12 Şubat 2015 Perşembe

Kendileriyle Savaşanlar - Stefan Zweig




Bir yeryüzü çocuğu ne kadar zor özgürleşirse,
İnsanlığımıza o kadar güçlü dokunuz. Conrad Derdinand Meyer

Hölderlin

Şeytani: Sözcük, antik dönemin mitsel-dinsel temel anlayışından yola çıkıp, bir çok anlam ve yorumdan geçerek günümüze kadar geldi; öyle ki onu artık kişisel bir yoruma tabi tutmak gerekli oldu. Şeytani demekle kastettiğim şey, her insanın temelinde ve özünde yatan o doğuştan gelen huzursuzluktur ve bu huzursuzluk onu kendinden çıkarır, onu kendinden alıp sonsuza, asıl olana sürükler, sanki doğa her bir ruhta, o ilk kaosun dışa vurulmamış, tedirgin bir parçasını bırakmıştır; bu parça ise gerilim ve tutku yoluyla o insanüstü, algı ötesi temeline geri dönmek ister. S.4

Duygunun hassas bölgeye itilmesi, en güçlüsünden bir içsel gerilimin hazırlığının aşırı derecede şiddetlendirilmesi demekti. Gerçek dünyaya karşı bir dirençti. S.27

Zira hayatın yasası karışmaktır, ebedi dönüşünde dışarıda kalmayı kabul etmez: Kim bu sıcak akıntıya girmeyi reddederse, kıyıda susuzluktan kavrulur; kim katılmazsa, hayatı ebedi bir dışarıda kalmaya, trajik bir yalnızlığa mahkûmdur. S. 31

İnsanların sözlerini hiç anlamadım.
Tanrıların kollarında büyüdüm ben.

Hölderlin’in olanüstü kahramanlığı tek tek büyün şiirlerindekinden daha güçlü şekilde kendini gösterir: Bununla birlikte her türlü hayat güvencesinden, evden ve yuvadan, bütün bir burjuva hayatından vazgeçtiğini en başından itibaren bilmektedir, “sığ bir kalple mutlu olmanın” daha kolay olduğunu bilir, sonsuza kadar “hayatın zevkleri konusunda amatör” kalacağını bilir. Ama o uslu bir hayatın rahatlığını istemez, tersine, şairane bir karakter yaşamak ister:  Gözlerini yukarı dikerek, zayıf bedeninde dimdik duran ruhuyla, yoksunluk ve sefil giysiler içinde, orada hem rahip hem de kurban olacağı o görünmez sunağa doğru yaklaşır. S . 39

[tek dünya
Müziğin ve ay ışığının ve duygunun
Bir olduğu]

Gül ancak bir bakış onu izleyerek içine çektiğinde gerçek bir gül olabilir, akşam kızıllığı ancak bir insan gözünün retinasında yansıdığı zaman harikadır. İnsanın yok olup gitmemek için tanrısal olana olduğu gibi, tanrısal olanın da gerçekten var olabilmek için insana ihtiyacı vardır. S. 49

Hyperion böyle söyler: “Dahiyi bir kez kucakla ve bir anda sana hayatının bütün bağlarını koparıversin.” S. 53

Uyur genellikle, soylu bir tohum gibi
Ölümlünün kalbi ölü kabuğunda
Zamanı gelene kadar.

Ölçülü ol! Ölçülü!
Ki yolunu kaybedip
Düşmeyesin ve kazaya
Uğramayasın…
Dizginle! Dizginle,
Anne babanın hatırına,
Aşırı canlı,
Şiddetli dürtüleri!
Kırların sessizliğinde
Süsle planını

Susuyorsun ve sabrediyorsun, zira seni anlamıyorlar,
Ey asil varlık! Toprağa bakıyorsun ve susuyorsun
O güzel günde, zira ah! Beyhude
Arıyorsun sana yakın olanları gün ışığında…
Büyük narin ruhların hiç bulunmadığı yerde.

“Uçuruma duyulan o harika özlem”, kendi derinliğini arayan o gizemli çekim, fark edilmeden harekete geçer ve yavaş yavaş Hölderlin daha da bilinçdışı bir hoşnutsuzluğun hafif ateşine tutulur. Alıngan bakışlarının önünde akıp giden gündelik hayat akıp giderek daha hızlı bir şekilde kararır ve toplanmış bulutlardan çakan şimşek gibi bir söz belirir mektuplardan birinde: “Aşk ve nefret parçaladı beni.”

