren ilk yaşayan kişi olur.

?Yeraltı dünyasının tanrıları, biz bütün canlıların son noktası olan topraklar, bana kulak verin. Buraya sırlarınızı açığa çıkarmaya ya da size karşı bir güç sınamaya gelmedim. Ben karımı aramaya geldim. Aşk getirdi beni buraya, aşk ki biz canlıların yeryüzündeki tanrısı. Eski efsaneler doğruysa burada da hükmü geçen O tanrı. Size yalvarırım Eurydice’ı bana geri verin. Hepimizin kaderinin son noktası burası. Er ya da geç burada olacağız. Ama o zamana değin yaşayamadıklarımız uğruna, onu bana geri verin. Ya da buradayken beni de alıp ikimizin ölümünün zaferini tadın.?

Cehennemin tanrıları bu cesaret ve aşk karşısında diğer bütün hayaletler ağlarken derler ki; ?Sana onu geri vereceğiz, buradan yeryüzüne giden yolda önden giderek ona yol göstereceksin, ama yeryüzüne varana kadar bir kere bile olsun dönüp arkana bakmayacaksın. Yoksa Eurydice ebediyen cehennemde kalır.?

Orpheus önden yürür. Yol oldukça meşakkatli ve uzundur. ?Ya bana doğruyu söylemedilerse, ya arkamda değilse? diye diye içi içini yer. Güneşin ışıklarının vurduğu yeryüne açılan çıkışa gelmelerine iki adım kala Orpheus dayanamaz arkasına bakar. Baktığı anda Eurydice’i görür. Görmesiyle de Eurydice buğulu camdaki bir suret gibi yok olur.

Yedi gün boyunca ağlar. Yedi ay boyunca durmaksızın aşkını ve çaresizliğini anlatan, kendine kızan şarkılarını söyler. Kadınlarla göz göze bile gelmez artık. Trakya?lı Kadınlar Orpheus’un Eurydice’a olan sadakati ve kendilerine yüz vermemesi üzerine öyle büyük bir öfkeye kapılırlar ki Baküs Şenlikleri sırasında bu öfke had safhaya varır ve Orpheus’u gerçek anlamıyla lime lime edip kesik başını ve lirini nehre atarlar. Kesik başı adını Orpheus’un lirinden alan Lesbos adasına gelir.

Aşk belki Orpheus demektir.


1 Mart 2012 Perşembe

Başka Hiç Bir Şeyimiz Yok

Cennete inanmak kolay çünkü cennet güzel. Cehenneme inanmak da kolay çünkü aynı ‘Heaven on Earth’ gibi cehennemde her an karşımızda ya da bakıp anlayabildiğimiz her yerde. İkisini de işe gelsin gelmesin, ister istemez zaten keşfediyoruz bir de kalkıp oraya kadar gitmenin alemi yok. Gidip geri dönen olmadığına göre oralarda neler olup biter bilemeyiz sadece kendi ( bireysel, ülkesel ve global ) cennet ve cehennemlerimizden mesulüz.

Cennette ve Cehennemde neler olduğu malum ama siz hiç Cehennemdekileri ayakta tutup direnebilmelerini sağlayanın ne olduğunu düşündünüz mü?

Şeytan cehenneme cennetten düşen bir melek olduğu için onun en büyük arzusu belki de Tanrıdan bire bir intikam almak değil, öncelikle geldiği yere geri dönebilmektir. Şeytanı bile bir tek şey ayakta tutar.

The Sandman’in yazarı Neil Gaiman bunun ne olduğunu açıklıyor;

Cehenneme bir vazife icabı gelen Rüyalar Lordu Morpheus yani Sandman, geçmişte kendisine ait olan ve zorla çalınan miğferini almak üzere cehennemin düklerinden biri olan Choronzon’a meydan okumak zorunda bırakılır. Cehennem zebanisi savaş alanını seçer;

‘’Öyleyse meydan okunan olarak gerçekliği ileri sürüyorum’’

Bütün zebaniler akşamki eğlence için ‘Cehennem Ateşi Klubünde’ toplanırlar. Rüyaların Efendisi eğer oyunu kaybederse sonsuza kadar bir oyuncak olarak cehenneme hizmet edecektir.

