Hakan Günday etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hakan Günday etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Nisan 2013 Pazartesi

Hakan Günday - AZ

AZ'ı, iki harf arasındaki tüm kelimeler kadar zaman geçtikten sonra okudum nihayet.Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti derken kitabın içine gömüldüm. Ta ki son sayfalara kadar. Her şey çok güzeldi fakat yeşilçam filmleri gibi kader ağlarını mucizevi tesadüflerle örmeseydi! Bayan Derda'nın babasıyla karşılaşma şekli, Kara T.'nin 6 yaşında yataktan düşerek ölen kızın abisi olmasını bir nebze anlarımda Bay Derda ile Bayan Derda'nın birbirlerini tanımaları ve tanışmaları kısmında uçmuş Hakan abi. Gene de sevdim, beğendim, kitap bitince üzüldüm. Bir sigara yaktım ve gidip Fante'nin Toza Sor kitabını aldım. 

Önce çocuklar ebeveynlerine sonra ebeveynler onlara, önce geçmiş geleceğe sonra gelecek geçmişe, önce doğa insana sonra insan... Önce ölüler hayattakilere sonra hayattakiler... Sırayla... Birbirlerine... Acı ve zevk verip... Sonsuza kadar... Mutlu... Dolce vita, amına koyayım!

Kimse, bir iz bırakmadan kaybolmaya cesaret edemiyordu. Dünyadan gelip geçtiklerine birilerinin tanıklık etmesi şarttı. Varlıklarını süslemek için.

İntihar etmek. Herhangi bir nedeni olduğundan değil. Bütün hayatı tek bir neden olduğundan. Yaşadığı her şey yüzünden. Bazı insanlar böyledir. Diğerlerine göre çok daha kırılgan olurlar. Ölümü sırtlarında bir çanta gibi taşıyıp yorulduklarında önce onu açarlar. Her neyse...

Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...

Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z.
Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler 
bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi...


27 Ekim 2011 Perşembe

Dünya güzel ama çok uzaktan diyebilmek


Bir adım daha atsam çıkıcaktım. Sadece insanlıktan değil, bütün dünyadan.
İnsanın kendi imkanlarıyla bir uzay mekiği inşa etmesi böyle oluyor işte. Önce deneme mahiyetinde fırlatılan maymunlar gibi birkaç duygu bindiriliyor mekiğe. Sonra da bütün beden, bütün beyin hazırlanıyor, dünyanın dışına yollanmaya. Tek amaç, ay'a benzeyen bir uydu olmak. Dünya güzel ama çok uzaktan diyebilmek

3 Şubat 2011 Perşembe

Azil

"suç, varolan en güçlü tutkaldır..."

- "zaman, gidecek yeri olmayanların evidir..."

- "sevgi, tırmananları birbirine bağlayan bir halattı.."

- "yeryüzü ve dışındaki tek azınlık yanıtlardır,
herşeyi ve herkesi sorular yönetir, soru ve yanıtların
nadir evliliklerinden doğan melezler de bildiklerimizdir
melezlerin ışığı neyi aydınlatıyorsa onu görürüz,
gerisi karanlıktır, hiçbir gözün alışamayacağı kadar
karanlık, hayata karanlıktan geldiğini bilmelisin,
anavatanın karanlıktır, karanlığın kuralları,
tarihi yoktur doğumundan bir kaç saat sonra gözlerini
açmanın nedeni, ışığın seni beklediğini bilmendir, kurallar,
buluşmaların gecikmesini yasaklar..."

- "düşünce şeytandan, davranış tanrıdandır, hangi düşüncenin
davranışa dönüşeceğine karar veren insandır..."

- "aynı zihinde yeralan karşıt düşünceler birbirini
yok eder ve ışığa dönüşür..."

-"hayatın karşılarına çıkardığı seçim kavşaklarında
donarak ölmelerinin nedeni, karşıt düşüncelerin
çarpışmalarından kaynaklanan ışıktan gözlerini
alamadıkları için körleşmeleridir, kör ve felçli..."

- "çelişki , buz tutmuş bir göldür,
çelişki göldeki çatlağa saplanıp donmaya başlamandır,
çelişki , yardım istemek için açtığın ağzına dolan sudur..."

- "her düşünce bir diğerini doygunlukları ve aralarındaki
uzaklık ölçüsünde çeker..."

- "düşünceler mükemmel , ancak davranışlar kusurludur,
bir insanı sevdiğini düşünmek, ona bunu söylemek ve
ardından ona sarılmakla anlatılamayacak kadar
mükemmeldir, bir insanı öldürmek, ondan nefret
ettiğini düşünmenin yanında daima kusurludur,
hiçbir davranış düşüncenin gerçek tercümesi değildir..."

-"davranışa dönüşen düşünceler daima geçmişe aittir..."

- "ilişkilerin zaman içinde sıcaklığını yitirmesi doğaldır,
geçmişe özlem duymak sadece zaman kaybıdır..

- " PTT den kampanya: yirmibeş yıl sonrasına mektuplar.."

- "teknoloji, insan davranışını, ahlakını, sosyoekonomik ilişkileri,
geri dönüşü imkansız kılacak biçimde değiştiriyordu,insanlığın
binbir çabayla 2000 yılda yarattığı ahlak, elli yılda televizyon
tarafından çiğnenmiş ve 10 yılda da internet tarafından
yutulmuştu, toplum gözünde suç olan, bireyin dünyasında
vazgeçilmez hale gelmişti, toplum ile birey arasında genişleyen
ahlak farkı, ikisinin de hastalanmasının temel nedeniydi,
toplum ile birey arasına teknoloji girmişti..."

