Andrey Tarkovski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Andrey Tarkovski etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Aralık 2017 Çarşamba

17 Eylül 2013 Salı

Mühürlenmiş Zaman



Aleksander Blok, “Şair, kargaşadan uyum yaratır” demiştir. Puşkin, şairi peygamberlik yeteneğiyle donatır…

Sanatsal görüntü daima, birinin yerine ötekini, büyüğün yerine küçüğü geçiren bir göstergedir. Canlıdan söz etmek isteyen sanatçı ölüden bahseder, sonsuz hakkında konuşabilmek için sınırlı olanı sunar… Bir yedek! Sonsuzu maddeleştirmek mümkün değildir, ancak onun yanılsaması, görüntüsü yaratılabilir.

Bence, çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın bugün, güzeli ve gerçeği olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış olmasıdır. “Tüketicilere” göre biçilmiş günümüz kitle kültürü –bir protezler medeniyeti- ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel soruları sormasını, bir ruhsal varlık olarak kendisinin bilincine varmasını giderek artan bir şekilde engelliyor. Ama bir sanatçı, gerçeğin sersine kulaklarını tıkamamalıdır, tıkayamaz, çünkü ancak ve ancak bu çağrı, yaratıcı iradesini belirleyecek ve disiplin altına alacaktır. Sanatçı ancak bu sayede inancını başkalarına da aktarabilme yeteneğine kavuşacaktır. Bu inanca sahip olmayan bir sanatçı ise doğuştan kör bir ressama benzer.



Her doğal organizma gibi sanat da birbiriyle çelişen öğelerin mücadelesi sonucu yaşar ve gelişir. Zıtlıklar burada iç içe geçer, yani bir anlamda düşünceyi sonsuza dek tekrarlar.

1848 yılında Gogol, Şukovski’ye şu satırları yazmıştı:
“… vaaz vererek öğretmek benim işim değil, sanat zaten başlı başına bir öğrenme süreci. Benim işim, yaşayan görüntüler aracılığıyla konuşmaktır, yargılar aracılığıyla değil. Hayatı, hayat olarak ele almalı ve asla ucuzlatmamalıyım.”

İnsanoğlu, dört bin yıldır hiçbir şey öğrenemediğini yeterince göstermedi mi?

Sanatın deneyimlerini, sanatta ifade edilen idealleri hakikaten benimseme yeteneğimiz olsaydı, hiç şüphesiz, çok daha iyi insanlar olurduk.

Sanatın büyüklüğü ve iki anlamlığı, “Dikkat! Radyoaktivite! Hayati Tehlike!” diye uyarı levhaları astığı yerlerde bile herhangi bir şey ispatlamaya, açıklamaya ya da cevaplamaya çalışmamasında yatar. Sanatın etkisi, töresel ve ahlaksal sarsıntılarla yakından ilgilidir. Kim sanatın duygusal tezlerinden etkilenmez, onlara inanmazsa o, radyoaktif bir hastalığa –bilinçsizce ve hiç farkına bile varmadan- yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır… Hem de, dünyanın üç balinanın sırtına yerleştirilmiş bir tepsi olduğuna inanan insanların geniş yüzünde beliren o aptal, huzurdolu tebessümle…

Leo Tolstoy, 21 Mart 1885’de, günlüğüne son derece isabetle şu satırları kaydetmişti: “Politika sanatı dışlar, çünkü hedefine varmak için tek taraflı olmak zorundadır.”

Genel dünya görüşüne uymadı diye bir şeyi “başarısız” addetmek acaba ne dereceye kadar doğrudur. Bir dahi özgür değildir. Thomas Mann, bir keresinde şöyle bir söz sarf etmişti: Özgür olan, yalnızca kayırsızlıktır. Kişilik sahibi olan özgür değildir, aksine kendi damgasının izini taşımak, gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır



Stavrogin: “…Apocalyps’te melek, bundan bçyle zamanın olmayacağını ilan eder.”

Krillov: “Biliyorum. Orada bu, yoruma yer bırakmayacak açıklıkta yer almış. Bütün insanlar mutluluğa kavutçuğunda zaman da ortadan kalkacak, çünkü artık gerekmeyecek… Çok doğru bir düşünce.

Stavrogin: “Peki ama zamanı nereye saklayacaklar?”

Krillov: “Hiçbir yere. Zaman bir eşya mı, hayır, yalnızca bir düşünce. Zihinlerinden silinip gidecek.”