Oyun başlar;
İlk hamleyi Cehennemin Dükü yapar:

- ‘’Avını sinsi sinsi takip eden, ölüm saçan korkunç bir kurdum.’’
- ‘’Atının üzerinde kurtları hançerleyen bir avcıyım.’’ der Rüyaların Efendisi.
- ‘’Atı sokan, avcıyı fırlatan bir atsineğiyim.’’
- ‘’Sekiz bacaklı, sinek yutan bir örümceğim.’’
- ‘’Zehirli dişleri ile örümcek yutan bir yılanım.’’
- ‘’Ağır pençesiyle yılan ezen bir öküzüm’’
- ‘’Hayvanlara şarbon taşıyan, sıcak yaşamları yok eden katil bir bakteriyim.’’
- ‘’Uzayda dolaşan hayat veren bir dünyayım.’’
- ‘’Gezegenleri imha eden.. patlayan bir novayım.
- ‘’Her şeyin etrafını çeviren, hayatı ihtiva eden kainatım.
-‘’Her şeyin sonundaki karanlığım, kainatların, tanrıların, dünyaların, her şeyin sonu... benim. Peki ya şimdi ne olacaksın Rüyaprens?
- ‘’BEN UMUDUM...

Miğferini alır ama Onu bırakmazlar.

‘’Cehennemin milyonlarca Lordu Etrafını kuşatmış durumda, söylesene ayrılmana neden izin verelim? Miğferli ya da miğfersiz senin burada hiç gücün yok...

‘’Hayallerin cehennemde ne gücü olabilir ki?’’derler.

Morpheus uzun yıllar boyunca hapsedildiği fanustan yeni çıkmış, yorgundur. Gücünü tekrar kazanmaya yeni başlamıştır ama o olmayan gözlerinden alevler saçarak der ki;

‘’Hepiniz kendinize sorun...
Eğer buraya hapsedilenler cenneti hayal edemeselerdi , Cehennemin gücü olabilir miydi...?’’

Umut ve ikiz kardeşi düşlerimiz olmadan nefes alabilmek ne burada ne de Cehennemin dibinde pek kolay değil hatta imkansız anlaşılan.

Neil Gaiman
''The Sandman’’
'' Düş Müziği’’
01.01.2003
Ece E.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Şiiri Bölmek - Edip Cansever