“Kim acısının üstene çıkarsa, o yükselecektir.” der Hyperion.

Neyin yasını tuttuğunu biliyor musun?
Yıllar olmadı o çekip gideli,
Ne zaman buradaydı,
Ne zaman gitti, tam olarak söylenemez,
Ama o vardı ve var, senin içinde.
Daha iyi bir zamandır, aradığın şey, daha güzel bir dünya. Hyperion

Dostum, kendimi tanımıyorum, hele insanları hiç tanımıyorum.

Hyperion’da, hiçbir zaman insanlara yakın olmamış biri, bilmediği bir alanı(savaşı), hiç bulunmadığı bir yeri(Yunanistan’ı), asla ilgilenmediği bir zamanı(şimdiyi) sanatsal figürlerle betimleye çalışıyor. S.101

Bu aralar sık sık öyle geliyor ki bana
Daha iyidir uyumak, arkadaşsız kalmaktan,
Böyle beklemeyi ve arada bir şey yapmayı ve
Söylemeyi
Bilmiyorum ve neye yaradığını şairlerin acil zamanlarda?

Çok az yaşadım. Ama nefesi
Sağudu bile akşamın. Ve sessiz, gölgeler gibi
Buradayım işte ve çoktan şarkısız,
Uyukluyor göğsümde, ürperen kalbim.

Gerçi karanlıkta da parlıyor canlı resimler.

Heinrich Von Kleist

İçimdeki her şey tezgahtaki atık ipler gibi birbirine girmiş durumda.  S. 193

Sadece bırakamadığım için yazıyorum. S.207

Friedrich Nietzsche

Hayattan en büyük tadı almak demek, tehlikeli yaşamak demektir. S.253

Pozların dokunulmazlığı büyüklük değildir;
Pozlara ihtiyacı olanlar, sahtedir…
Bütün resimsi insanlardan kaçının!

“Ben sadece beden ve zihin değilim ki, bilakis bir üçüncüsüyüm. Tamamen ve her şeyimle acı çekiyorum.” S. 269

Nietzsche, “kendime yaptığım en büyük iyilik” dediği “kitaptan kurtulmayı” hasta gözlerine borçludur.  S. 273

Hayata dair çok şey biliyorum, çünkü sık sık onu kaybetmeye çok yaklaştım. S. 274
 
Ebedi canlılıktır önemli olan, ebedi hayat değil.

Derisini soyunamayan yılan yok olur. Düşüncelerini değiştirmesine izin verilmeyen zihinler de yok olur: Zihin olmaya sın verirler.

Büyük bir insan itilir, bastırılır, eziyet edilerek yalnızlığa yükseltilir.



 Kitap için müzik




11 Şubat 2015 Çarşamba

Modern Dünyanın Bunalımı - Rene Guenon



Çapımızın ne durumda olduğunu anlamak için basını izlemek, TV haberlerini dinlemek, karınca yuvaları gibi insanların üst üste yığıldıklarını görmek, yollar ve sanayi kuruluşlarıyla doğanın katledilmesine tanık olmak, pis kokuya ve tırların saldırısına uğramak, ister evde ister dışarıda olsun gürültüye ve tek yönlü haber iletimine maruz kalmak, sadece “terör”ün hüküm sürdüğünü görmek, ferdi yada toplu cinayetleri duymak, insanın mahremiyetinin iğfal edildiğine, psişik robotlaştırmaların yapıldığına şahit olmak, evet çağımızın ne durumda olduğunu anlamak için bunlar yeterlidir.
Mahmut Kanık

Gerçek bilgiye ulaşmak isteyenler onu tekrar bulmak zorundadırlar.  S.37

Bir şeyin gerçekleşmesi, ileri geldiği ilkeden gittikçe artan bir hızla uzaklaştırmasını gerektirir. S.38

“Felsefe” sözcüğü haddizatında çok doğru bir anlamda anlaşılabilir, kuşkusuz ilkel anlamıyla; eğer iddia edildiği gibi özellikle onu ilk kullananın Pisagor olduğu doğruysa… Etimolojik anlamıyla “hikmet aşkı”ndan başka bir anlam ifade etmez. Öyleyse her şeyden önce felsefe, hikmete ulaşmak için önceden çözülmesi gereken bir durumu belirtir.  S.44

