29 Kasım 2018 Perşembe

Kristof Kolombun İspanya Kraliçesine Yazdığı Mektup


Amerikan yerlilerinin maruz kaldığı soykırımın özeti:

“Yeryüzünde bunlardan daha iyi bir ulus bulunmadığına Majestelerin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar. Bu sözlerin hemen ardından ise şöyle yazar: “Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yaptırabiliriz.”

Görünmez Goril




“Görülmeyen   goril”, psikoloji disiplininin ilginç deneylerinden biriymiş. Bu deneyde, katılımcılardan üçü beyaz, üçü siyah kıyafet giymiş iki grubu birbirleriyle basketbol oynarken izlemeleri ve beyaz kıyafetli grubun kaç kez paslaştığını saymaları isteniyor. Denekler, paslaşmaları saymaya odaklanmışken, ortama goril kıyafeti giymiş birisi geliyor  ve kısa bir süre ekranda kalıyor. Deney bitince, katılımcılara gorili fark edip fark etmedikleri soruluyor . Harvard Universitesi’nde iki psikolog tarafından gerçekleştirilen ve katılımcıların yarısının gorili fark etmedikleri yanıtını verdikleri bu deney, algılamalar ve gerçeklik arasındaki farkı göstermesi açısından önemlidir. Deneyin sonucunda şu sonuçlara varılıyor : İnsanın sezgileri yanıltıcı olabilir. Etrafımızda olan biten pek çok şeyi aslında o anda başka bir şeye odaklandığımız için kaçırıyoruz. Başka bir deyişle dikkatimizi vermediğimiz için zaman zaman geçici bir körlük yaşayabiliyoruz.

Söz konusu deney


Yüksek Standart



Fotoğrafçı Margaret Bourke-White tarafından çekilen dünyanın en meşhur fotoğraflarından biri. Posterin üst kısmında yer alan byük puntolu yazıda "Dünyanın En Yüksek Hayat Standardı" denmekte ve aşağıda 'Amerikan Tarzı Gibisi Yoktur' ifadesi yer almaktadır. Billboardun altında ise ekmek dağıtımında paylarına düşecekleri alabilmek için kuyrukta bekleyen yoksul siyah Amerikalılar görünmektedir.

Bu fotoğrafa bakınca günümüz sosyal medyası geliyor aklıma. Bir yanda sanal yüksek standartlar sunulurken öte yanda her alanda büyük bir yozlaşmışlık ve kıtlık yaşanıyor. 

