16 Haziran 2011 Perşembe

bu gece ilçeyken il oluveriyor yalnızlığım

ay farzındayım
tırnaklarımın arasına dünya birikti
kimseye koyduğum ad da yok
ve bu gece
ilçeyken il oluveriyor yalnızlığım

elinden tutup yeğeni acıyı
parkta gezdiren bir dayı gibiyim
her yanımda jilet yaraları
annem ölmüş bunu babam yeni söylüyor


telefon kulübelerine yaslanıp ağlıyorum
neden aramadım ben hiç seni
ama neden ben seni,
kaçarken sise takılmış ellerim hep kopmuş
kokuşmuş içimde daha dün gebermiş serseri


kim bilir çocukken öptüğüm kızın yüzü şimdi ne halde,
şimdi ne halde öldürdüğüm sinekler geçen ve evvelki yaz
hani saçlarına konmuşlardı da daima bağırmıştık
daima hıçkırmıştık: aşka niye karşı konmaz? !


tedavisi mümkün değil bu hırçın tutkunun
denize, balığa hükmeden kaptanken bir de hele,
ayrılık, bir kedinin gözünün kanlanması
artık mümkün değil aşka müdahale!


örneğin biraz da trajediden bahsedelim
ameliyatla şair oldum ben, ameliyatla yalnız kaldım
diz çöktü çocukluğum cerrahın önünde:
kurtarın lütfen onu, ben onsuz ne yaparım? !


Türkçe, bence sözlüğün üstüne
konuyor bir irinli tüy sessizce
ilçeyken il oluveriyor yalnızlığım


Küçük İskender



13 Haziran 2011 Pazartesi

‘ne zaman sadece heyecanlı bir özlem olmakta karar kılacaksın..’ – FERNANDO PESSOA

164

eylemsizlik bütün dertlerin tesellisidir.. hareket etmemek bize her şeyi verir.. hayal etmek her şeydir , sonunun eyleme varmaması koşuluyla.. insan sadece düşlerinde dünyanın kralı olabilir.. ve kendini gerçekten tanıyan herkes , dünyanın kralı olmayı arzuladığının farkındadır..

düşünmek , ama varolmamak ; işte bunu yapan kraliyet tahtına oturmuş demektir.. istek duymaksızın arzu duymayı başarmak , taç giymek gibidir.. sırt çevirdiğimiz her şeye sahip oluruz böyle ; çünkü varolmayan gün ışığında ya da varolması mümkün olmayan ay ışığında onları sonsuza dek düşleyerek hep aynı kalmalarını sağlayabiliriz..

239

insan her şeyden bıkar , anlamak hariç.. bu cümlenin anlamını kavramak bazen zor oluyor.. bir sonuca varmak için düşünmek insanı yorar , çünkü ne kadar düşünür , tahlil eder , görürsek , sonuca o kadar zor varırız..

o zaman insan öyle bir eylemsizliğe düşer ki , o haldeyken göz önünde olanı iyice anlamak olur tek derdimiz , bir estet tavrıdır bu , çünkü aslında ilgilenmediğimiz halde anlamak isteriz , anladığımız şeyin doğru olup olmadığını umursamayız ; sadece anladıklarımızın içinde her şeyin tam olarak nasıl sunulduğuna ve bu sunuluş biçiminin nasıl bir güzellik statüsü kazandığına bakarız..

insan düşünmekten , kendine özgü görüşlere sahip olmaktan , eylemek için düşünmeyi istemekten yorulur.. ama geçici olarak da olsa , başkalarının görüşlerini benimsemekten yorulmayız.. içimizde uyandırdıkları eğilimlere itaat etmez , sırf üzerimizdeki etkilerini görmek amacıyla yaparız bunu..

270

sanat , varolmak denen iğrenç şeyden kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır.. danimarka prensi hamlet’in çektiği çileleri , azabı hissettiğimiz sürece kendi başımıza gelenleri hissetmez oluyoruz – bize ait oldukları için aşağılık şeylerdir bunlar , zaten aşağılık olmak doğalarında vardır..

aşk , güneş , uyuşturucu ve sakinleştiriciler sanatın belli başlı dallarıdır ya da daha doğrusu , kendi yarattıkları etkileri üretmenin temel yolları.. ne var ki , ister aşk , ister güneş , ister uyuşturucular olsun , hepsi kendilerine has hayal kırıklıklarıyla gelir.. aşk bıkkınlık verir , umudumuzu kırar.. güneşin ardında uyanırız ve uyuduğumuz sürece yaşamamışızdır.. uyuşturucuların bedeli , organizmayı uyarırken çökertmeleridir.. ama sanatta hayal kırıklığı yoktur , çünkü her şeyin bir aldatmacadan ibaret olduğu daha baştan kabul edilmiştir.. sanatta uyumak yoktur , çünkü sanat insanı uyutmaz – rüya görüyor olsak bile.. sanattan zevk almanın ne bir bedeli vardır ne de vergisi..