Artık geriye sadece “din dışı” felsefe ve “din dışı” bilim, yani gerçek entelektüalitenin inkarı, bilginin en alt düzeyde sınırlandırılması, hiçbir ilkeye bağlı olmayan olayların ampirik ve analitik incelenmesi, bir yığın anlamsız ve belirsiz ayrıntılar içinde dağılma, durmadan birbirlerini çürüten asılsız varsayımların ve modern uygarlığın mevcut tek üstünlüğünü oluşturan pratik uygulamalar dışında hiçbir sonuca götürmeyen eksik görüşlerin birikimi kalmıştır. S.48

Rönesans’la birlikte ün kazanan ve modern uygarlığın tüm programını önceden özetleyebilen bir kelime vardır: “Hümanizm”. Gerçekten de her şeyi insancıl boyutlara indirgemek, üst düzeydeki ilkeleri hesaba katmamak, simgesel olarak ifade edilirse, yeryüzünü fethetmek bahanesiyle gökyüzünden yüz çevirmek söz konusuydu. S. 49

“Hümanizm” çağdaş “laisizm”in ilk şekliydi. S.49

İnsan tabiatı daima tatmin olabileceğinden daha fazla suni ihtiyaçlar yaratır. S.49

Her alanda bir düzensizlik ve bir bunalım hüküm sürmektedir. Eskiden görülmüş olan bunalımların sınırını aşan bir noktaya gelmiştir. Şimdiyse Batı’dan başlayarak bütün dünyayı istila edecek gibi gözükmektedir. S.50

Hindistan’ın kutsal kitaplarınca bildirilen “kastların karışacağı, ailenin bile artık olmayacağı” o korkunç döneme gelmedik mi? Bu durumun gerçekten dünyanın bugünkü durumu olduğunu anlamak, her yerde İncil’in “umutsuzluk belası” dediği derin düşkünlüğü görüp saptamak için, insanın çevresine şöyle bir bakması yeterlidir. S. 50

Madde ötesinde hiçbir şey görmeyecek kadar maddeye dalan ve maddeden daha çok yararlanmak istedikçe maddenin esiri olan insanlar… s. 53

Farklılık kesinlikle karşıtlık demek değildir. S. 53

İşte modern çağın en çok göze çarpan özelliği de budur: Ardı arkası kesilmeyen bir telaş, sürekli değişim ve bizzat olayların kendisiyle birlikte sürüklendiği, durmadan artan hız gereksinimleri… Bu çokluk içinde dağılmadır. Öyle bir çokluk ki, artık hiçbir üstün ilke bilinciyle birleşemez. S. 73

Madde, özü itibariyle çokluk ve bölünme demektir. Bu nedenle sırası gelmişken, ondan doğan her şeyin, bireyler arasında olduğu kadar toplumlar arasında da sadece kavgalara ve her türlü anlaşmazlıklara yol açabileceğini söyleyelim. S.73

Descartes’tan önce “akılcılık” yoktu. s.77

Aristo için fizik, metafiziğe göre “tali”dir, yani fizik metafiziğe bağlıdır. S.83

Doğru bir düşünce “yeni” olamaz, çünkü hakikat insan aklının bir ürünü değildir. Hakikat bizden bağımsız olarak vardır ve biz onu sadece bilmek ve tanımak zorundayız. Bu bilgi dışında ancak yanlış olabilir. Ama, aslında modernler acaba gerçekten hakikat kaygısı çekiyorlar mı ve hatta hakikatin ne olduğunu biliyorlar mı? S. 97

İnsan kendisini içtenlikle “dindar” sanabilir ve aslında hiç de öyle olmayabilir; ya da gerçek geleneksel düşünce konusunda en küçük bir bilgiye sahip olmadığı halde, kendisinin “gelenekçi” olduğunu söyleyebilir;  bu da çağımızın zihinsel düzensizliğinin belirtilerinden biridir. Belirttiğimiz ruh hali, her şeyden önce, eğer ifade yerindeyse, dini “küçültüp önemsiz gibi göstermek” ten, onu kıyıya atılmış bir şey haline getirmekten, ona çok sınırlı ve mümkün olduğu kadar dar bir yer vermekle yetinmekten, onu hayatın diğer geri kalan kısmı üzerinde hiçbir gerçek etkisi olmayan ve bir tür su geçirmez bir bölmeyle hayattan soyutlayan bir şey haline getirmekten ibarettir. S.107