29 Mayıs 2018 Salı

Denize Gömülenler, Suriyelilerle Avrupa Yolunda










Denize Gömülenler, Suriyelilerle Avrupa Yolunda –
Wolfgang Bauer
Avrupa sınırlarını geçilmez kıldıkça, kaçakçılar durmadan daha tehlikeli yollar seçmek zorunda kalıyor. Avrupa sınırları dört yüz bin polisten oluşan bir ordu tarafından korunuyor. Altı metre yüksekliğinde tel örgülerle çevrili her yer, İspanya eksklavları Mililla ve Ceuta’da olduğu gibi. Bulgaristan ve Yunanistan da sığınmacı geçişlerine karşı yeni önlemler inşa etti. Cebelitarık Boğazı çok pahalı radar ve kamera sistemleri ile donatıldı. Sistem, Atlantik Okyanusu’nun Kanarya Adaları ile Batı Afrika arasında kalan bölümünü de kontrol altında tutuyor. Savunma savaşına birçok ulustan polis kuvveti katılıyor, aralarında askeri güçler ve özel birlikler de var. Helikopterler katılıyor operasyonlara, insansız hava araçları ve savaş gemilerinden oluşan donanmalar sürekli devriyede. Donanıma ve birliklerin gücüne bakıldığında, sanki askeri bir istilaya karşı savaş veriliyor demekten kendini alamıyor insan.
Avrupa sınırları yeniden ölüm hatlarına dönülmekte. Doğu Almanya’nın inşa ettiği Berlin Duvarı’nda elli yıllık sürede iltica etmek isteyen yüz yirmi beş insan öldürülmüştü. Özgür dünya bu nedenle Berlin Duvarı’nı, insanlık dışı diye eleştirmişti. Soğuk Savaş sonrasında Avrupa’yı çevreleyen duvarlarda, 2014 yılı ilkbaharına kadar yaklaşık yirmi bin sığınmacı öldü. Çoğu Akdeniz’de boğularak hayatını kaybetti. Dünyada başka hiçbir deniz sınırı bu kadar ölüye şahit olmuyor, olmadı.  S. 18
Libya veya Tunus’tan yola çıkmak istemedik. İtalya, Libya veya Tunus’a daha yakın. Yakın ama botlar çürük, külüstür. Yol daha uzun olduğundan Mısırlı kaçakçılar daha iyi gemilerle yola çıkmak zorunda kalıyor. En azından söylentiler böyleydi, böyle düşündük, buna umut bağladık. S. 19
Mısır’da karşıdevrim her şeyi allak bullak etmiş, ordu darbe yapmış, demokratik seçimlerle başa geçen Muhammed Mursi devrilmiş, birkaç ay içinde hava değişivermiş, Suriyeli sığınmacılara olumsuz bakılmaya başlanmış. Cunta rejimi vize koymuş, Amar eskisi gibi iş seyahatlerine çıkamaz olmuş. Korkmuş, giriş vizesi alamamaktan, geri gelememekten korkmuş. Yabancı düşmanlığı Nil kıyılarına çöreklenmiş. TV sunucuları Suriyeli sığınmacılara kin kusar olmuş, iş bulmaları iyice zorlaşmış. Mısırlılar, Suriyelilerden alışveriş yapılmasın çağrısı yapmaya başlamış. Amar’dan alışveriş yapılmasın çağrısı. Mısırlılara göre Suriyeliler artık teröristtirler, güvenliği bozan insanlar olmuşlardır. Mısırlıların ellerinden işlerini alan, asalak, milletin sırtından geçinen insanlar. S. 20
Ben gideceğim. Günün birinde geri döndüğüm için pişman olmak istemiyorum. Burada Mısır’da kızlarımın başına bir şey gelirse kendimi affetmem. S. 44
Akdeniz’in kuzey kıyılarına ulaşabilen sığınmacılara karşı insaflı ve yufka yürekli görünmeye çalışan Avrupa ülkeleri, aynı denizin güney kıyılarında acımasız bir taşeron savaşı sürdürüyor. S. 45
Yanı başımızda dizlerinin üzerine çökmüş Bissan, şeker hastası kız. Kıyıya bakıyor, hüngür hüngür ağlıyor. Sesinden motor gürültüsünü duymak mümkün olmuyor bir ara.
Anneleri dalgaların arasında siyah hicabı ile. Kollarını kaldırıp teknelere bağırıyor. Kaptanların aldırdığı yok, hareket etmişler. Bissan’ın dalgaya kaptırdığı, içinde insülin iğneleri bulunan sırt çantası dalgaların arasında. Gemiye biniş esnasında çığı zaman aileler birbirini kaybediyor. Anasız babasız ulaşıyor çocuklar İtalya kıyılarına. Bir kere gemiye binildi mi geri dönüş yok. Dönüşü olmayan bir biniş hep. S. 50
Önce otuz sekiz kişiydik. Sonradan gelenlerle altmış kişiden fazla olduk. Gelen her grupla oda sıcaklığı da artıyor. Omuz omuza uyuyoruz. Gelen her grupla oda sıcaklığı da artıyor. Omuz omuza uyuyoruz. Suriye’nin orta direği buraya toplanmış: Ortada karısı ve iki küçük oğluyla bir tekstil fabrikasının Daraalı sahibi. Öbür tarafta Darayyalı çikolata fabrikatörü ve iki kızı. Eskiden Suriye televizyonunda kameraman olarak çalışan bir diğeri, birçok mühendis ve öğretmen. Kıyıda ailelerin çoğu birbirinden ayrılmış, parçalanmış. Bazıları ilk tekneye binmeyi başarmış, bazıları daha kıyıda yakalanmış, bazıları da ana gemiye ulaşmayı becermiş. Ancak, gemide artık yeteri kadar yiyecek içecek olmadığından o da geri dönmek zorunda kalmış. Denizde bir kum yığınına indirivermişler onları. Deniz yükselir de boğuluruz diye ödleri patlamış korkudan. Bazılarını peşin para karşılığında balıkçılar almış adadan. Sonra da polise teslim etmişler.