sanatın verdiği zevk aslında bize ait değildir ; dolayısıyla acılarla ya da pişmanlıklarla bedelini ödemek zorunda kalmayız..

sanat denince , zevk veren , ama bize ait olmayan her şey bunun içine girer : gelip geçen birinin bıraktığı iz , bir gülümseyiş , batan güneş , şiir , nesnel evren..

sahip olan , kaybeder.. bir şeye sahip olmaksızın hissedeceğini hisseden ise o şeyi korumuş olur , çünkü o şeyin içinden özünü çekip almasını bilmiştir..

403

çiçek dürbünü..

konuşma.. fazlasıyla olaysın.. karşımda durmana üzülüyorum.. ne zaman sadece heyecanlı bir özlem olmakta karar kılacaksın.. o zamana dek kaç kadın olacaksın kim bilir.. ve seni görebileceğimi düşlemeye mecbur olmak , kimsenin geçmez olduğu eski bir köprü.. hayat bu işte.. ötekiler kürekleri bıraktı.. birlikler emir tanımaz oldu.. süvariler şafak ve mızrak şakırtıları arasında gitti.. şatoların tekrar ıssız kalmayı bekledi.. rüzgarlardan yüksek ağaç taburlarını terk eden olmadı.. gereksiz sundurmalar , emin ellere bırakılmış değerli kaplar , kehanetlerin belirtileri – bütün bunlar tapınakların derinliklerinde secdeye varan alacakaranlıklara aittir , bizim şimdiki buluşmamıza değil , çünkü parmaklarının ve geciken kıpırdanışlarının dışında , gölgelerini yayan ıhlamur ağaçlarının varolması için hiçbir neden yok..

uzak topraklar için sayısız nedenler.. kral vitraylarından mamul anlaşmalar.. dini tablolardaki o zambak.. kafile kimi bekliyor.. kayıp kartalı tekrar nereye dikmişler..’

‘HUZURSUZLUĞUN KİTABI..’ , FERNANDO PESSOA , Çeviri : SAADET ÖZEN , CAN Yayınları , Ekim 2006 , 536 Sayfa..




9 Haziran 2011 Perşembe

YALAN ROMAN.– ÉMILE AJAR

‘başlangıç diye bir şey yok.. herkes gibi , sıram gelince ben de doğdum , o zamandan beri de bir aidiyettir gidiyor..

kendimi toplamdan çıkarmak için her yolu denedim , ama bunu kimse başaramamış , hepimiz birer artıyız..

oysa satrançta benim adımla ‘ajar savunması’ diye bilinen , son derece yetkin bir savunma sistemi geliştirmiştim.. önce cahors hastanesi’nde yattım , sonra da birçok kez doktor christianssen’in kopenhag’daki psikiyatri kliniğinde..

beni uzmanlara gösterdiler , incelediler , testlerden geçirdiler , keşfettiler ; savunma sistemim çöktü.. ‘tedavi’ edildim ve yeniden piyasaya sürüldüm..

dosyamdan birkaç rapor çalmayı başardım , belki edebi açıdan işe yarar bir şeyler bulurum , kendimi toparlarım diye..

‘rol yapma alışkanlığının yıllar boyunca böylesine kararlı ve sürekli biçimde benimsenerek bu aşırı noktaya vardırılması ve bir saplantıya dönüşmesi , ciddi kişilik sorunları olduğunu göstermektedir..’

pekala , buna bir diyeceğim yok ; ama herkes zaten birbiriyle yarışırcasına rol yapıyor.. cezayirli bir tanıdığım var , kırk yıldır çöpçü rolü oynuyor ; bir başkası , metroda bilet zımbalama görevlisi , o da günde üç bin kez aynı hareketi yapıyor ; rol yapmazsanız asosyal , uyumsuz ya da sinir hastası damgası yersiniz.. hatta daha da ileri gidip size bütünüyle düzmece bir dünyada , oynayarak yaşadığımızı söyleyebilirim , ama o zaman da olgunlaşmadığımı düşünürsünüz..’