Çoklarına göre din, bir “görenek” demesek de, basit olarak bir “uygulama” ve alışkanlık işidir. Onlar dinle ilgili ne olursa olsun, onu anlamaya çalışmaktan özenle kaçınırlar ve hatta bazıları dini anlamanın yararsız olduğunu veya belki de dinle anlaşılacak bir şey olmadığını düşünürler. S. 108

Şimdilerde din, artık “ahlakçılık” tan başka bir şey değildir ya da en azından öyle gözüküyor ki hiç kimse dinin gerçekten ne olduğunu bilmek istemiyor; oysa ki din apayrı bir şeydir.  S. 108

“Din dışı” çevreler rahat rahat, kutsal şeyleri tartışmakta, onların niteliğine hatta var oluşuna bile itiraz etmektedir. Bu, astın üstü yargılaması, bilgisizliğin bilgelik önüne engeller koyması, yanlışın hakikate üstün gelmesi, bireyin kendisini her şeyin ölçüsü yapması ve tamamen kendi nispi ve yanılabilir aklından çıkardığı yasaları evrene zorla benimsetmeye çalışmasıdır. S. 111

Modern Batı, insanların daha az çalışmayı ve yaşamak için az şeyle yetinmeyi tercih etmelerini hoş karşılamıyor. Sadece nicelik önemli olduğundan ve duyular alanına girmeyen zaten yok sayıldığından, hareket etmeyenlerin ve maddi olarak bir şeyler üretmeyenlerin ancak “tembel” olabileceği sanılmaktadır; bu konuda, Doğu toplumları üzerine günümüzde yöneltilen değerlendirmelerden söz etmesek bile, sadece tefekküre önem veren tarikatların, sözüm ona dini çevrelerde bile, nasıl yargılandığına dönüp bakmak gerekecektir. S. 143

Modern uygarlık suni ihtiyaçların artmasını amaçlar. Daha önce yukarıda da söylediğimiz gibi, sürekli olarak doyurabileceğinden daha çok ihtiyaç yaratacaktır; çünkü insan kendini bir kez bu yola kaptırdı mı, artık o yolda durması çok güçtür ve hatta belirli bir noktada durması için hiçbir neden de yoktur. İnsanlar,  asla düşünmedikleri ve hiçbir zaman akıllarına bile getirmedikleri bu tür şeyler yokken, bunlardan yoksun oldukları için hiçbir ıstırap duymazlardı. Şimdi ise, bu tür şeyler onlarda eksik olursa zorunlu olarak acı çekmektedirler; çünkü onları zorunluymuş gibi görmeye alışırlar; böylece onlar gerçekten kendilerine zorunlu oldu. Bu yüzden bütün imkanlarıyla, kendilerine maddi doyumların tümünü sağlayacak şeyleri edinmeye çalışıyorlar; tatmin olabilecekleri tek doyum maddi doyumlardır: Sadece “para kazanmak” söz konusudur, çünkü eşya edinmek ancak parayla mümkündür; insan ne kadar çok paraya sahip olursa, o kadar çok eşya edinmek ister, çünkü durmadan kendine yeni ihtiyaçlar bulur. Böylece bu ihtiras bütün hayatın biricik gayesi olur. Bazı “evrimciler” in “hayat kavgası” veya “geçim derdi” adı altında bilimsel yasa saygınlığına yükselttikleri vahşi rekabet buradan kaynaklanmaktadır. Bunun mantıksal sonucu ise, kelimenin en dar anlamıyla, sadece en kuvvetlilerin var olmaya hak kazanmış olmalarıdır. Zengin olmayanların zenginlere karşı gıpta ve nefret etmelerinin temel nedeni budur. S. 144 – 145

Modern düşünce Hıristiyanlığa karşıdır, çünkü öz itibariyle dine karşıdır. S. 147


