Bir şaheseri bozmak, yaratmaktan çok daha zordur.
İnsanlar,
biz kendilerini tanıdıkça, tahrip edici bir karışıma batırılan bir
maden gibi, yavaş yavaş, gözümüzün önünde meziyetlerini -bazen de
kusurlarını- kaybederler.
İnsan aradığını, orduda dediğimiz gibi, dengini ancak randevuevlerinde bulabiliyor.
Sosyete
mensupları kendi soyadlarının sosyal önemi konusunda herkesin kendileri
ve kendi muhitlerinin insanlarıyla aynı fikirlere sahip olduğu
yanılgısı içinde yaşarlar.
Kafamızda ihtimal dahilindeki bütün
fikirleri evirip çevirsek de, gerçeğin kendisi asla bunların arasında
yer almaz; gerçek en beklemediğimiz anda, dışarıdan gelerek bize o
korkunç iğnesini batırır ve hiç iyileşmeyecek bir yara açar.
En
somut yorgunluğun bile, özellikle sinirli insanlarda, bir bölümü dikkate
bağlıdır ve sadece hafıza tarafından sürdürülür. Yorulmaktan
korktuğumuz an birdenbire bitkin düşeriz; yorgunluğu atmak için, unutmak
yeterlidir.
İnsan bekleyiş içindeyken, arzuladığı şeyin yokluğundan ötürü o kadar ıstırap çeker ki, bir başka mevcudiyete tahammül edemez.
İnsan ister zengin olsun, ister sefil bir yoksul; mizaç değişmiyor.
Bekleyiş
içinde olduğumuz zaman, sesleri toplayan kulaktan, sınıflandırıp
çözümleyen zihne ve oradan da, sonuçlarını bildirdiği kalbe yapılan
çifte yolculuk o kadar süratlidir ki, süresini fark edemeyiz bile,
doğrudan kalbimizle dinliyormuşuz gibi gelir bize.
Sözü en çok dinlenen hekim hastalıktır; iyiliğe, bilgiye söz veririz sadece; acıya ise boyun eğeriz.
Ölen
kişi, çoğu kez başka türden ve daha derin kaynaklı bir cesaretle
hayatta olan kişiyi ele geçirir ve onu kendisine benzeyen ardılına,
yarıda kesilen hayatının sürdürücüsüne dönüştürür.
Hayatta
insanlara karşı duygularımız zamanla, bu insanların bu duyguların içinde
ne kadar az yer tuttuğunu fark ettikçe, kalıcı olmasını çok istediğimiz
yeni aşkın hayatımızla birlikte kısalarak son aşkımız olacağını
gördükçe, hüzünlü duygular olurlar.
Cennetin, daha doğrusu art
arda birçok cennetin hayalini çok kurarız; ama bunların hepsi, daha biz
ölmeden önce bile kayıp cennetler, içinde kendimizi kaybolmuş
hissedeceğimiz cennetler haline gelirler.
Her insanın kusuru,
varlığı bilinmedikçe görünmez olan cin gibi kendisine eşlik eder.
İyilik, kalleşlik, isim ve sosyete ilişkileri göze görünmezler; onları
gizli olarak taşırız.
Her konuda aşırılık kusurdur.
Tabiat,
dokuduğu halının deseninde uyumu gözetmekle birlikte, nakşettiği
figürlerin farklılığı sayesinde bütünün tekdüzeliğini kırar.
Cottard
Patroniçe'ye tatlılıkla şunları söylemişti: "Böyle galeyana gelirsek,
yarın ateşimiz 39'a çıkar." Tıp, tedavi edemeyince, zamirlerin anlamını
değiştirmekle meşgul olur.
Günümüzde bütün vakitlerini küçük dağları kendilerinin yarattığını düşünmekle geçiren insanların sayısı çok kabarık.
Çok sevenin cezası ağır olur.
Mesafe
denilen şey, uzayın zamana oranından başka bir şey değildir ve zamanla
birlikte değişir. Bir yere gitmenin zorluğunu bu zorluk azaldığı anda
geçerliliğini kaybeden bir miller, kilometreler sistemiyle ifade ederiz.
Sanat da bundan etkilenerek değişir; çünkü iki ayrı dünyaya aitmiş gibi
görünen iki köy, boyutları değişen bir manzarada birbirlerine komşu
olurlar.
Dedikodu, zihnimizin nesnelerin görüntüsünden ibaret
olan yanıltıcı algısıyla oyalanmasına, aldatılmasına mani olur. Dış
görünüşü idealist bir filozofun sihirli becerisiyle tersyüz edip bize
meselenin hiç tahmin edemeyeceğimiz bir yönünü gösteriverir.
Bilge kişi, şüpheci olmak zorundadır.
Çoğunlukla
ıstırabın sonuna kadar gitmeyişimizin nedeni, yaratıcılıktan yoksun
oluşumuzdur. En korkunç gerçek bile, ıstırapla birlikte güzel bir keşif
hissi de yaşatır bize; çünkü aslında uzun süredir hiç aklımızdan
geçirmeden sürekli tekrarladığımız bir şeyi yeni ve açık seçik bir şekle
sokar sadece.
Hayatımızın birçok anında, kendi içinde bir önem taşımayan bir güç uğruna, bütün geleceğimizi seve seve feda edebiliriz.