Tutukluların en genci beş yaşında. İki ablası ile beraber yakalanıp gözaltına alınmış küçük bir kız. Her akşam korkunç bir bağırış hapishane koğuşumuzda. İşkenceye uğrayanların, dayak yiyenlerin bağrışları, dayan atanların küfürleri ve bağırışları. 2011’in Ocak ayında diktatör Hosni Mubarak’ın hâkimiyeti sarsılmaya başlayınca, kitlelerin İskenderiye’de akın ettikleri ilk binalardan biri bu hapishaneymiş. Gardiyanları ve güvenlik güçlerini etkisiz hale getirmiş, hapishanenin kapılarını açıp mahkumları serbest bırakıp talan ettikten sonra da ateşe vermişler. Ta o zamanlarda nam salmış bu hapishane İskenderiye’nin en berbat işkencehanelerinden biri olacak. O zamanın işkenceleri kısa bir aradan sonra geri gelmiş. Hapishanenin katlarında boyacılar çalışıyor harıl harıl. Duvarlar tamir ediliyor, yangından kalan izler ve is boyanarak kapatılmaya çalışılıyor. Bağrışlara, çığrışlara ve yakarışlara aldırmadan lakayt ve monoton işlere devam ediyor işçiler. Bizim gardiyanlardan birisi bu konuda şöyle demişti: “Mısır’da doğup büyüyen birisi bu bağrışları duymamayı öğrenir.” S. 56-57
Stanislav ve bana uçuş için gerekli evrakımızı çıkış kapısında verdiler. Belgeler bizi birkaç saniye içinde başka insanlara dönüştürmeye yetti. Mahkumiyetten, imtiyazlı çok uçan kategorisine geçiverdik. Artık Avrupa denilen Elsium vatandaşı olduk. Birkaç metrekarelik hareket alanımızda çıktık, bütün dünyanın kapıları bize açık. Elimde karton kapağında altın farklı soğuk damgayla “Avrupa Birliği” yazılı bordo kırmızısı pasaport.
Donuk ışıklar göstermişti uçağa biniş yolunu. Arka fonda hafif müzik. Hava parfümlü. Sevimli hostesler nazikçe selamladı. “Çay mı içersiniz, kahve mi?” Sınırı geçmemize engel teşkil eden bütün yapılanmalar ve müesseseler bize yardımcıydı artık ve üstelik reklamlarla ucuz geziler sunuyorlardı. Tüm engeller, bizi durduran ne varsa şimdi en kısa ve en çabuk yoldan hedefimize ulaşmamıza hizmet ediyordu.  S. 64
Sığınmacıların yarısını daha iyi iş bulabilmek umuduyla Avrupa’ya gitmek isteyen Mısırlılar oluşturuyor. Avrupa’ya vardıklarında Suriyeli olduklarını söyleyeceklerdir. S. 74-75
Amar İstanbul’da yeni bir plan yapmakla meşguldü. Her şeye rağmen ve ne olursa olsun Almanya’ya gitmek istiyordu. Türkiye’de kalmak onun için bir opsiyon değildi. Yeni memleketi Türkiye olamazdı. Tabii ki ailesini İstanbul’a getirebilirdi ama geçimlerini nasıl temin edeceklerdi? Türkiye sığınmacı doluydu. Zaten bu ülkede milyonlarca Suriyeli ve Iraklı sığınmacı kendilerine yeni bir gelecek aramaktaydı. Almanya’da daha kolay bir yaşam düşüncesi yet etmişti aklında Amar’ın. S. 77
Kurbanların sayısı durmadan artar. Avrupalı politikacılar için sınırın en güvencesiz bölümü sığınmacılar için en güvenceli bölümüdür. Avrupa’nın dış sınırlarında donanım arttıkça, sınırlar geçilmez hal aldıkça şebekeler sığınmacıları daha tehlikeli güzergahlara yönlendirirler. Sığınmacıların ölümü ile sonuçlanan her trajedi Avrupalılar için sınırları daha “güvenli” hale getirmeye vesile olur. Güya ölümleri engellemek için alınır bu önlemler. Ama her yeni önlem daha çok ölüme neden olur. S. 78
Yasalarımız biz insanları, korumak, toplumun daha iyi bir toplum olmasına hizmet etmek için vardır. bazen ama yasaların insanları tehlikeye attığı, toplumun daha kötü bir toplum olmasına sebep olduğu da görülüyor. Böylesi bir durumda bu yasalara uymak mı gerekir? Fotoğrafçı arkadaşım Stanislav Krupar ve ben hapishanede o iki kardeşe “Size yardım edeceğiz” demiş, söz vermiştik. “İtalya’ya geldiğinizde gelip sizi oradan alacağız” demiştik. Yaşamlarını yeniden başka suçluların ellerine teslim etmelerine gönlümüz razı olmuyordu. Alaa, Hussan ve Beşar’ın hayatlarını bir kez daha tehlikeye sokmalarını istemiyorduk. Verdiğimiz sözü tutmamız yürürlükteki yasaları ihlal demek oluyordu. Pasaportsuz, vizesiz insanları Avrupa’da bir yerden başka bir yere taşıyacağız. Bunun kahramanlıkla hiçbir ilgisi yok. İstediğimiz tek şey, kendimizi olan saygımızı, onurumuzu yitirmemek. S. 96
Kondüktör bu kez Alaa’nın önünde dikilmektedir, Alaa’nın trene biner binmez bilet almak için geldiğini hatırlar. “Makbuz ister misin? Diye sorar. Alaa eliyle istemez işareti yapar, üç bilet ister ve yüz seksen avro verir ama kondüktör ona tek bir bilet verir. Belliydi ki kondüktör Alaa’nın kaçak olduğunu anlamış, yüz yirmi avroyu cebine indirmiştir. Tıpkı Almanya’daki taksi şoförü gibi sığınmacıların zor durumda olmalarından kendisine pay çıkarmıştır. Bu konuda deneyimli olduğu bellidir. “Tamam mı?” diye sorar bir de Danimarka demiryolları kondüktörü. S. 106
Dokuz milyon nüfuslu İsveç sığınmacı yükünün altında kıvranıyor. Sadece Alaa ve Hussan’ın bu kuzey ülkesine ulaştıkları hafta iki bin yüz sığınmacı gelmiş. 2013 yılında toplam altmış bin, 2014 yılında seksen binin üzerinde olacağı tahmin ediliyor. Ülkenin yakın geçmişinde hiç bu kadar yabancı geldiği görülmemiş. Yeni gelenleri topluma entegre etmesi gittikçe zorlaşan bir İsveç toplumu. Çoklukla Araplardan ve Somalililerden oluşan gettolar ortaya çıkmış. İşsiz sığınmacı sayısının ve sığınmacılara saldırının sürekli arttığı bir toplum…. S. 144