“bir birey olarak neyiz? yani kendimiz hakkında ne biliyoruz, ne bilebiliriz? bu sorulara doyurucu bir yanıt bulamadıkça, kişiliğe sıkı sıkıya bağlı olan ozanlığımızın olanaklarını da belirleyemeyiz sanırım.. biyolojik, fiziksel varlığımız bir yana (gene de insanın bir bütün olduğunu gözden uzak tutmamak şartıyla), kendimizi toplumbilim açısından irdelersek göreceğiz ki, bizler, düzenli olarak düzen değiştiren, yani bilimsel yöntemlere uygunluğu oranında geleceğini, gelecekteki duraklarını, yaşama biçimlerini kestirebilen insan tekleri değiliz.. geçirdiğimiz toplumsal evreler arasında yapıcı, tamamlayıcı bir ilişki olmadığı gibi, buna bağlı olarak ileri bir atılımdan da yoksunuz.. günlük edimlerimiz bizi öylesine yoğuruyor, öylesine kılıktan kılığa sokuyor ki, bir yığın çıkmazın buyruğunda, direnmekle çevreye uymak arasında şaşkına dönüveriyoruz.. boyutsuz, anlamsız, sallantılı bir yaşam düzeyinde bocalıyoruz durmadan.. inancımızı somutlayan eylemlerle değil de ancak, bize uygun buldukları düzenlerden birini seçmekle biçimleniyoruz.. böylece düşüncelerimiz kuramsal, ilişkilerimiz soyut kalıyor.. her durumda aşınıyoruz, kişiliğimizden biraz daha yitiriyoruz.. düşünsek düşünemeyeceğimiz, duysak duyamayacağımız, ‘göre’ bir yaşayış tutturmuşuz. kendi öz varlığımızla tanışmak, karmaşık, çözülmez bir problem oluyor çoğu kez.. giderek, bu toplumsal çatı altında,bir yalnızlık anıtından başka hiçbir görünümümüz kalmıyor.
gerçek ‘ben’imizle yüz yüze gelmedikçe, tersine, kişiliğimizden gün günden daha bir uzaklaştırıldıkça, şiiri nasıl olup da ozanın yalnızlığına, sezgilerine, güdülerine bağlayabiliriz? ayrıca, kimliğimizle yazdıklarımız arasında varsaydığımız benzeşlik, gerçek, tutarlı bir benzeşlik olabilir mi? yani şiirlerimizle ne kadar sokulabiliriz kendimize? ya da yazdığımız şiirler için hızını, devinimini kendinden alamayan benliğimizin katkısız ürünleridir, diyebilir miyiz? bana kalırsa böylesi bir özdeşlikten söz açmanın sırası gelmemiştir daha.. giderek denebilir ki, edebiyat dünyamızda yer alan bir sürü kavramın (lirik, authentique vb.) özünde yatan gerçekler, yaşadığımız gerçeklerle çelişmektedir.. çünkü bireyliğimizi kurtarma savaşı içindeyiz biz.. bu savaş da, toplumsal savaşımızın içeriğine girer.. şiiri de böyle bir ortamın izdüşümü olarak görmek gerekir.. ne yapalım ki, tarihsel sıra, bizi böyle bir dönemde konuşturuyor. güvenemediğimiz bir ‘ben’e, bir kendiliğindenliğe sığınamayız kolayca. edebiyat tarihimiz, olanaklarını bilmeyen ozanların çoğunlukta olduğunu gösteren belgelerle doludur. üç beş aşamadan geçtikten sonra, hangi ozanın hangi yanıyla ayakta kaldığını saptamak bile oldukça güçleşmektedir. çünkü gerçek bir evrimden; düşünceye, yaşantıya bağlı bir şiir evriminden çok, bütün bunlardan soyutlanmış salt bir deyiş özelliği, biçimsel bir doygunluk geliştirilmiş, ya da sürdürülmüştür ozanlarımızca.. genellikle ilk heyecanın, ilk esrimenin, ilk cesaretin yarattığı birtakım sonrasız ozanlar, şiirimizin temsilcileri olup çıkmışlardır..
öyleyse bu ikili ‘ben’i, daha doğrusu bölüne bölüne ayrıcalığını, kimliğini yitirmekte olan ‘ben’i şiire aktarmak, ona bir etkinlik kazandırmak istiyorsak, eninde sonunda dramatik bir şiire yönelmemiz gerekecektir.. gerçekte korkunç bir dramı sürdürmekteyiz çünkü.. işlevini tamamlamış bir gizemciliğin yerine, gene toplumun üst katlarında yer alan toplumsal – ekonomik bazı güçler, bu güçlere bağlı kurullar, sinen ya da başkaldıran; sayan ya da değerlenmeye doğru atılan; tutsaklığı ya da yok olmayı kabullenen bir yığın varoluş biçimi yaratıyor. çoğu zaman da olumluyla olumsuz birlikte ya da çelişe çelişe yaşıyor insanoğlunda. işte biz bu durumu çağımızın, toptan yaşamamızın bir niteliği sayıyorsak, o denli büyütüp yoğunlaştırabiliyorsak, aynı zamanda gerçek bir tragedyanın içindeyiz demektir.. şu farkla ki, klasik tragedya ile bağdaşamadığımız yan, yazgıya boyun eğmeksizin hiçlenmeyi karşı koymakla çatıştırmamız, soylu kişilerin töresel davranışlarına öykünmek yerine, bilimsel düşünceyi karşıtlarına egemen kılmamız olacaktır.
bu durumda bölmek gerekiyor şiiri.. bir birey olarak neyiz? bunu bilinceye ya da bilebilme olanaklarını edininceye kadar bölmeliyiz şiirimizi.. tıpkı yaşamamızda olduğu gibi : bir yanda yaslarımız acılarımız; öte yanda inancımız, umudumuz, direncimiz… kısa mutluluklardan güvenli mutluluklara yol aldıkça şiirimiz de tekleşecek, bütünleşecek, bireyliğini kazanacak elbette. belki de gelecekteki ozanlara düşecek bu iş.. biz yalnızca dramımızı yazacağız.. çünkü ne geçmişteki şiiri yinelemek, ne de gelecekteki şiiri bugünden zorlamak var artık.
ve yazacağımız her şey, biçimine kavuşamamış, buruk, acı öylece duruyor yaşamımızda..”
EDİP CANSEVER..
Yeni İnsan, Sayı: 8 (Ağustos 1963)
‘ŞİİRİ ŞİİRLE ÖLÇMEK.. Şiir üzerine yazılar, söyleşiler, soruşturmalar..’ - EDİP CANSEVER, Hazırlayan : DEVRİM DİRLİKYAPAN, YKY Yayınları, Şubat 2009, 376 Sayfa..
(EDİP CANSEVER’in fotoğrafları büyük ustanın ‘GÜL DÖNÜYOR AVUCUMDA’ adlı kitabının ADAM Yayınları tarafından yayınlanan Mayıs 1987 yılı baskısından alınmıştır ve tümü üstadımız ARA GÜLER tarafından çekilmiştir..)