‘aidiyetimin klinik belirtilerinin , onların deyimiyle ‘semptomlarım’ın ne zaman başladığını bilmiyorum.. tam olarak hangi kıyım söz konusuydu , hatırlamıyorum ; ama birdenbire bütün parmakların beni işaret ettiğini , olağanüstü bir görülebilme tehlikesiyle karşı karşıya bulunduğumu hissettim.. işte o , yakalayın.. dünya çapında biri olduğumu , sınırsız sorumluluk taşıdığımı keşfediyordum.. zaten psikiyatrlar da bu yüzden sorumsuz olduğuma karar verdiler.. dünya çapında bir işkenceci olduğunuzu hissettiğiniz anda , ‘işkence kurbanı’ teşhisini yapıştırıverirler size..

kendimden kaçmak için her yolu denedim.. hatta svahili dilini öğrenmeye bile kalktım ; benden fersahlarca uzakta olsa gerekti.. çalıştım , çok uğraştım ; ama boşuna , svahili dilinde bile kendimi anlıyordum , aidiyet yakamı bırakmıyordu.. bunun üzerine macarca – finceyi denedim.. cahors’da macarca – fince bilen birine rastlamayacağımdan , böylece kendi kendimle burun buruna gelemeyeceğimden emindim.. ama kendimi güvende hissetmiyordum ; lot bölgesinde bile macarca – fince bilen insanoğullarının bulunabileceği düşüncesi beni tedirgin ediyordu.. bu dili bilenler bir tek biz olacağımızdan , duygulanıp birbirimizin kollarına atılmamız ve açık yüreklilikle konuşmamız tehlikesi vardı.. karşılıklı suçüstüler açığa vurulacaktı , ondan sonra da gelsin posta arabası saldırısı.. posta arabası saldırısı diyorum , çünkü konumuzla ilgisi yok , bu da kaçırılmaması gereken bir fırsat.. konuyla ilgili olmayı kesinlikle istemiyorum..

bu arada , beni anlamayacak ve benim de anlamayacağım birini aramaya devam ediyorum , korkunç bir kardeşlik ihtiyacı içindeyim..’

‘YALAN ROMAN..’ – ÉMILE AJAR (ROMAIN GARY) , Çeviri : ROZA HAKMEN , AGORA Yayınevi , 2011..


3 Haziran 2011 Cuma

BEN İÇERİ DÜŞTÜĞÜMDEN BERİ

Ben içeri düştüğümden beri

güneşin etrafında on kere döndü dünya.

Ona sorarsanız:

“Lâfı bile edilmez,

mikroskobik bir zaman.”

Bana sorarsanız:

“On senesi ömrümün.”

Bir kurşun kalemim vardı

ben içeri düştüğüm sene.

Bir haftada yaza yaza tükeniverdi.

Ona sorarsanız:

“Bütün bir hayat.”

Bana sorarsanız:

“Adam sen de, bir iki hafta.”

Katillikten yatan Osman,

ben içeri düştüğümden beri,

yedi buçuğu doldurup çıktı,

dolaştı dışarlarda bir vakit,

sonra kaçakçılıktan tekrar düştü içeri,

altı ayı doldurup çıktı tekrar,

dün mektup geldi, evlenmiş,

bir çocuğu doğacakmış baharda.

Şimdi on yaşına bastı,

ben içeri düştüğüm sene,

ana rahmine düşen çocuklar.

Ve o yılın titrek, ince, uzun bacaklı tayları,

rahat, geniş sağrılı birer kısrak oldular çoktan.

Fakat zeytin fidanları hâlâ fidan,

hâlâ çocuktur.

Yeni meydanlar açılmış uzaktaki şehrimde

ben içeri düştüğümden beri.

Ve bizim hane halkı

bilmediğim bir sokakta

görmediğim bir evde oturuyor.

Pamuk gibiydi, bembeyazdı ekmek

ben içeri düştüğüm sene.

Sonra vesikaya bindi,

bizim burda, içerde, birbirini vurdu millet

yumruk kadar, simsiyah bir tayın için.

Şimdi serbestledi yine,

fakat esmer ve tatsız.

Ben içeri düştüğüm sene

İKİNCİSİ başlamamıştı henüz.

Daşav kampında fırınlar yakılmamış,

atom bombası atılmamıştı Hiroşima’ya.

Boğazlanan bir çocuğun kanı gibi aktı zaman.

Sonra kapandı resmen o fasıl,

şimdi ÜÇÜNCÜDEN bahsediyor Amerikan doları.

Fakat gün ışıdı her şeye rağmen

ben içeri düştüğümden beri.

Ve “Karanlığın kenarından

ONLAR ağır ellerini kaldırımlara basıp

doğruldular” yarı yarıya.