16 Mart 2018 Cuma

Herkesin iyilik yapmaya ihtiyacı var




Bu toplumda, bugün, bütün 80 milyonu ortak paydada birleştirecek tek payda iyiliktir. Herkesin iyilik yapmaya ihtiyacı var, herkesin iyilik yapma yeteneği var, herkesin iyilik yapma iddiası var, İyilik bir ödev değil, kendi ruhsal gelişimini gerçekleştirmenin bir aracı. İnsanların bireysel ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik davranışları arasında insana en fazla mutluluk veren davranış.

Mahmut Hocamı üniversiteye başladığım ilk yıl Sosyolojiye Giriş dersinde tanıdım. Derste öylesine sarsar, öyle kafamı karıştırırdı ki bir dönemlik sosyolojiye giriş dersi ve gene bir dönem aldığım Türkiye'nin Toplumsal Yapısı dersleri bittikten sonra bile bu derslerde kafamda oluşan sorulara cevap bulmak için sürekli araştırmalar ve okumalar yapmam gerekti. 
İyi bir hoca iyi ders anlatan hoca değildir. İyi bir hoca aynı zamanda ilham veren hocadır. Mahmut hoca da ilham veren hocalardan biriydi benim için. 

Bu videoyu izleyecek olanlar sadece 10 dakikalığına dinlemiş olacak bu kalbi güzel adamı. Benim hem hocam hem de idolüm olması sebebiyle onu tanımış olmaktan hem lisans hem de yüksek lisans tez danışmanım olmasından, bıkmadan sıkılmadan va üşenmeden bilgilerini aktarmasından onur duyuyorum (Bu sözleri kendisine karşı söylesem yalakalık gibi durabilir diye söylemekten çekinmişimdir hep, en azından burada yazmış olmak bile rahatlattı doğrusu). Umarım tüm öğrencilerin böyle hocaları olur hayatında onlara yol gösteren ve ilham veren. 


10 Şubat 2018 Cumartesi

'Vurun çingenlere' diyorlardı

Elimden geldiğince ayrımcılık, sosyal mesafe, ırkçılık üzerine yaptığım araştırmalarda bulduklarımı paylaşmayı karar verdim. Bu paylaşımları "Ayrımcılık ve Ötekileştirme" adlı etiket altında toplayacağım. Amacım hem bu konulara dikkat çekmek hem de ileriye yönelik bu arşiv üzerinden blog için bir makale yazmaktır. 

Fotoğrafların yazıyla hiçbir alakası yoktur. Sadece böyle güzel gülebilen çocuklara karşı yapılan ayrımcılığa defalarca şahit olmuşumdur. İşin aslı küçükken çingene mahallesinden geçerken ben de korkardım ve çocuklarla oynamazdım. Geçmişin telafisi yok, geleceği kurtarmaya bakalım.

'Vurun cingenlere' diyorlardı

 

Selendi'deki Romanlar olayların nedenini şöyle anlatıyor: Kahvehanede 'Çingenelere çay vermem' dediler. Tartıştık. Ayrımcılık var. Saldırırken 'Vurun cingenlere' diyorlardı.

MANİSA/İSTANBUL - “Kahveye girdim, çay istedim. Bana çay vermediler. ‘Cingenlere çay vermem, çık git’ dedi. Tartıştık. Bunlar da beni dövdü.”
Manisa’nın Selendi ilçesinde, 5 Ocak gecesi yaşanan utanç gecesinin ‘baş kahramanı’ Burhan Uçkun, yaşadıklarını böyle anlatıyor. Anlattıkları, ‘Bir grup Roman’ın sigara kavgası yüzünden ilçeyi karıştırdığı’ iddialarıyla taban tabana zıt. Üstelik Uçkun, Roman Mahallesi’ne yürüyen kalabalığın ise bizzat belediye anonsuyla toplandığını iddia etti!
Selendi’de yılbaşı gecesi Çavuş’un Yeri Kahvesi’ne giden Uçkun ile kahvedekiler arasında tartışma çıktı. Kavgaya dönüştü. Uçkun’un babası aynı gün geçirdiği kalp kriziyle öldü. Bu olaydan beş gün sonra kahvedekilerle Uçkun ve Uçkun’un yakınları arasında yine kavga çıktı. Hemen ardından toplanan 1000 kişi Romanların yaşadığı yerlere doğru yürüdü. Evler, çadırlar taşlandı, otomobiller, minibüsler devrilip yakıldı. Olaylar beş saat sonunda ‘dindirilebildi’. Kimse gözaltına alınmadı.

‘Şen’ Romanlara sığındılar
Selendi‘de yaşayan 15’i çocuk, 20’si kadın 74 Roman Jandarma Komutanlığı’nda ‘koruma altına’ alındı. Ardından polis eskortu eşliğinde Selendi’den çıkarılıp Gördes’e götürüldüler. Gidenlere tüm bu yaşananlar göz önüne alındığında ‘şaka gibi’ bir ismi olan dernek sahip çıktı: Gördes Şen Romanlar Derneği! Gelenler evlere paylaştırıldı.
Basına ilk yansıyan ifadelerde, olaylar zincirini Uçkun’un yasak olmasına rağmen kahvede sigara içme inadının yol açtığı belirtiliyordu. Ama Selendi’den çıkarılan bazı Romanların iddiasına göre kendilerine yönelik baskılar ta bir yıl önce başladı. Uçkun ise yaşadıklarını şöyle anlattı:
“O gün olay sigara olayı değildi. Kahvehaneye girdim, çay istedim. Bana çay vermediler. ‘Cingenlere çay vermem, kahvemden çık git’ dedi. Tartıştık. Bunlar beni dövdüler. Kafamda da dikiş var. Ben hastaneye gittim. Babam duymuş. Hastaneden karakola götürdüler beni. Karakolun önüne gelmiş. Beni döven şahısları görünce biraz sinirlenmiş. Küfür filan etmiş. Rahatsızlanmış, orada düşüp ölmüş. Sabah beni bıraktılar. Babamı defnettik. (Pazartesi) Eşim, ailemden kızlar gezmeye gidiyorlarmış. Laf atmışlar, ‘Biz bunları hastanelik ettik. Utanmıyorlar gezmeye’ demişler. Bizim hanımlar bunları biraz dövmüşler. Biz ailelerimizi aldık ve evimize gittik. Saat 14.00 civarında Selendi Belediye Başkanı anons yaptırdı, ‘Selendi halkı emniyetin önünde toplansın’ dedi. Halk toplanmış. Akşam bir baktık yukarıdan gürültüler geliyor...”
Uçkun öfkeli: “Bize ayrımcılık yapıldı. Üçüncü sınıf insan muamelesi görüyoruz. Evlerimizden edildik. Başımı, gözümü dağıttılar. Babamın ölümüne sebep oldular. Devlet büyüklerinden bir arada olabilmemiz için bize yardımcı olmalarını bekliyoruz.” 35 yıldır Selendi’de yaşayan Roman bir kadın artık evine geri dönmeyi düşünmüyor: “Torunlarım vardı. Çocuklarım vardı. Onları o anda kaybetme korkusu çok büyüktü. ‘Vurun cingenlere’ diyorlardı. ‘Cingen’ kelimesini kullanıyorlar. Yani cingensem ben, gâvur değilim. Türk vatandaşıyım. Benim kimliğimde İslam diye yazıyor. Karakol komutanına telefon açtık, ‘yetiş’ diye. Allah razı olsun askerleriyle beraber geldi. Bizi oradan aldı. Kendi yemekhanesine götürdü.”

