3 Kasım 2012 Cumartesi

Bir Bilim Adamının Romanı




Bana sorarsan, anlattıkları konularla öğrencilerinin canını sıkan hocalar, ders verirlerken kendileri de sıkılırlar.

Ülkemizin insanları daha yaşamanın acemisidir. Onlara insan gibi yaşaması öğretilmemiştir henüz. Nasıl yaşamaya değer olduğunu öğretilebilir. Güzel sanatların da, edebiyatın da ‘büyük ve güzel şeylerin’ de varolduğunu öğrenmeli insanlarımız.

Hiçbir şeyi öğrenmemeli. Formülleri ezberlemeli ve bu formüllerin problemlere nasıl uygulanacağını, geçen yıllarda sorulmuş imtihan sorularını gözden geçirerek iyice bellemeli ve imtihandan bir gün sonra hepsini unutmalı. Belki böylece hayata dinç ve yıpranmamış bir kafayla atılırsın ve elektrik üretiminin artırılması konusunda ilginç tekliflerde bulunarak memleketinden milletvekili adayı olursun.

Hep verilenle yetindiğimiz için, bunun ötesini merak eden kafaların varlığına alışmakta güçlük çekiyoruz. Belki onu efsaneleştirerek bir bakıma kurtulmak istiyoruz böyle değişik insanlardan. Öyle ya, onu gözümüzde çok büyütmezsek, sonra onun gibi bütün gücümüzle kendimizi ve dünyayı değiştirmeye çalışmak zorunda kalırız.











Mustafa İnan’ın Jale Hanım’a yazdığı mktuplardan:

“Dün de tren istasyonunda ortada kaldım. Kendimi öyle yalnız hissediyorum ki. Halbuki vapurda seni yavaş yavaş kaybetmiştim. Daima uzaklaşan senle hiç olmazsa gözle rabıtayı kaybetmiştim… Gardan çıktım. Vapur bekliyorum. Hava çok tuhaf. Boyuna renk değiştiriyor. Goethe’nin mısralarını hatırlıyorum.

Özlemi tanıyanlar ne çektiğimi bilirler.
Yalnız ve bütün zevklerden uzak
Göğün o tarafına bakıyorum.
Ah! Beni seven ve tanıyan çok uzakta.
İçim yanıyor,içim sancıyor
Özlemi tanıyanlar ne çektiğimi bilirler.

İkimizin çilesi ne zaman bitecek?”
……..
“Ben evde bir köşede oturuyordum. Mektubunu derhal açamadım. Bir müddet yanımda dolaştırdım. Okusam derhal bitecekti”
…….
Hava bozdu, benimle beraber matem tutuyor.
…….











Henry Ford’un dediği gibi ‘düşünmeye mecbur kalmak bir kimse için en büyük cezadır.’


Dil konusu gelince Mustafa Hoca’nın ilgisi hemen artıyor. Bu meseleyle az uğraşmamış, defterler doldurmuş. İşte küçük bir defterde Türkçedeki beş yüze yakın kelimenin nereden geldiğini yazmış:


Diploma; Yunancada iki kere katlanmış anlamına geliyor, defter de aynı dilde ‘diphteria’ yani yüzülmüş hayvan derisini  değişik bir biçimi, difteri de derinin iltihabıymış.
  

Poplin: Papaya mahsus takkelik bir kumaş ismi, ‘papalino’ İtalyanca.

‘Çocuk’ kelimesinin de aslında domuz yavrusu anlamına gelmesi pek mi hoştu sanki.

Deyimler de ne kadar değişmiş: Şimdi ‘elinin körü’ diyoruz; aslı ‘ölünün körü’, yani ‘ölünün mezarı’ demek. Kadayıf’ın ‘ketaif’, yani tüylü kumaşlar anlamına geldiğini bilseydiniz, bu tatlıyı yiyebilir miydiniz? Elbette ‘bahşiş’, Farsça ‘bahşi-vermek’ten gelecek.




Mustafa İnan Wikipedi tık



2 Kasım 2012 Cuma

Liman Kırıntıları



Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Yalan söyledim
yırtık blucinli tayfalara
Seni sevmediğimi söyledim.
Oysa rıhtımlar
en şarkılı dalgalarla yıkanıyordu
Midye kabuklarında sakladım gözyaşlarımı;
Hastaydım
kırık kötümser bir öksürük yapışmıştı boğazıma
Seni unutmak gerekiyordu...

Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
İskele fenerlerinin altında oturup
seni bekledim sevgilim
Ellerim ıslaktı, gözlerim ıslaktı.
Gelip caydırabilirdin beni gitmekten
Oturup sigara içer, anlaşabilirdik...
Sana tapacağım yalan değildi
benim olursan
Seni seviyordum, seni istiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Filler gibi içtim liman meyhanelerinde;
seni unutmak için içtim...
Senin sokağında geceler yıldızsızdı
senin sokağında gece yağmur yağıyordu
Ben zayıftım, çabuk ıslanıyordum
Bana sevmek yaramıyordu,
ben sevilemiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Sana bırakacağım bu kentin
üç semtinde üç damla gözyaşı döktüm
Birincisi seni ilk gördüğüm yerdi
ikincisi seni ilk öptüğüm yerdi
Üçüncüsü... söylemeye dilim varmıyor,
üçüncüsü bana git dediğin yerdi
İşte bu mısraları orda karalıyorum;
işte demir aldı şilebimiz
Gidiyor, gidiyor, gidiyorum...

Cadının uçan süpürgesi - Sunay Akın



Birbirine ne kadar yakın iki sözcüktür “süpürge” ve “anne” . Annelerimiz “Saçlarımı senin için süpürge ettim” diye seslenmezler mi babalarımıza?.. Yoksa, süpürgeye oturarak uçan cadı imgesi, kandının bir isyanı mıdır köleliğine?

Cadılar “sabbad” adı verilen toplantılarında otlardan yaptıkları bir merhemi ciltlerine sürerler. Uyuşturucu özelliği taşıyan bu merhem, ciltteki yara ve çatlaklardan içeri girerek etkisini gösterir.

Cildinde yara ya da çatlak bulunmayan kadınlar ise merhemin etkili olamamasında dolayı ayine katılamazlar. Böylesi durumlarda, kadınlar, merhemi süpürgenin sapına sürerek vajinalarından içeri sokarlar!..

Süpürgeye oturan cadı imgesini yıkmak istemezdim, ama “uçuş” konusundaki gerçek budur!..