Ben içeri düştüğümden beri

güneşin etrafında on kere döndü dünya.

Ve aynı ihtirasla tekrar ediyorum yine,

ben içeri düştüğüm sene

ONLAR için yazdığımı:

“Onlar ki toprakta karınca

suda balık

havada kuş kadar çokturlar,

korkak, cesur,

cahil, hakîm

ve çocukturlar,

ve kahreden

yaratan ki onlardır,

şarkılarımda yalnız onların mâceraları vardır.”

Ve gayrısı,

meselâ benim on sene yatmam,

lâfü güzaf.


18 Mayıs 2011 Çarşamba

3 NO’LU ETÜDE

terk edilmişlik var bu rüzgarda
saçlarını ıslatan kuvvet nerede
bakma yalanmış rüzgar da, yağmur da
sen de...

gemiler uçuyor, balıklar uçakların peşinde
yoksa böyle değil miydi?
ben hem deliyim
o halde seni daha çok sevmeliyim

güneşin merhabasını bıraktığı yerlere
“merhaba” demeliyim
artık gitmeliyim
bütün yolları değiştirdim deme bana
senin adına
selam vermeliyim sevdiğin sokaklara

ben hem deliyim
ve takvimlerin resimli olanlarını severim
yüreğimdeki resmini severim
öyle olur olmaz çık karşıma
milyonlarca sen görmeliyim
ben hem deliyim
keşke seni hiç hiç görmeseydim...



Kimi zaman birisi çıkar karşına ve kan bağın olmadığı halde onu bir akraban gibi bir ablan gibi görürsün, bilirsin. G. abla da benim için öyle biri.Bu şiir de onun şiiri.Tekrar teşekkür ederim abla şiirin için.Bu fotoğraflar ne alaka dersen bir deli kendine anca yukarıdaki fotoğraftaki gibi gelir sanırım. :)

15 Mayıs 2011 Pazar

Monologmati



Suçu benim üstüme at: Zamanlama hatası derim.
Suçu benim üstüme at: Batık gemilerin de bir rotası olduğunu saklarım.
Suçu benim üstüme at: Taşa inanan bir tanrı parçasıydı derim.
Suçu benim üstüme at: Aşk değildi o; yalnızca bir isim benzerliğiydi diye söylenirim.
Suçu benim üstüme at: Örgütlü kalp ağrılarıydı derim. Geceleyin arkadaş evine sığınan ağır yaralı bir militan kadar güzeldi derim.
Suçu benim üstüme at: Yaz sıcağında kasıklarından yükselen ter kokusunu parfüm niyetine kullanacaktım, demem.

yatağını çıyanlarla süslerdi.
akşamları yatmadan bir ikisini atıştırırdı.
tehlikeli kesikti.
tehlikeli kesikler gibi sevişirdi.
eve bir giyotin almak isterdi hep.
fazla arkadaşlar için.
fazla gözyaşları için.
fazla laubalilikler için.
islamiyet'ten önce Kabe'de duran üç puttan
biri oydu, biri ben.
öbürkünden arada bir şifreli mektuplar alırdık.
mektuplara gülerdik biz. mektuplara gülmekle geçerdi vaktimiz.
mutluyduk.
cahildik ve bununla mutluyduk.

Suçu benim üstüme at:
Biz, biraraya geldiğimizde anlamlı bir kelime oluşturan iki heceydik -- bunu itiraf etmem.
Suçu benim üstüme at:
Evet, aramızda kronolojik bir sıralama vardı duygular açısından. Şiddetin yolaçtığı her türlü maceraya düşkündü o.
Yara kabukları biriktirirdi. Açıksözlülük biriktirirdi -- ağzımdan alamazlar.
Suçu benim üstüme at.
Suç beni bağlamaz.
Suç bana çarpmaz.

jilette pusu kurmuş yılandı. ( galiba infilak etti. )
yılanın kirpiklerine bulaşmış asitti. ( galiba punk. )
horizantaldi. ( şüphesiz prozac efsanesiydi. )
bütün anlamları bataklıktı. ( tut ki, boşlukta dinozordu. )
kâh çokluktu, kâh eksiklikti. ( aritmatiği zayıf. )
ucuz atlattığım bir cinayet girişimiydi. ( ahlakı pekiyi. )
saçma sarı'mdı. ( her renk bir diğerini gölgede bırakır. )
marjinal ela'mdı. ( sırra kadem basan hatıralarla avunurdu. )
piercing prensi'mdi. ( çoğu kere, uzak gemi lodosu. )

böcek tarlam! bana hiç değilse bir mail at.
japon kâğıt kaplama sanatım! hayatta mısın?
geceleri kanımı emmekle bahtiyar olan sivrisineklerle var mı bir akrabalığın, yakınlığın?!