‘Vali kâğıt imzalatmak istedi’ 
30 yıldır Selendi’de yaşadıklarını, hiçbir sorun yaşamadıklarını anlatan bir başka Roman’a göre vali gitmeleri için onlara baskı yaptı: “Olayı sigaraya bağlıyorlar. Ona bağlıyorlar. Alakası yok... Vali bey olaydan sonra bize ‘kendi istediğimizle gitmek istiyoruz’ diye kâğıt doldurmamızı istedi. Ben imzalamadım. Doldurmadım kağıdı. Israrla istediler, yapmadım”
Aynı kâğıtlardan başka bir Roman kadın da söz etti: “Bazı kâğıtlar çıkardılar. Ben okuma yazma bilmiyorum. Ne olduğunu bilmiyorum. Vali bey diyor ki ben sizi koruyamam. Gideceksiniz diyor.”
CNN’e konuşan bir Roman, olay günü hurda arabasındaki bozuk paralara kadar her şeyini yitirdiğini söylerken Selendi Belediye Başkanı’na ‘teşekkür’ etti. Yaşadıklarının aynısını onun da yaşamasını istedi. Mağdur Roman vatandaşlardan Hüseyin Uysal ise isyan ediyordu: “Türkler Türk, Kürtler ise Kürt devleti kurmak istiyor. Bizler de Roman devleti mi kuralım? Böyle bir ayrımcılık yapılmasın. Gördes’e gönderilirken bindiğimiz minibüsler bile taşlandı. Camları kırıldı. İnsan insana bunu yapar mı?” 

Vali: Roman hayatı 21. asra yakışmıyor!
Selendi’yi terk eden Romanlara “Kendi isteğimle gidiyorum” yazan kâğıt imzalattığı öne sürülen Manisa Valisi Celalettin Güvenç, NTV’de sürgün iddiasını reddetti. Ancak “Romanların göçebe hayatı yaşamasının 21. yüzyılın dünyasında insana yakışmıyor” diyerek Romanların artık yaşam tarzlarını değiştirerek yerleşik düzene geçmeleri gerektiğini savundu.
Vali bu görüşlerini saldırıya uğrayan Romanlara da telkin ettiğini, onların da kendisini haklı bulduklarını savundu: “Biz 63 Roman vatandaşımızla sohbet ettik. Bu insanların işsiz, vasıfsız olmasını değerlendirdik. Güvenlik sorunu olmayacağını kendilerine ifade ettik. Kendileri ayrılmalarının uygun olacağını söylediler. Bize yazılı beyanda bulundular, sürgün söz konusu değil.”

Mevlana evine buyurun
‘Gidenlerin’ yeni adresi de belli oldu: Salihli veya Akhisar. Romanlara 20 adet prefabrik ev, iaşe, çocuklarına okul ve kendilerine iş sağlanacak. Kızılay Romanlar için Mevlana evi adı verilen 12’şer metrekarelik PVC evlerden kuracak. İçlerinde portatif masa, sandalyeler ile, çatal, bıçak, yatak, battaniye olacak.
AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Manisa milletvekili Hüseyin Tanrıverdi’ye göre Selendi’deki olaylar demokratik açılımın önemini gözler önüne serdi.
Çağdaş Romanlar Derneği Akhisar Şube Başkanı ve TBMM Roman Çalıştayı üyesi Erdoğan Şener ise ‘Romanlara sahip çıkan devlet’e teşekkür etti:
“74 Roman vatandaş bir sanayi ilçesi olan Salihli’ye yerleşmek istedi. İnceleme başlattık. Konuyu TBMM’ye taşıyacağız. Devlet Romanlara sahip çıktı. Valimize çok teşekkür ediyoruz.”