Kitap için müzik

10 Şubat 2015 Salı

Subliminal bilinç dışınız davranışlarınızı nasıl yönetir




“Subliminal” sözcüğü Latincedir ve “eşiğin altında” anlamına gelir. Psikologlar bu terimi “bilinç eşiğinin altında kalan” anlamında kullanırlar. Bu kitap, algımızı genişleten subliminal etkiler; bilinçsiz zihinsel süreçlerimiz ve bu süreçlerin bizi nasıl etkilediği hakkındadır. İnsan yaşantısını tam anlamıyla kavrayabilmek için, bilinçli ve bilinçsiz benliklerimizin her ikisini ve birbirleriyle nasıl etkileştiklerini anlamamız gerekir. S.13



1. Yeni Bilinçdışı



  • Kalbin kendine özgü, mantığın anlamadığı sebepleri vardır



İradi, bilinçli davranışları: alışılagelmiş ve otomatik olanlardan ayırt etmek zor olabilir. Gerçekten de biz insanlar davranışların bilinçli olarak yapıldığına inanmaya öylesine meyilliyizdir ki yalnızca kendi davranışlarımızı değil, hayvanlar alemi davranışlarını da böyle okuruz. Bunu ev hayvanlarımıza da yaparız. Bu tutuma antopomorfize etmek / insana benzetmek / insanlaştırmak denir. S.22



İnsanların temel arzusu, kendilerine ilişkin olarak kendilerini iyi hissetmektir ve bu nedenle, bilinçdışı bir şekilde, kendilerininkine benzeyen özellikler lehinde önyargılıdırlar; isterse bu soyadı gibi görünürde anlamsız bir özellik olsun. S.31



Atıştırmalık bir yiyeceğin kabının büyüklüğünün iki katına çıkarılması halinde,  içindeki yiyeceğin tüketiminin yüzde otuz ila kırk beş oranında arttığı anlaşılmıştır. S.33



Araştırmalar, allayıp pullamaların yalnızca insanları şiirsel biçimde tarif edilmiş yiyecekleri ısmarlamaya teşvik etmekle kalmadığını; ayrıca bu yiyeceklerin tadını, onlarla tıpatıp aynı olan, ama menüde süssüz adlarla listelenmiş yiyeceklerinkinden daha lezzetli bulduklarını göstermiştir. S. 34



Eğer bilgi sindirilmesi zor bir biçimde sunulmuşsa, bu durum o bilginin konusu hakkındaki yargılarımızı etkilemektedir. S. 35



Şarap araştırmasında, İngiltere’de bir süpermarkette fiyatları ve nitelikleri bakımından benzer dört Fransız ve dört alman şarabı rafa dizilmiştir. Şarapların dizili olduğu rafın üzerindeki teypte bir gün Fransız, bir gün Alman müziği çalınmıştı. Fransız müziği çalınan günlerde satılan şarapların yüzde 77’si Fransız şarabı; Alman müziği çalınan günlerde satılan şarabın yüzde 73’ü Alman şarapları olmuştu. s.37



"İnsanlar bir ürün aldıklarında zevkin o ürünün kalitesine bağlı olduğunu düşünürler ama ne hissedecekleri aynı zamanda, büyük ölçüde, o ürünün nasıl pazarlanacağına bağlıdır" diyor Rangel. "Örneğin başka şekillerde tanımlanmış yahut farklı markalar altında etiketlenmiş ya da farklı fiyatlandırılmış aynı biranın tadı tüketiciye çok farklı gelebilir. Aynı şey, insanlar asıl meselenin üzümler ve şarabı yapanın uzmanlığı olduğunu düşünmekten hoşlanmasalar bile, şarap için de geçerlidir.” Gerçekten de araştırmalar gözler bağlı bir şekilde tattırıldığında, insanların şarabın tadıyla fiyatı arasında pek az ilişki kurduklarını göstermektedir, ancak şaraplar gözler açık tadıldığında fiyat ve tat arasında çok güçlü bir ilişki kurulmaya başlanmaktadır. İnsanlar pahalı şarabın tadının daha iyi olacağını düşündüklerinden, Ranger araştırmaya dahil ettiği deneklerin şişesinin üzerinde yalnızca 90 dolarlık fiyat etiketi bulunan şarapların tadının 10 dolarlık etiket taşıyan şaraplardan daha iyi olduğunu söylemesi karşısında şaşırmamıştır.  Ama Ranger hile yapmıştı: Farklı sanılan bu iki şarap aslında aynıydı. Farklı sanılan bu iki şarap aslında aynı şaraptı; her ikisi de aslında 90 dolara satılan bir şaraptı. Daha da önemlisi, şarap şarap tadımı yapılırken, aynı zamanda deneklerin beyinleri de fMRI cihazıyla taranmaktaydı. Sonuçta elde edilen görüntülerden şarabın fiyatının beynin gözlerin arkasında kalan ve orbitofrontal korteks denilen bölümü harekete geçirdiği anlaşılmıştır; bu kısım beynin zevk alma deneyimiyle ilgili kısmıdır. Böylece, her iki şarap birbirinin aynı olmasına rağmen tatlarındaki fark gerçekti yahut en azından deneklerin her iki şarap arasında algıladığı tat farkı öyleydi.