K. İskender

1 Mayıs 2011 Pazar

Marquis de Sade

‘’Sizin Tanrınız kendi oglunu çarmıha gerdiyse, kim bilir beni ne yapar!"

Yatak Odasında Terör - Marquis de Sade

"Sade'ı yakın! Ama önce bir dinleyin. Belki de o kalemiyle olağanüstü şeyler yaşayabilen bir yazardı sadece..."
"Biliyor musun sevgili Sensible, elinde bir kalem varsa olağanüstü şeyler yaşayabiliyorsun."
Hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Donatien Aphonse Marquis de Sade bir sapkın mıydı? Bütün eleştirmenlerin ve hatta ahlâkçıların da kabul ettiği gibi "cinsel hayatın Zorba'sı" mıydı? Yoksa, aslında sadece "yasaklamanın yasaklanmasını" dileyen ve bütün yazdıklarını yukarıdaki cümlesiyle açıklayan basit, insan yönü skandalsız, yalın bir yazar mı?


Marquis de Sade'ı en iyi tanımanın yolu, adını verdiği Sadizm'le işe başlayarak "insan bozukluklarının" tarihini anlamaya çalışmaktan geçmiyor. Gerçi iş bilimadamlarına kalınca onlardan, adli sonuçlara varsın varmasın sadist sapkınlıkların herkes için geçerli ve "ucuz" tedavilerinin olmadığını öğreniyoruz. Marquis de Sade adına, bu satırlardaki davamız, onu bir kayalığın tepesinde denize düşmeyi bekleyen müntehirin ruh hali gibi, onun yazarlık durumunu ortaya koymak ve insanlığının yönlerini bulgulamak.
Sade'ın çıktığı yüksek kayalıklar, deyim yerindeyse toplumdışılığın ve bu dış alanı savunmanın zirvesiydi. Yazdıklarında gözlediğimiz erotizm ve anarşist fantazilerin ardında Tanrı tanımayan, anarşist bir duruşun davranışları yatıyordu. Sade'a göre tek suç, doğaya karşı işlenen suçtur. Doğa tarafından bir kez yaratılmış olmak onun egemenliğinden kurtulmuş olmak demektir ve asıl önemli olan bu özgürleşmenin farkında olmaktır. Sade için her türlü zevkin kaynağında suç ve kötülükler yatar.


Ölümünden sonra adı unutturulmak istenen, ama bir yandan kitapları gizlice okunan Marquis de Sade, kendi ülkesinde ilk kez 20. yüzyılda şair Guillaume Apollinaire'in çabalarıyla açık ve geniş bir biçimde tanınmaya, okunmaya başlandı. Bunun yanı sıra, edebiyat ve eleştiri çevrelerinde kitapları yeniden ele alındı; eleştiriler ardı ardına gelmeye başladı. Bunlar içinde Simone de Beauvoir'in o çok ilginç "Sade'ı Yakmalı mı?" adlı eseri ve Pierre Klossowski'nin "Ahbabım Sade" kitabı sayılabilir. Bunun yanı sıra İslami sorunların ve eserlerin uzmanı olarak da bilinen Maurica Heine (1884 - 1940) Gilbert Lely ile birlikte Sade'ı 20. Yüzyıla taşıyan en önemli kişi olarak görülüyor. Bu ikili kendi hayatlarını adeta Marquis'nin yayınlanmayan eserlerini ve ona ait belgeleri günışığına çıkarmaya adadılar.


Tıp öğrenimi gören Maurice Heine, aforoz edilmeden önce sıkı bir Komünist Parti üyesiydi. 1924 yılında Felsefi Roman Cemiyeti'ni kuran Heine'ın tek amacı Sade'ın kitaplarını yayımlamaktı. 1926'da "Hikâyeler"i ve "Papaz ve Cançekişenin Diyaloğu"nu yayınladı. Diğer kitapların ve birçok değerli makalenin ardından Marquis de Sade adlı kitabının yayınlandığını ne yazık ki göremedi. Gilbert Lely, bu kitabı yayınladıktan sonra bayrağı devraldı; 1952-57 arasında iki ciltlik Sade biyografisini yayınladı.