Radikal, DHA, AA, 08.01.2010


 Üstteki Fotoğraf: Deniz Adalı, Aşağıdaki fotoğraf: Engin Güneysu

10 Ocak 2018 Çarşamba

Bütüncü Paradigma, Paradigma değişimi: Zeki ve çalışkan olmaktan iyilik ve yaratıcılığa

Günümüzde bilimsel bilgi üretmek için kullanılan birbirinden farklı paradigmalar vardır. Bu paradigmalar arasında en eskisi pozitivist paradigmadır. Pozitivist paradigmanın sayıltıları zaman içinde yanlış olduğu görülmüştür. Bu yanlışlıklardan ötürü ortaya çıkan paradigmalardan biri de bütüncü paradigmadır. Bütüncü paradigma öncelikle kuantum teorisinin ortaya konulması ve akabinde doğu mistisizminin etkisiyle gelişmiştir. Kuantum teorisi, pozitivist paradigmanın temel ontolojik ve epistemolojik sayıltılarının yanlış olduğunu ortaya koymuştur. Yeni bir paradigma ihtiyacı da tam olarak bu yüzden ortaya çıkmıştır. Fakat bir paradigmanın ortaya çıkması için bu paradigmanın sayıltılarının sadece bir kişinin veya bir grubun görüşü olmaktan çıkmasını gerektirir.
Pozitivist paradigmanın geçmişi birkaç yüzyıl öncesine dayanması sebebiyle günümüzde hala gücünü kaybetmiş olmasına rağmen varlığını sürdürmektedir. Bunun sebebi bu paradigmanın sayıltılarını kabul eden bir çok toplumun mevcudiyetidir. Yeni bir paradigma olan bütüncü yaklaşım ise maalesef literatür taramalarında dahi fark ediliyor ki toplum tarafından henüz fazla benimsenmiş bir paradigma değildir. Bu paradigmanın en önemli yanı, insanı bir makine olarak değil bir mana taşıyan değer olarak kabul etmesidir.

Pozitivist paradigma dünyayı kontrol etmeyi amaçlarken maalesef günümüzde rahatlıkla gözlemlenebilen doğa sorunlarının (küresel ısınma, kirlilik, kaynakların tükenmesi vs.) da temel sebebidir. Bütüncü yaklaşımın toplumlar tarafından kabul edilmesinin elzem olmasının sebeplerinden biri de tam olarak budur. Her değişimi gelişim sanan insanoğlu çürümüş bir bilim anlayışının sunduğu yenilikleri de ilerleme olarak kabul etmesi sebebiyle kendi sonunu getirmektedir. Bu yüzden ötürü bütüncü yaklaşımla birlikte sadece bilimsel bilginin değil aynı zamanda doğanın ve toplumların da geleceğinin kurtulabileceğine inanıyoruz.
Durukan Abdulhakimoğulları
PARADİGMA DEĞİŞİMİ TÜRKER KILIÇ
Bilimde “Esasın Değişimi”: Yapıtaşlarından Bağlantısallığa
Bacon, Descartes, Newton (1600+)
Laniakea, Epigenetic, Nöro Zihin (1905+)
Gerçek birbirinden ayrı, ölçülebilir parçalardan oluşan bir toplam, bir makinedir.
Gerçek birbirinden ayrılmaz ilişkilerden oluşan bir ağdır. Parçaların oluşturduğu bütün parçaların toplamından fazladır.
Determinizm
Olasılık
Kartezyen düşünce
Bağıntısallık, Ağsal düşünce
Diyalektik
Bağlantısal bütünlük
Beden-Zihin-Bilinç ayrılığı
Beden, Zihin, Bilinç bütünlüğü
Bilimsel gözlemler nesnel
Bilimsel gözlemler gözlemleyene ve bilgi edinme sürecine bağlıdır
Amaç, bilime konu olan sürece yada nesneye sahip olmak, hakim olmak
Amaç, bilime, konulan sürece dahil olmak, birlikte var olmak.