Fiziksel olarak aynı olmasına rağmen, nasıl olur da beyin birinin tadının diğerinden daha iyi olduğu sonucuna varabilir? Naif görüş, tat gibi duyusal sinyallerin, duyu organından beynin bu sinyalleri değerlendiren bölümüne az çok ulaştığı düşüncesidir. Fakat, göreceğimiz gibi beynin mimarisi bu denli basit değildir. Siz farkında olmamanıza rağmen, serin şarap dilinizin üzerinden akarken, onun yalnızca kimyasal bileşimini tatmazsınız; ayrıca fiyatını da tadarsınız. Aynı etki Cola – Pepsi savaşlarında da, bu kez markayla ilişkili olarak, gösterilmiştir. Bu etki uzun zaman önce “Pepsi Paradoksu” olarak adlandırılmıştır. Gözler bağlıyken yapılan testlerde Pepsi şaşmaz şekilde galip gelmesine rağmen, insanlar ne içtiklerini bildikleri zaman Cola’yı tercih etmektedirler.  Yıllar boyunca bu durumu açıklamak için çeşitli teoriler öne sürülmüştür. Bariz bir açıklama marka adının etkisidir ama deneklere içeceklerini yudumlarken tadını aldıkları şeyin aslında Cola’nın bütün o moral yükseltici reklamları mı olduğu sorulduğunda, buna hemen hemen hepsi reddetmişlerdir. Ancak 2000’li yılların başlarında, yeni beyin görüntüleme araştırmaları, beynin orbitofrontal kortekse komşu bir alanı olan ve ventromedial prefrontal korteks yahut VMPK adı verilen bölümünün, bir ürüne ait bildiğimiz bir markayı düşündüğümüzde hissettiğimiz sıcaklık, belli belirsiz duyguların yeri olduğunu ortaya koymuştur. 2007 yılında, araştırmacılar beyinlerinin VMPK kısmında önemli hasar bulunduğu beyin taramasıyla anlaşılan bir grup denek ve VMPK hasarsı olmayan başka bir grup denek toplamışlardı. Tam bekleneceği gibi, hem VMPK’ları normal hem de hasarlı kişiler ne içtiklerini bilmedikleri zaman Pepsi’nin tadını Cola’ya tercih etmişlerdi. Ve yine bekleneceği üzere, beyinleri sağlıklı olanlar ne içtiklerini bildikleri zaman tercihlerini değiştirmişlerdir. Fakat VMPK’ları (yani beyinlerinin “marka değerlendirme modülü”) hasarlı olan kişiler, tercihlerini değiştirmemişlerdir. Ne içtiklerini bilseler de bilmeseler de Pepsi’yi tercih etmişlerdir. Bir markaya karşı bilinçdışı bir şekilde duyulan sıcak ve belirsiz duyguları hissetmememiz halinde, Pepsi paradoksu ortadan kalkmaktadır.