Marquis de Sade, 74 yıllık hayatının (1740-1814) 28 yıl ve 8 ayını istisnasız olarak hapiste geçirirken, bu sürenin 25 yıl ve 3 ayını hükümsüz olarak "değerlendirdi". Bu çeyrek asırlık hapis yaşantısı Sade'ın kendisini "bütün rejimlerin mahpusu" olarak nitelendirmesine yol açtı açmasına ama 8 Mart 1794 günü, ellinci yaşına girmesine henüz birkaç ay kala Marquis, Picpus'e nakledildiği zaman, Terör döneminde "ılımlı" bulunmuş olma suçu yüzünden bir zindanda çürümeye terk edilmişti. Picpus, içinde daha çok soyluların bulunduğu ve herkesin mütemadiyen gün boyu aşk yaptığı süslü bir hapishaneydi.


Sade'ı bu yaldızlı yatak odasına kim naklettirmişti? Devrimin erdemleri adına insanların giyotine gönderilmesine karşı çıkan Marquis'yi daha önce zindanlara atan yönetimin gözleri önünde nasıl oluyordu da bu adam hem "La Philosophie dans le boudoir" (Yatak Odasında Felsefe) adlı eserinin temellerini atacağı sekiz aylık bilinmeyen bir "torpilli" hapis yaşantısını başlatıyor, hem de cımbızla seçtiği soylulardan bir tiyatro kumpanyası yaratabiliyordu.


Bu sekiz aylık "beyaz" dönem boyunca Sade'ın yaptıklarını, kurgusal da olsa, önce 1994'te Fransız romancı Serge Bramly'nin bir senaryo olarak başladığı ama daha sonra romanın kuyusuna düşen kitabından okuyabiliyoruz. Bir Leonardo da Vinci biyografı olan Serge Bramly, sinemacı bir dostunun "siparişi" üzerine başladığı bu belalı çalışmasını bir anlaşmazlık sonucunda yarıda bırakırken birdenbire kendini Marquis de Sade'ın oluşturduğu gizemli bir çekim alanında buluveriyor ve bu roman çıkıyor ortaya.


İyi bir aileden gelen bir genç kızın, görmüş geçirmiş bir erkek topluluğu tarafından bekaretinin nasıl bozulduğunu anlatan iki ciltlik "Yatak Odasında Felsefe"nin Picpus mapusluğu sonrasında yazılmış olduğuna dikkat eden Bramly, Sade'ın kitabı Picpus'te yazmış olabileceğini tahmin ederek, yazacağı metni bu kitapta toplamaya çalışmış. "Yatak Odasında Felsefe"nin adına bir gönderme yaparak, yazdığı romana "Sade: La Terreur dans le boudoir" (Yatak Odasındaki Terör) adını koymayı uygun görmüş.


Sade'ın yazdıklarında büyük bir tutarlık abidesi bulduğunu söyleyen Serge Bramly, Sade'ın "Doğa beni böyle yarattı, kendi doğama aykırı davranmam bir cinayet olurdu" şeklindeki sözlerini romanının omurgası haline getirerek, diyalogların ve kurgusal parçalarının tamamına yakınını, Sade'ın değişik kitaplardan alıntılamakta bir sakınca görmemiş. Roman biraz incelendiği zaman zaten bu açıkça görülüyor. Bir anlamda "Sade kendini roman olarak bir kez daha yazmış".
"Yatak Odasındaki Terör"ün elbette bir de görkemli bir sinema hikâyesi var. Hikâye olmanın da ötesinde 2000 yılında Benoit Jacquot'nun çektiği, Marquis de Sade rolünü ünlü Fransız karakter oyuncusu Daniel Auteuil'ün oynadığı bir film bu. Ne var ki gişelerden ve eleştirmenlerden çok önemli övgüler almayan bu filmi, ne olursa olsun Daniel Auteuil'ün "kurtardığı"na dair görüşler çoğunlukta. Filmde Sade'ın metresi Sensible'i Marianne Denicourt canlandırıyor.


Yazdıklarıyla tanrısız, dinsiz olduğunu ama skandal derecesindeki yazı(n)Sal eylemlerinin onu bir katil, bir cani ve bir sapkın yapmayacağını belirten Sade'ın gerçek yaşamında çokça ihtimal edilen bir ayrıntı var ki o da içinde yaşadığı baskı ortamlarının, özellikle de Devrim yönetimlerinin, katlin ta kendisini yaptıkları, cinayetlerin hasını işledikleri yönünde... Aslında Sade'ın, yazarak fantezi üretmek ve yaşamak dışında fazla bir hüneri ve kötülüğü olmadı kimseye... Ve kesinlikle, içinde yaşadığı baskı ortamlarının onu ustaca cezalandırmak, onu suç yaratmak konularından bir yazar dehasını aşan özellikler taşıdığı da bir gerçek. Bunun kanıtı ise Sade'ın hayatının yarısına yakının "hükümsüz" olarak hapislerde geçirmesi elbette...