28 Şubat 2012 Salı

“kağıtta nabız atışı varsa bu ‘cehennemde bir mevsim’de duyulacaktır.. şiir kağıttan bir hücredir..” – JEREMY REED


‘sahici deli nedir? insan onuru diye üstün bir düşünceyle uzlaşmak yerine, toplumun anladığı anlamda deliliği seçmiş bir adamdır.. işte bu yüzden toplum kurtulmak istediği insanları, bazı alçaltıcı işlerde kendisiyle işbirliği yapmadıkları için kendilerinden sakınmak istediği insanları akıl hastanelerinde boğazlanma cezasına çarptırır.. çünkü deli bir insan her şeyden önce toplumun dinlemek istemediği, dayanılmaz doğruları söylemesini engellemek istediği biridir.. ANTONIN ARTAUD.. (le théâtre et son double..)
“rimbaud yolculuğu sırasında gözleriyle bir şeyler topluyordu.. görmek salt sürekli olarak geri almak değil, denetlenemeyen bir hırsızlık tarzıdır.. hem şeyleri hem insanları yağmalayabilirsiniz.. insan gözüne ilişen her şeyi kendine mal edebilir, cinsel bir düzlemde otuzbir çekmek istemsiz bir imgeyle sevişmenin yoludur.. şiir işlevi bakımından bu ikincisine yakındır.. insan seçtiği her kadın ya da erkeği içselleştirebilir, rimbaud’nun durumundaysa belki her ikisini de.. şiir için de aynı şey geçerlidir.. bir şeyle ilgili bir düşünceyi insan duyarlılaştırır, sinirleriyle bir sürtünme yaratır ve onu başka bir şeye dönüştür.. şiir psiko-fiziksel otuzbir çekmenin en düzeyli biçimidir.. şiir yazarak insan istediği bir nesneyi elde edemez; bir yaklaşığı üzerinde uzlaşır.. sonuçta ortaya çıkan ürün kaypaktır, düşlenen cinsel bir imge, bu imgeyi sürdürme eylemi sırasında nasıl bulanıklaşıyorsa algılayan kişinin gözünden öyle kaçar..”
“çelişkiler asla çözülmez, şiir, şiirsel anlatımın geçerliliğine inanç ile inançsızlık arasındaki çatışkıyı yaşamayı temsil eder.. hakkında yazacağı durumu önceden düşünmek anlamında rimbaud’nun şiirinin bir konusu yoktur.. anlık olanı içerir, uzak olanı değil.. şiir ruhunun buyruklarına uyarak gelişir, bir iç kırgınlığı anlatır, şairin yeryüzünde bir yerinin olmadığını anlamanın kırgınlığıdır bu.. imparatorluklara egemen olma kavgasına tutuşmuş uluslarda, kapitalizmin ahlâk anlayışında kehanet sözlerine, düşsel yolculuklara, şamanlığın kutlanmasına yer yoktur.. rimbaud’nun şiiri, yirminci yüzyılda kitle savaşlarına ve soy kırımına dönüşmüş, önüne geçilmesi olanaksız terörü su yüzeyine çıkarır..
bunu yapmak on sekiz yaşındaki bir çocuğa düştü, öylesine geri bir çevredeydi ki, bu bulguları için onu taşlayabilirlerdi.. rimbaud, daha önce de lautréamont’un yaptığı gibi, freud ile jung’un yolunu açmıştı.. ikisi birlikte, daha sonra bilinçdışının radyoaktif tozları olarak bilinecek olan patlamayı gerçekleştirdiler.. onların imgeleri iç mekânda takımyıldız olarak kaldı, iç öykülemeye psikolojinin armağan etmesi gereken daha kliniksel sözcükler bekliyorlardı…”
“sayıklama, deliliği yakalama girişiminin bir yoludur, bir durum değil.. ‘cehennemde bir mevsim’in ana konusu sayıklamalar I ve II’de açıklanmıştır: ‘verlaine’ ile ilişkisinin öz yaşamsal cehennemi ve ‘işte çılgınlıklarımdan birisinin öyküsü’ – şiirsel deneylerinin simyasal doğası.. bu iki metin konularının dolaysızlığına yetişme girişimleriyle olağanüstüdürler..
kağıtta nabız atışı varsa bu cehennemde bir mevsim’de duyulacaktır.. şiir kağıttan bir hücredir.. rimbaud’nun ‘délire’i sözcüklerin hapishanesine direnir.. hız artışı manyakçadır.. delirmek ister, deliliğin de ötesinde..
korkusuzluğun yönüdür bu dilin ötesine geçen bir deneyim.. bedensellik sonrası..
JEREMY REED
‘SAYIKLAMALAR.. Arthur Rimbaud..’, JEREMY REED, Çeviri : ÜLKER İNCE, TELOS Yayınları, Haziran 1998, 165 sayfa..