S. 39



2. Duyular Artı Zihin Eşittir Gerçeklik



Yüzlerin öneminin bir yansıması da şudur: Erkeklerin dişi vücuduna o denli güçlü bir çekim hissetmelerine yahut kadınların erkeğin fiziksel görünümüne onca önem vermelerine rağmen, insan beyninde kadınların sıkı kalçalarını yahut erkeklerin güçlü kaslarındaki nüansları ayırt etmeye adanmış bir kısmın bulanmadığı gerçeği, yüzlerin ne kadar önemli olduğunu yansıtır. Çünkü beyinde insanların yüzlerini analiz etmekte kullanılan ayrı bir bölüm vardır. S. 57



Göz kürenizi kontrol eden altı kas, gözlerinizi her gün yüz bin kere civarında hareket ettirir ve bu günlük kalp atışı sayınıza yakındır. Eğer gözleriniz basit bir video kamera olsaydı, bütün bu hareketler videoyu izlenemez hale getirirdi. S.67



3. Hatırlamak ve Unutmak



Sahte anılar ve bilgilerin zihne aşılanması öylesine kolaydır ki, bu tür anılar üç aylık bebeklere, gorillere ve hatta güvercinlerle farelere bile aşılanmıştır. İnsan türü olarak bizler sahte anılara öylesine eğilimliyizdir ki, bazen öyle laf arasında birisine gerçekte olmamış bir olayını olmuş gibi söylemek bile yeterli olabilir. S. 105


Pepsi Paradoksu


"İnsanlar bir ürün aldıklarında zevkin o ürünün kalitesine bağlı olduğunu düşünürler ama ne hissedecekleri aynı zamanda, büyük ölçüde, o ürünün nasıl pazarlanacağına bağlıdır" diyor Rangel. "Örneğin başka şekillerde tanımlanmış yahut farklı markalar altında etiketlenmiş ya da farklı fiyatlandırılmış aynı biranın tadı tüketiciye çok farklı gelebilir. Aynı şey, insanlar asıl meselenin üzümler ve şarabı yapanın uzmanlığı olduğunu düşünmekten hoşlanmasalar bile, şarap için de geçerlidir.” Gerçekten de araştırmalar gözler bağlı bir şekilde tattırıldığında, insanların şarabın tadıyla fiyatı arasında pek az ilişki kurduklarını göstermektedir, ancak şaraplar gözler açık tadıldığında fiyat ve tat arasında çok güçlü bir ilişki kurulmaya başlanmaktadır. İnsanlar pahalı şarabın tadının daha iyi olacağını düşündüklerinden, Ranger araştırmaya dahil ettiği deneklerin şişesinin üzerinde yalnızca 90 dolarlık fiyat etiketi bulunan şarapların tadının 10 dolarlık etiket taşıyan şaraplardan daha iyi olduğunu söylemesi karşısında şaşırmamıştır.  Ama Ranger hile yapmıştı: Farklı sanılan bu iki şarap aslında aynıydı. Farklı sanılan bu iki şarap aslında aynı şaraptı; her ikisi de aslında 90 dolara satılan bir şaraptı. Daha da önemlisi, şarap şarap tadımı yapılırken, aynı zamanda deneklerin beyinleri de fMRI cihazıyla taranmaktaydı. Sonuçta elde edilen görüntülerden şarabın fiyatının beynin gözlerin arkasında kalan ve orbitofrontal korteks denilen bölümü harekete geçirdiği anlaşılmıştır; bu kısım beynin zevk alma deneyimiyle ilgili kısmıdır. Böylece, her iki şarap birbirinin aynı olmasına rağmen tatlarındaki fark gerçekti yahut en azından deneklerin her iki şarap arasında algıladığı tat farkı öyleydi.