Bir Picpus ziyareti sırasında yatakta oynaşırlarken, Sensible'in "Sen bir canavar mısın?" sorusuna şöyle cevap veriyor Marquis:
"Benim bebekleri parçaladığım ve onların kanlarıyla gençleştiğim, La Coste şatomun hendeklerinin ağzına kadar cesetlerle dolu olduğu söylendi... Beni böyle dedikodular yüzünden Bastille'e kapattılar."
Sensible üsteler:


"Soruma cevap vermedin." Sade, daha fazla oyalamaz akıllı metresini ve "Canavarlıklar, diyorsun. Belki... Nasıl bilinebilir?" der.
"Bir bakıma buna benzer canavarlıklar yaptım, evet; bunları dünyadaki herkesten daha fazla tasarladım ve onları silinmez olmasını umduğum bir mürekkeple yazdım... Biliyor musun sevgili Sensible, elinde bir kalem varsa olağanüstü şeyler yaşayabiliyorsun."


Sade'ı yakın! Ama önce bir dinleyin. Belki de o kalemiyle olağanüstü şeyler yaşayabilen bir yazardı sadece.


21 Şubat 2011 Pazartesi

ESKİ MISIR ŞİİRLERİNDEN ÖRNEKLER

‘ben dünüm , bugünüm , yarınım..

varlığımla dolmayan gün yoktur..

benim açtığım yoldur şimdiki çağ..’
‘ÖLÜLER KİTABI’ndan..




‘şen geçir günlerini , bıkmadan , yorulmadan :

ne malını mülkünü öbür dünyaya götürebilirsin ,

ne de geri gelirsin öteki tarafa gidince..’


‘elinde keskiyle çalışan sanatçı

tarlayı belleyen ırgattan fazla yorulur

akşam olunca yan gelip yatar mı.. ne gezer..

kolları koparcasına çalışır

ortalığı aydınlığa kavuşturmak için..’


‘işitilmemiş sözler bulsam , garip cümleler söylesem ,

kimselerin kullanmadığı bir dilim olsa ,

tekrarlanmamış , bayatlamamış deyimlerimle

eskilerin sözlerinden uzaklaşsam..’

ANKHU (m.ö. 2000 yılları..)



AKHENATEN’İN YAKARIŞI..

senin tatlı soluğundur benim soluğum ,

güzelliğin her zaman gözlerimin önünde..

duyabilsem sesini kuzey rüzgarında ,

güzelim , seninle dinçleşir bedenim..

uzat ellerini , yol göster ruhuma , canıma can kat :

beni sonsuzluğa çağırsan hazırım gitmeğe..

DİN ADAMI ANKHU’NUN

BOZUK DÜZENDEN YAKINMASI

olup bitenler , çileden çıkarıyor insanı :

memleket baştan başa azapla kıvranıyor ,

yıldan yıla büsbütün allak bullak…

bir öncekini aratıyor her geçen yıl..

kargaşalık var ülkede , yıkımın eşiğindeyiz..

kapı dışarı ettiler adaleti ,

haksızlık kol geziyor hükümet çevrelerinde..

tanrıların tasarıları karman çorman ,

tanrı buyruklarına aldırış eden yok..

memleketin durumu berbat,

ne taraf baksak çile ,

halk yas tutuyor kentlerde de , taşrada da…

millet yoksulluktan perişan ,

insanlarda ne saygı kaldı , ne sevgi..

huzur sultanları bile ter ter tepiniyor..

gün doğunca baş çeviriyoruz

gece olanları görmemek için..

olup bitenler , çileden çıkarıyor insanı :

dertler tümen tümen geliyor bugün..

yarın ıstırapların seli kopup gelecek..

memleket baştan başa tedirgin,

ama ağzını açıp tek kelime söyleyen yok..

masum insan kalmadı artık,

herkesin işi gücü fesat..

yürekler yas içinde , tasa içinde..

komut verenle komut alan bir-örnek,

ikisinin de dünya umurunda değil..

her sabah kalkar kalkmaz görüyoruz durumu,

ama düzeltmek için çabaya girişmiyoruz..

dün neyse bugün de o..

miskinlik sinmiş insanların yüzüne ,

kimse laf anlamıyor ,

anlayıp kızanlar bile dilini tutuyor..

yaman bir acıyla kıvranıyorum durmadan :

yoksullar , zengin karşısında güçsüz..

ne acıklı bunu görüp de haykırmamak..

ama anlamayanlara dil dökmek daha acı..

insan , sesini yükseltmeye görsün ,

başlıyor gerçekleri bilmeyenlerin öfkesi..

bugünlerde herkes sırf kendini dinliyor ;

kendinden başkasına inanan yok..

hiç ilişki kalmadı gerçekle söz arasında…

ANKHU (m.ö. 2000 yılları..)

