31 Mayıs 2013 Cuma

Ruhun bütün dünyadır. Sıddhartha-Hermann Hesse



Ruhun bütün dünyadır

Kişi kaynağı kendi Ben’inde bulabilmeli, ona sahip olmalıydı. Bunun dışındaki her yol bir avuntu, bir sapma, bir yanılgı idi.

Alışveriş yapan iş adamları, ava giden prensler gördü. Ölülerine ağlayan yaslılar, vücutlarını veren fahişeler, hastalara bakan doktorlar gördü. Tohum atma gününü seçen rahipler, sevişen aşıklar, çocuğunu yatıştıran anneler gördü. Hiç biri, bunların hiçbiri bir göz atmaya değer şeyler değildi; her şey yalandı, her şey fesat kokuyordu; bunların hepsi duyuların aldanması, mutluluk ve güzelliğin sadece bir görüntüsü idi. Hepsinin yazgısı çürümekti. Dünyanın asıl tadı acı idi. Yaşam acı çekmekti.

Bir kimse öğrenmek istediği bir şeyi okurken harflerden ve noktalama işaretlerinden nefret etmezi onlara görüntüler, rastlantı sonucu karşımıza çıkmış şeyler diyemez, onları okur, inceler, harf harf sever onları.

İnsan aşkı dilenebilir, satın alabilir, aşk ona armağan edilmiş olur, ya da aşkı sokaklarda bulmuş olabilir, fakat aşk hiçbir zaman çalınamaz.

İnsanların çoğunun çocuk gibi ya da hayvan gibi bir yaşam sürdüklerini görüyor, onları hem seviyor hem de onlardan nefret ediyordu. Kendisi için en önemsiz en değmeyecek şeyler için onların kendilerini tükettiklerini, acı çektiklerini, yaşlanıp kocadıklarını görüyordu; bunlar para, küçük zevkler, ün gibi şeylerdi.

Unutuşu, hareketsizliği, ölümü arzuluyordu. Keşke ona bir yıldırım çarpsaydı! Bir kaplan gelip onu yeseydi! Ona her şeyi unutturacak, onu hiç uyanmamasına uyutacak bir yabanıl ot, bir zehir olsaydı!

 Siddhartha, Hermann Hesse, Yankı Yayınları, 1973

28 Mayıs 2013 Salı

Mekkeye Giden Yol - Muhammed Esad (Leopord Weiss)




Hayatı korumak öyle zor ki… O her zaman Allah’ın bir lütfudur., şaşkınlık veren bir hazinedir.

Arabistan’daki telakkiye göre, kahvenin iyi olması için o “ölüm gibi acı, kadın gibi sıcak” olmalıdır.

Anladım ki artık, manevi cepheye hitap eden gerçek bir tanrı fikri yoktur. Her şey konfordan ibaret. Şüphesiz dini nizamı düşünen ve ahlak inançlarını, medeniyetin ruhuyla uzlaştırmak için ümitsiz bir gayret sarf edenler vardı.

Hayatımız ne derece şaşkın ve bedbaht bir hale gelmişti. Birbirine şiddetli bir kin besleyen bu insanlar arasında gerçek birlik hiç yok gibiydi. Toplulukta ve milletçe her yerde histerik bir ısrar vardı. İçgüdülerimizden ne kadar uzaklaşmıştık. Ruhlarımız ne derece yavanlaşmış, daralmıştı.

İnanç eksikliği veya daha çok inanamamak, zamanımızın en esaslı hastalığıdır.

Bir daha aramızdan bir Beethoven, bir Rembrandt çıkmayacak. Bunun yerine, şimdiki gibi ümitsiz, karanlıkta körü körüne yürüyen “ifadenin yeni şekilleri” gibi cereyanları karşı fikirler ve titizlikle uydurulmuş prensipler arasında çırpınan acı doktrinleri göreceğiz.  Makinelerden ve gökleri tırmalayan soğuk binalardan ibaret medeniyetimiz, ruhlarımızın bu bozulan birliğini boş yere tamire uğraşıyor.


Garplının dünyası, tarihinin dünyasıdır. Ebediyen kazanmak, mesut oluş ve sonu gelmez kaybedişe giden bir dünya. Sükutun hazzı eksiktir, zaman bir düşman, daima şüphelerle gölgelenen bir düşmandır. Ve hal, hiçbir zaman ebediliğin akislerini taşımaz.

Karışıklık ve çırpınışlar içinde bir dünya: İşte batı dünyamız. Yakan, yıkan, kan döken bir dünya. Misli görülmemiş bir zorbalık, içtimai müesseselerin çökmesi, ideolojilerin çarpışması hayata çıkan yeni yollar uğrunda yapılan her yere yayılmış amansız bir kavga; işte zamanımızı karakterize eden vasıflar.

“ İlerdeki talebeleri görüyor musun?” diyordu “Onlar Hindistan’da bulunan kutsi ineklere benzer. İşittiğime göre, bu inekler caddede buldukları bütün basılı kağıtları yerlermiş.. Bunlar da asırlar boyunca yazılmış olan kitapların basılmış sayfalarını yutarlar. Hazmetmezler fakat, tıpkı inekler gibi. Kendilerini düşünmezler hiç, okur tekrarlar, okur tekrar ederler; onları dinleyen talebeler de okuyup tekrarlamayı öğrenir, nesiller boyu..

Şuna katiyetle emin oldum ki, Müslümanların çöküntüsü, İslamiyet’e inanmaktan değil, ondan uzaklaşmaktan ileri geliyor.

Arabistan’dan zuhur eden Peygamber (İLİM PEŞİNDE KOŞMANIN HER MÜSLÜMAN İÇİN MUKADDES OLDUĞUNU) açıklamış.

Kralların ve kilise asillerinin yıkanmayı kaba bir lüks saydıkları zamanlarda, en fakir müslümanın evinde bir hamam bulunurdu.

Hiç değişmeyen bir hayat: Dün, bugün ve yarın hep aynı.

Ve şimdi, körlüklerinin gururu içinde bu insanlar, medeniyetlerini dünyaya ışık ve saadet getireceğine inanıyorlar. 18 ve 19 uncu asırda hristiyanlığı cihana yaymayı düşündüler. Fakat şimdi bu dini ateş de söndü. Öyle ki, artık dine, teskin eden tali bir müzikten daha fazla kıymet vermiyorlar. O, sadece medeniyete refakat edebilir, fakat “hakiki” hayata tesir edemez. Çünkü onlara göre bütün beşeri meseleler; fabrika, laboratuar ve istatistik masalarında çözülebilir.

“Fakat benimle nasıl evlenebilirsin sen?” diye ısrar ediyordu. “26 yaşında yoksun şimdi. Bense 40 dan fazlayım. Düşün: Sen 30 a gelince ben 45 yaşına gireceğim. Sen kırk yalına girince de ihtiyar bir kadın olacağım.”
Güldüm. “Ne ziyanı var?” dedim. “Ben istikbali sensiz tasavvur edemiyorum.”
Sonunda mağlup oldu.

Kurana göre, Allah insandan körü körüne tabi olmayı istemez. Daha ziyade onun zekasına hitap eder. O, insanın kaderine ona şah damarından daha yakındır.