- "İsa, Meryem'in ikizidir, doğduğunda karnındadır,
sonra rahmine düşmüş ve Meryem, Isa'yı doğurmuştur,
bu yüzden bakire diye bilinir, kendi ikizini doğuran bir kadın,
hepsi bu büyütmemek lazım, milyonda bir ihtimal ama
sadece gazete haberi kadar değerli, önemli olan Tanrının bir
enstruman yaratmış olmasıdır, insan denen bir enstruman,
ancak yarattığı müzik enstrumanını çalamayan bir usta gibi
Tanrı da insandan doğru sesler çıkaramamıştır, bu yüzden
Tanrı hariç bütün güçler insanı çalmış ve özellikle de Şeytan
en güzel melodilerini onunla bestelemiştir, ne bakire anneler
ne de Sami ırktan gelen peygamberler mucizedir, mucize;
Tanrının elini koparıp dünyaya fırlatması ve sonrada ondan
geri dönmesini beklemesidir, ancak elin önce bir el olduğunu
anlaması sonra da Tanrıya ait olduğunu farketmesi gerekir,
mucize elin ait olduğu bedene dönmesidir,
sonunda Tanrı sıkıntıdan patlamıştır,
buna da "bing bang " denir..."

- "genetik ve kültürel mirasın insana acıdan başka birşey
vermesine olanak yoktur, her insanın boşluğa doğma hakkı
olmalıydı, vatansız, toplumsuz, ailesiz ve kişiliksiz olmak
her insanın hakkıydı..."

- " asil yaşayan adil ölmez..."

- "hayat yatılı bir misafirlik değil, günübirlik gidilen bir piknikti.."

- "klonlanması gereken insan değil evrendir, ancak o zaman,
her şey yeniden ve eksiksiz yaratılabilir, çünkü insan bir sonuç,
evrense nedendir..."

- "doğmalardan ve temeli benden önce atılmış olan
hiçbir şeyden kaçmıyorum, sadece derime yapışmadıklarını
söylüyorum, bu benim doğam,kaygan derili bir insan olarak
hiçbir şey tarafından tutulamam, tutulmam için üzerime,
derimin kayganlığını yok eden kavramlar sürmeliyim,
bunların ilki de ailedir, aileye bulanmış her insan
bir gün Devlet ve Tanrıyla yaşamak zorunda kalır..."

- "Asil, yaşayan bir delidir, anımsamadığı için geçmişi,
önemsemediği için geleceği yoktur..."

- "bir belgesel konusu : "ne kadar kötüsün ? "

- "hiçlik yoktur, bir pencere düşün, onu açarsın ve içine doğru
çekilirsin, vakum varsa hiçlik yoktur, hiçbir yerde altın
bulamayacağını anlayan bir madencinin
kazmayı kendine vurması gibi.."

26 Ocak 2011 Çarşamba

Kinyas ve Kayra

Benim adım Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendi­me ben verdim. Bitmeyen bir öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım. Yaşadıkları için. Hayattan mi­dem bulanıyor... Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabili­rim. Benim adım Neron. Geceleri, çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. İki zenciye üç gram kokain karşılığında bilek­lerimi kestirttim. Sabah uyandığımda okyanus beni yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyo­rum. David Bowie'yi rüyamda gördüm. Sabah bir gözüm yoktu. Şi­ir yazdım. Tam üç tane. Birini rendeleyip makarna sosuma kattım. Diğerini yakıp küllerini kum saatine koydum. Biraz zaman kazan­dım böylece. Sonuncusunu ise şimdi yazdım. İşte geliyor:

Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.

Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan ko­palı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı sa­at yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmak­tan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bi­lirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmek­ten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem ge­rekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara İstiaresi'ne karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişe­bilmek için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı ol­duğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.


Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılık­tan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir mad­deye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumla­rımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri
işe yaramadı...

Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sa­yısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ce­set sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına va­rılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıya­madım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım bo­yunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. İçin­de boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...

Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar in­sanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde be­nim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak... Ara­nızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...

Gittim, caz dinledim. Duke Ellington'ın plağıyla kendilerini ke­sen kadınları gördüm... Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı incele­dim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe ya­ramak. Hiçbirine inanmadım. Tespihle adam boğdum. Ben doğ­dum ! Oysa güneş batıdaydı. Ben geceye geldim. Aya misafir ol­dum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...

Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sar­maşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değil­dim. Ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görün­ce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öl­dürmek yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.


Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. İki dünya savaşını da bu geri zekâ­lıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirle­rinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolcu­luk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın ede­biyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avru­pa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yenecek­lerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olma­lıymış oralarda Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!

Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp gö­rebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı ken­dini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmele­rinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hasta­neye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendi­ği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı kor­kutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kay­naklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...

Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sı­kışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışları­nı değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.

Genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar. Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, haya­ta başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gör­düm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu. Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım. Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker oynamaya devam ettim. Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum. Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kim­seyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gi­bi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olma­sı gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözle­rimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. Aslında bu mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçek­ten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum.

Bütün bunları yazmak o kadar zor ki. Şu an bulunduğum nok­tada hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman. Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi da­hil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir var oluş nedeni bulama­mak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o ka­dar korkunç ki!

Hava aydınlanıyor. Kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi ya­pıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa tek bir kelimesi­ne bile bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve gö­rüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda ası­lı olan afişleri seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında. Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize anlatacak hiçbir şey yok ve her şe­yimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söyle­nenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayatta­ki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... Yoruldum. Çok yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.

"Kayra! Haydi çıkalım buradan. Biraz dolanalım."

Kinyas ve Kayra
Sayfa: 22-27