‘ESKİ MISIR ŞİİRİ’ , TALAT S. HALMAN , Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları , 1972..

18 Şubat 2011 Cuma

ŞEYH BEDRETTİN DESTANI..


ŞEYH BEDRETTİN DESTANI..

6.

bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
ve bir yelkenli vardı.
bir gece bir denizde bir yelkenli
yapayalnızdı yıldızlarla.
yıldızlar sayısızdı.
yelkenler sönüktü.
su karanlıktı
ve göz alabildiğine dümdüzdü.

sarı anastasla adalı bekir
hamladaydılar.
koç salihle ben
pruvada.
ve bedreddin
parmakları sakalına gömülü
dinliyordu küreklerin şıpırtısını.

ben:
— ya! bedreddin! dedim,
uyuklayan yelkenlerin tepesinde
yıldızlardan başka bir şey görmüyoruz.
fısıltılar dolaşmıyor havalarda.
ve denizin içinden
gürültüler duymuyoruz.
sade bir dilsiz, karanlık su,
sade onun uykusu.
ak sakalı boyundan büyük küçük ihtiyar
güldü,
dedi:
— sen bakma havanın durgunluğuna
derya dediğin uyur uyur uyanır.

bir gece bir denizde yalnız yıldızlar
ve bir yelkenli vardı.
bir gece bir yelkenli geçip karadenizi
gidiyordu deliormana
ağaçdenizine…

NAZIM HİKMET

(Şeyh Bedrettin Destanı’nın 6. bölümü , YKY yayınları..)

16 Şubat 2011 Çarşamba

Sevgi Üzerine

· Sevgi neydi? Sevgiliye erişmek mi, erişememek mi?

Sevgi bir habere can atmak, bir başka habere can vermek miydi?

  • Daima sevgiye yürü, ta ki hakikate eresin!

· İnsan sevgiye hükmeder ; ama aşk insana hükmeder!

  • Anladım ki sevgi ile öfke aynı kaba giremiyordu.

· Sevgi her şeyden evvel bir kıskançlığında adıydı.

· Aşk tekildir ama sevgi çoğul.

· Aşk eğer günah olsaydı Allah cenneti boşu boşuna yaratmış olmaz mıydı?

· Sevgi, güzel bir kokunun adı mıydı? Sevgiliye dair bir koku, sevgiliden beklenen bir koku… Hani seher vakti saba rüzgarı eserken dimağı doldurması için içe çekilen o bahar kokusu gibi!

Hani sevgilinin bulunduğu tarafa yönelip başını kaldırarak derin bir nefes alır gibi!

Sevginin kendine özgü bir kokusu vardır ya hani!

Hiç unutulmayan ve başka bir kokuyla karıştırılmayan bir koku!

Bazen bir saç telinden,

Bazen bizzat sevgili elinden gelip gönülleri sarhoş eder hani!

Yalnızca burna değil, kalbe de giren bir kokudur ya o!


  • Bütün inançların temeli sevgidir. Her kim bir şey veya kimseyi severse ona inanmış, boyun eğmiş, kulluk etmiş olur.

  • Sevgi eşitlikten öte kölelikti zaten. Sevgilinin kölesi olmaya hazır olmayan bir kişi,sevginin hakikatine eremez ki!.. Seven ile sevilen arasında ikiliğin, sen – ben demenin yeri olmazdı. O iklimde sadece ‘’sen’’ zamiri kullanılırdı.

  • Sevgi sabırsızlık demekti. Sevgiliden gelen haber için can atmak, onu öğrenmek demekti.

  • Sevgi beğenmenin devamı değil miydi? Eğer göz beğendiyse gönül sevmez miydi?

  • Sevgi bazen bir adın telaffuzuna gizlenebiliyor.

  • Hatayı itiraf etmek sevgiyi güçlendirir.

  • Seven, sevdiğinin her kötülüğüne katlanırdı.

  • …sevgisi hala yüreğimde duruyordu.Üstelik eskisinden daha çok… Kişi kaybolsa da sevgisi kaybolmuyordu…
İskender Pala
(fotoğraf: Ali Balkı)