Zaman, “ben”imizin varlığına bağlı bir koşuldur. Zaman bizi besleyen bir atmosferdir. Varlık ve varlık koşulları arasındaki bağ kopunca kişi ve onunla birlikte kişisel zaman ölünce, zaman da ölür.

Ahlaksal bir varlık olarak insan, öyle bir anımsama yeteneğiyle donatılmıştır ki kendi sınırlarının farkına yine kendisi varır. Anılar bizi saldırılara açık, acı çekmeye hazır kılar.

Bir insan, yaşadığı zaman süresince kendini gerçek peşinde koşma yeteneği olan ahlaksal bir varlık olarak kavrama olanağına sahiptir. Zaman, insana varilmiş hem tatlı hem de acı bir armağandır. Yaşam, varolmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey  değildir ve insan bu gelişimi gerçekleştirmek zorundadır. Yaşamımızın sıkıştırıldığı o acımasız derecede dar çerçeve, bizim kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu açıkça gözler önüne serer. İnsanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla varolur.

Geçmiş, bir anlamda içinde yaşanılan zamandan çok daha gerçektir, en azından çok daha dayanıklı, çok daha süreklidir. Şimdiki zaman akıpgider, kaybolur, parmaklarımızın arasından kum gibi kayar. Maddi ağırlığına ancak anılarla kavuşur.



20. yüzyılda insanın toplumsal olaylara katılma oranı görülmedik derecede, neredeyse ölçülemeyecek derecede yükseldi: Sanayi, bilim, ekonomi ve diğer pek çok hayat alanı insanı, sürekli bir biçimde çaba sarf etmeye, yorulmak bilmeksizin dikkatini bir noktada yoğunlaştırmaya zorlamaktadır, yani her şeyden önce insandan zamanını çalmaktadır.

20. yüzyılın ikinci yarısında sanat her türlü gizemini kaybetmiştir. Günümüzün sanatçısı, tam bir kabul görmek istiyor, hem de hemen, manevi başarıların anında paraya çevrilmesini istiyor. Zavallı Franz Kafka! Yaşadığı sürece hiçbir eseri basılmayan ve vasiyetnamesinde bütün metinlerinin yakılmasını talep eden Kafka’nın dramı ne kadar sarsıcı! Bu açıdan bakıldığında Kafka, ahlaken modası geçmiş bir dönemin parçasıydı. Zaten bu yüzden de Kafka bu kadar acı çekti, çünkü zamanına “ayak uydurmasını” bilemedi.



Kadının güzel yada çirkin, cana yakın ya da sıkıcı olup olmadığı konusunda bile kesin bir şey söylemek mümkün değil. Kadın insanı aynı anda hem çekiyor hem de itiyor, hem açıklanamaz bir güzelliği içinde barındırıyor hem de insanı ürküten, sessiz bir şeytanlığı. İnsana hiç de romantik anlamda çekici gelmeyen şeytanca şeyleri… Olumsuz işaretli bir büyüyü, neredeyse kokuşmuş ama gene de olağanüstü güzel bir büyüyü…




Tek öğrenilemeyen şey bağımsız olmak, saygın bir biçimde düşünebilmektir. Tıpkı kişilik sahibi olmanın da öğrenilemeyeceği gibi…

İnsan çok önemli şeyler hakkında konuşmaya başladı mı, söylediği ve savunduğu şeylere gösterilen tepkilerden çok etkileniyor. Ne pahasına olursa olsun anlaşılamamaktan korunmak istiyor.

Bir sanatçının düşüncesi benliğinin en gizli kalmış derinliklerinde bir yerlerde oluşur. Dışsal, “maddi” bir tasarımla asla belirlenemez; sanatçının ruhu ve vicdanıyla bağıntılı, sanatçının genel yaşam görüşünün bir ürünüdür. Aksi takdirde tasarıları daha başından sanatsal açıdan boş ve verimsiz kalmaya mahkumdur. Tabii insan mesleki açıdan sinema ya da edebiyatla
ilgilenebilir ve gene de sanatçı sıfatı taşıyamaz, yalnızca yabancı düşüncelerin uygulayıcısı olur, işte o kadar.


İnsana adeta dışarıdan dayatılan bu bilgiye ulaşma gayreti kendince oldukça dramatiktir, çünkü huzursuzluk ve mahrumiyet, acı ve hayal kırıklığı eşliğinde gelişir her şey: Son gerçeğe varmak imkansızdır. Buna ek olarak, insana bir de vicdan verilmiştir. İnsan, davranışlarında ahlak yasalarıyla çelişkiye düştüğü an vicdanının eziyeti başlar. Buna göre vicdanın olması da bir anlamda trajik bir olaydır.