Fiziksel olarak aynı olmasına rağmen, nasıl olur da beyin birinin tadının diğerinden daha iyi olduğu sonucuna varabilir? Naif görüş, tat gibi duyusal sinyallerin, duyu organından beynin bu sinyalleri değerlendiren bölümüne az çok ulaştığı düşüncesidir. Fakat, göreceğimiz gibi beynin mimarisi bu denli basit değildir. Siz farkında olmamanıza rağmen, serin şarap dilinizin üzerinden akarken, onun yalnızca kimyasal bileşimini tatmazsınız; ayrıca fiyatını da tadarsınız. Aynı etki Cola – Pepsi savaşlarında da, bu kez markayla ilişkili olarak, gösterilmiştir. Bu etki uzun zaman önce “Pepsi Paradoksu” olarak adlandırılmıştır. Gözler bağlıyken yapılan testlerde Pepsi şaşmaz şekilde galip gelmesine rağmen, insanlar ne içtiklerini bildikleri zaman Cola’yı tercih etmektedirler.  Yıllar boyunca bu durumu açıklamak için çeşitli teoriler öne sürülmüştür. Bariz bir açıklama marka adının etkisidir ama deneklere içeceklerini yudumlarken tadını aldıkları şeyin aslında Cola’nın bütün o moral yükseltici reklamları mı olduğu sorulduğunda, buna hemen hemen hepsi reddetmişlerdir. Ancak 2000’li yılların başlarında, yeni beyin görüntüleme araştırmaları, beynin orbitofrontal kortekse komşu bir alanı olan ve ventromedial prefrontal korteks yahut VMPK adı verilen bölümünün, bir ürüne ait bildiğimiz bir markayı düşündüğümüzde hissettiğimiz sıcaklık, belli belirsiz duyguların yeri olduğunu ortaya koymuştur. 2007 yılında, araştırmacılar beyinlerinin VMPK kısmında önemli hasar bulunduğu beyin taramasıyla anlaşılan bir grup denek ve VMPK hasarsı olmayan başka bir grup denek toplamışlardı. Tam bekleneceği gibi, hem VMPK’ları normal hem de hasarlı kişiler ne içtiklerini bilmedikleri zaman Pepsi’nin tadını Cola’ya tercih etmişlerdi. Ve yine bekleneceği üzere, beyinleri sağlıklı olanlar ne içtiklerini bildikleri zaman tercihlerini değiştirmişlerdir. Fakat VMPK’ları (yani beyinlerinin “marka değerlendirme modülü”) hasarlı olan kişiler, tercihlerini değiştirmemişlerdir. Ne içtiklerini bilseler de bilmeseler de Pepsi’yi tercih etmişlerdir. Bir markaya karşı bilinçdışı bir şekilde duyulan sıcak ve belirsiz duyguları hissetmememiz halinde, Pepsi paradoksu ortadan kalkmaktadır.

9 Şubat 2015 Pazartesi

Yedi Askı - Züheyr ve Muallakası

Yedi Askı, İslamiyet öncesinde (cahiliye devrinde) Ukaz panayırında şiir yarışmaları sonucu beğenilip Kabe duvarına asılarak ödüllendirilen yedi şiir(kaside)’ye verilen isimmiş. Arapça ismi ise
El-Muallakatu's-Seb

Kitapta yer alan yedi şair arasında yaşamı en ilginç olan Tarafe adlı şair. 25 yaşında hükümdarı hicvettiği için elleri ve ayakları kesildikten sonra miladi 569 yılında diri diri toprağa gömülen bir şair Tarafe.

Burada paylaşacağım kaside ise Züheyr’e ait. İkinci halife HZ. Ömer, Züheyr için “şairlerin şairidi” demiş.

Bu da yazdığı kasidenin son kısmı:

53- Ölümden bir insan ne kadar korksa da ölüm onu yine bulur.
İsterse merdiven bulup gökyüzüne çıksın!

54- Fakat ihsanını layık olmayan kişiye yapan insan da övülecek
iken kınanır ve kendi de buna pişman olur.

55- Yerinde duran mızraklara isyan eden nihayetinde daha
uzunlarına itaate mecbur kalır.

56- Silahıyla kendi haremini korumayan kişinin haremine girerler
ve zalim olmayan zulme maruz kalır.

57- Bir kimse gurbete çıkarsa henüz tecrübe etmediği insanlar
arasında olduğundan dostunu düşman zanneder ve kendisine saygı
duymayana saygı gösterilmez.

58- Her ne zaman bir insan kötü bir huyunu herkesten saklıyorum
zannederse, kendisini aldatmış olur. Çünkü o kötü huyu bilinir ve
görülür.

59- Sustuğunda, susması hoşuna giden pek çok kimseler
görürsün. Ancak daha fazla veya eksik bir meziyete sahip olup
olmadığı konuşmaya başlayınca anlaşılır.

60- Kişinin yarısı dili, diğer yarısı da kalbidir. Bundan geri kalanı kan ve etten ibarettir.

61- İhtiyarlıkta azgınlığın sonu kabirdir. Gencin ise cahillik devri geçer, bir gün olur aklını başına toplar.

62- İstedik, verdiniz. Gene istedik, gene verdiniz. Halbuki tekrar tekrar isteyenleri (sizden başkaları) mahrum ederler.