Bilim Paradigmamızı ve yaşamımızı değiştirecek 3 buluş

-          Laniakea
-          Epigenetik
-          Connectome


Yaşamın neliği nasıl öğrenilebilir?
Eski bilim karıncaları tek tek incelemek zorundaydı. Yeni bilim tüm karıncaları, karınca toplumunu bir bütün olarak inceler.
Beyin zihin yaratan, yaşam yaratan bir organ.
Her şey içinde bulunduğu ağ ile anlamlı. Hiçbir hücrenin kendi başına bir anlamı yoktur.
Hiç kimse kendi başına anlamlı değil. Herkes yanında bulunanlarla anlamlı. Bizi oluşturan, değerimizi belirleyen yanımızdakilerdir. Bu bağlantısal bütünsellik çok önemli.
LANİAKEA: Evrendeki her şey birbiriyle bir bağlantısal bütünlük içindedir.
EPİGENETİK: DNA-Hücre-Doku-Organ
DNA’da meydana gelen bir değişme hepsini değiştirir (Klasik bilgi bu). Epigenetikle birlikte öğrendik ki düşüncedeki değişim organı, dokuyu, hücreyi, DNA’yı değiştirebilir. Yani parça bütünü etkilediği gibi bütün de parçayı etkileyebilir.
Muzdaki gen sayısı insandan fazla. İnekle insan arasındaki genetik fark yüzde 2.
Yani genler tek başına önemli değildir.
CONNECTONE: Nörozihin
Beyin yaşam yaratan organdır. Yaşam en geniş ortak zihin kümesidir.
Bilinç: enformasyon entegrasyonudur. Matematikselleştirilebilir.
Her tümörün bir bilinci, zekası var. Bu durum sosyoloji için de geçerli.
Varlığın Yaşam Ağı İçindeki Yeri
Eski bilim ormandaki ağacı ayrı, karıncayı ayrı incelerdi. Artık ormanın bütünselliği gözlemleniyo. Ormanın bütünselliğine ait bir zekası var. Ormanın kendisi bilgi işleyen bir sistem.
Tüm yaşam ağı bir enformasyon sistemidir
-          10’lu cebir
-          2’li dijital
-          4’lü DNA-RNA
-          20’li protein
-          29 Alfabe
-          100 miltar nöron beyin
-          22000 gen genom
ayırca şu bağlantıya da bakmanızı öneririm
Filmin dijital kodlaması virüse aktarılıyor ve virüs bakteriye konuluyor. Bakteri bir süre sonra çoğalıyor. Çoğalan bakterilerden film görüntüsü elde ediliyor. Yani bir filmi bir bakteriden çoğaltmak mümkündür. Yani her şey bir enformasyondur.
Toplumun zihnine kültür adı veriyoruz.
Yaşam iç içe geçmiş yaşamlardan oluşur.  Bütün, onu oluşturan alt birimlerin toplamından fazlasıdır. Bu fazlalık yaratıcılıktan gelen fazlalıktır.
Yeni bilim: Autopoiesis
Her iletişim düşünce ve anlam yaratır, bu da daha fazla iletişim getirir. Böylece, ağın tamamı kendisini var eder.
Bağlantısallık, bilinç (Yaratıcılık/Zeka) üretir. Her enformasyon işleyen sistem bilinç/zeka üretir.
Örneğin, iki yapay zeka Bob ve Alice, yaratanların anlamadığı YENİ BİR DİL geliştirmeye başladı ve deney sonlandırıldı.
Zeka canlılık gerektiren bir işlev değildir. Her enformasyonun bir zekası vardır.
İstikrarlı kalan şey sistemin örgütlenme modeli yani ağıdır, bağlantısallık yapısıdır.
Organizmanın yapı taşları yani parçalar, değişkendir.
Bizler, hepimiz kendimizi ormanın içerisindeki ağacın dalının bir yaprağı olarak algılıyoruz. Ego dediğimiz şey bu yapraktır. Sanıyoruz ki yanımızdaki yaprak bizden çok farklı. Çünkü biz bu ayrımcılığın üzerine kurulmuş bir kültürden geliyoruz. Halbuki bu yeni bilim diyor ki senin yanındaki yaprak senden çok farklı değil. Ormanın açısından baktığın zaman yaprakların pek bir farkı yok birbirinden.
Bilim bulur, siyaset işler ve böylece topluma yansır.
ÇELİKİLER ÇAĞI
Aynı yıl 367 Nobel Barış Ödülü adayı ve Aylan, Mehmet, Muhammet






Tırtılla kelebek gen yapısı aynıdır. Aralarındaki fark genlerin arasındaki bağlantısal farklılıktır. Her tırtıl kelebek olmaz. Yaklaşık 8000 kelebekten ancak biri kelebek olur. Bir tırtılın kelebek olmasını belirleyen şey o tırtılın içinde hayalci genlerin oranıdır. 999 hayalci hücre o tırtılın kelebek olmasına yetmezken 100 hayalci hücre o tırtılın kelebek olmasını sağlayabilir.
ÇELİŞKİLER DÖNEMİ ÖZELLİKLERİ
-          Popülizm
-          Korumacılık
-          Muhafazakarlık
-          Kurumsal din
-          Milliyetçilik
-          Düşman figürü üretimi
-          Anlamak ve bilmek yerine inanmak
-          Sevinç ve coşku yerine keder ve yetmezlik duygusu.







Video linki: Burası

9 Ocak 2018 Salı

Pozitivizmin dünyayı nasıl sığlaştırdığını ve insana dair olan şeyleri yozlaştırdığını gösteren bir alıntı

Newton fiziğinin ki günümüzde “Klasik Fizik” diyoruz, tanımladığı evren ve dünya, belli kurallara göre işleyen, “deterministik”, yani başı sonu belli olan bir sistemdi. Açık, kesin bir sistemdi. Kainatı oluşturan cisimcikler belirli fizik kurallarına göre hareket ederlerdi. Birbirleriyle olan ilişkileri nedensellik çerçevesindeydi. Nedensellik kurallarını keşfedersek, bizi sistemin nasıl işlediğini kesin olarak öğrenmekten alıkoyacak hiçbir şey yoktu. Ortada, belirsiz, bulanık veya saçaklı olan hiçbir şey yoktu.
Klasik fiziğin dünyası bir ya-ya da dünyasıydı. Bir şey ya doğruydu ya da yanlış. “Hem doğru hem de yanlış” olması, söz konusu bile olamazdı, çünkü “doğru” tekti. Örneğin, ışık. Işığın, ya cisimcik bölüklerinden ya da dalga serilerinden oluşması gerektiği düşünülürdü. Işığın hem dalga serilerinden hem de cisimcik bölüklerinden oluştuğunu söylemeye kalkan birisi, Kosko’nun demesiyle, kendisini anında sokakta bulurdu. Ve dolayısıyla, Newton’un düşünceleri, fiziğin dışındaki diğer tüm bilimleri de etkiledi. Sadece bilimleri değil, sanatı, edebiyatı, hatta müziği etkiledi. Örneğin, Newton’un münferit atomlardan oluşan kainat fikri, ekonomide, Adam Smith’in kişisel çıkarlarını kovalayan bireysel girişimcilerden meydana gelen insanlık görüşünü doğurdu, kapitalist/liberal anlayışın mesnedi oldu. Smith, Newton’un akıl yürütme yöntemini izledi: Sistemi mümkün olan en küçük parçacıklarına böl, parçacıkların davranışlarını gözlemle, bütünün geleceğine dair karar ver, tahmin yürüt.
İstemediğiniz kadar başka örnekler de var. Mesela, ideoloji. Newton’un siyah-beyaz dünyasında insan, ya sağcı olur ya da solcu. Hem sağcı hem de solcu olabildiği iddiası saçmalıktır; tıpkı, hem demokrat hem de jakoben olabildiği iddiası gibi saçmalık. Mesela, din. İnsan, ya kafir olur ya da mümin. İki konum arasında bir konumda olmak, patates dininden olmak kadar saçma sayılır. Mesela, edebiyat. Roman karakterleri ya iyi ya kötü, ya kahraman ya korkak olur, bir hedefe hizmet eder. Örneğin müzik. Müzikte notalar do-re gibi şaşmaz aralıklarla kesin olurlar. (Bach’ın “matematikseldir” diye övünmesi bundandır) Türk müziğinin ara tonları yok sayılacaktır, çünkü aklın yolu birdir, “doğru” tektir; biraz o, biraz da bu olmak, yozluktur, şahsiyetsizliktir. En iyi ihtimalle kafa karışıklığıdır, mistisizmdir. S. 20-22
Alev Alatlı (2009). Aklın Yolu Bir Değildir!, Ankara: Destek 

8 Ocak 2018 Pazartesi

Osmanlı'da fotoğraf ve Sosyolojik açıdan bu fotoğrafların anlamı

Birkaç yıl önce Osmanlı’da 19 yüzyıldan günümüz Türkiye’sine kadın ve erkeklerin giyimleri üzerinden sosyal değişmeyi analiz etmek istemiştim fakat Osmanlı dönemine ait kıyafetlere ulaşamamıştım. Şuan hem kadınların hem erkeklerin gündelik kıyafetleri ile fotoğrafları, özel günlerde giyinilen kıyafetlerle çekildikleri fotoğraflar da dahil buldum. Hem geçmişe ışık tutan bu fotoğraflar aynı zamanda günümüzle de bazı hususlarda kıyaslama yapmaya olanak sağlıyor.
Osmanlı da gündelik yaşamı, ekonomik yaşamı, şehirlerin durumunu anlamak için fotoğraflar eşsiz kaynaklardır. Osmanlı matbaa kullanmaya hayli geç başlamıştı. İlginçtir resim dinen hoş karşılanmamasına rağmen fotoğraf makinesi daha keşfedileli 10 yıl olmadan Osmanlı'da kullanılmaya başlandı; Ceride-i Havadis 15 Ağustos 1941 yılında fotoğraf makinesinin tanıtımını yapıyordu (görseldeki yazı gazeteden alıntıdır). Osmanlı’da ilk fotoğrafçılar tabii ki gayrimüslim vatandaşlar arasından çıktı. Bunun yanı sıra birçok Avrupalı fotoğrafçı Osmanlı Devletine fotoğraf çekmek için geliyordu. Fotoğrafın nasıl bir ideolojik aygıt olduğunu buradan bile anlayabiliyoruz. Osmanlıya gelip fotoğraf çeken bu fotoğrafçıların fotoğrafları Viyana'da sarayda sergilenirdi. II. Abdülhamit de fotoğrafın gücünün farkındaydı. Hatta kendisinin de fotoğraf çektiği söyleniyor. Abdülhamit de çekilen fotoğrafları başka ülkelerin devlet başkanlarına propaganda yapma amacıyla gönderirmiş.

Kılık kıyafet bir yana Osmanlı’nın zihin dünyasını da fotoğraflara bakarak anlamak mümkün. Örneğin ırkçılığın bizde olmadığını, siyahilere karşı bizde bir ayrımcılığın söz konusu olmadığını anlayabiliyoruz fotoğraflardan. Örneğin Birinci Dünya Savaşında Osmanlı’nın pilotlarından biri siyahi bir vatandaştır. Aynı yıllarda Amerika’da siyahiler beyazlarla aynı tuvalete dahi gidemezken Osmanlı’da pilot dahi olabiliyorlardı. Bu açıdan bakınca modern Amerika mı daha insancıl, daha medeni yoksa hasta adam denilen Osmanlı mı?

Günümüz Türkiye’sinde kafeler, kahvehaneler artık sadece işlek yerlerde bulunmayıp herhangi bir başka dükkanın bulunmadığı, sadece evlerden oluşan sokaklara kadar sızmış durumda. Gerçekten de kafeleri seviyor bizim neslimiz. Sadece gençler değil daha ileri yaşta olanlar da kafelerde vakit geçirmekten keyif alıyor. Örneğin kadınlar artık altın-para günlerini kafelerde yapıyorlar. Bu durum günümüze ait bir özellik gibi gelebilir fakat 19. Yüzyıl fotoğraflarına baktığımızda o dönemlerde de durum pek de farklı değil. Dönemin erkekleri kahvehanelerde vakit geçirmekten hayli keyif aldıkları fotoğraflardan anlaşılıyor.



Kısa bir göz atma yöntemiyle bu sonuçlara hemencecik ulaşmak mümkün. Daha derin gözlemlemeyle Osmanlı dönemi fotoğraflarından daha bir çok bilgi edinmek mümkün. Örneğin doğrudan bazı kadınların bulunduğu fotoğraflarda fotoğraflardaki kadınlar aslında birer model. Müslüman kadınlar fotoğraf çektirmek istemedikleri için gayrimüslim kadınlara Müslüman kıyafetleri giydirilip çekilmiş fotoğraflar. Bu bilgiyi diğer sokak fotoğraflarına bakarak kullandığımızda kadınların yaşam tarzları ile dini yaşam ve sosyal yaşam arasında nasıl bir düzen kurulduğunu görmek mümkün.