7 Ağustos 2011 Pazar

Utanmanın erdemi


‘-Yaptıklarından utanmıyor musun?’ dedi Tanrı..
-Çok utanıyorum, dedi adam..
Tanrı: - Utanıyorsan sorun yok, çıkabilirsin..
Adam şaşkınlıkla: - Cehennem dedikleri bu kadar mı?
Tanrı: - Utanmayı biliyorsan, bu kadar..’

DEMİRYOLU HİKAYECİLERİ



Ülkenin büyük şehirlere uzak bir dağbaşı kasabasında, bir demiryolu
istasyonunda çalışan üç hikayeciydik. İstasyon binasına bitişik yanyana üç
kulübemiz vardı. Ben, genç yahudi, bir de genç kadın. Seyyar hikaye satıcılığı
yapıyorduk. İşimiz pek parlak sayılmazdı; çünkü istasyonumuza tren çok seyrek
uğruyordu. Ayrıca, yalnız posta trenlerinin geldiği günler iyi iş yaptığımız
söylenemezdi. Öğleden sonra gelen posta trenlerinde daha çok elma, ayran ve
sucuk-ekmek satılırdı. Bu saatlerde genellikle biz hikayeciler uyurduk.
Böylece gece için de dinlenmiş olurduk: çünkü bizim bütün ümidimiz, gece
yarısından sonra geçen tek eksprese bağlıydı. Öteki seyyar satıcılar bu
saatlerde uyanıp gelemezlerdi çoğu zaman. Bizim de (hikayeciler) uyuyarak gece
ekspresini kaçırdığımız olurdu. Oysa istasyon şefiyle de aramız iyiydi; fakat
nedense genellikle bizi uyandırmayı ihmal ediyordu istasyonun bu tek memuru.
Ona da hak veriyorduk bir bakıma: Makasçılık yapıyordu, telgraflara bakıyordu,
bütün işaretleri düzenliyordu; trenlere bilet satmak, kapıları açmak,
kapamak.. bütün işler tek bir adamın üzerindeydi. Ona yaranmak için sık sık
bedave hikayeler veriyorduk; gene de bizi uyandırmayı unutuyordu bazen. Çoğu
zaman, kendiliğimizden uyanmak zorundaydık. Bütün gün de hikaye yazdığımız
düşünülürse, bunun pek kolay bir iş olmadığı ortadaydı. Evet, öğleden
sonraları uyuyorduk; ama genellikle akşam üzeri ilham geliyordu ve gecenin geç
saatlerine kadar yakamızı bırakmıyordu. Bu `yakamızı bırakmıyordu' sözüyle
alay ediyordu istasyonun şefi; biz de böyle anlarda, onun tek başına
çalıştığını, her işe tek başına yetişemeyeceğini unutarak şiddetle
eleştiriyorduk onu: İstasyon şefliği odasına bitişik kulübelerimize kadar
zahmet edemez miydi ekspresin geldiği sıralar? Aynı işyerinde çalışan
memurlar sayılırdık bir bakıma. Üstelik bazı geceler, yemeği bile unutarak
elle yazdığımız hikayeleri, istasyon şefinin odasındaki tek daktiloda temize
çekiyorduk. Hikayeciliğe ilk ben başladığım için daktilo yazarken ilk sırayı
bana veriyorlardı arkadaşlarım. Fakat ben sıramı genellikle genç yahudiye
veriyordum. Bu zayıf ve hastalıklı genç yahudiyi çok seviyordum.

Evet, bir bakıma demiryolu idaresinin memurları sayılırdık: kulübelerimiz
de istasyon binası için ayrılan la,,alana kurulmuştu, üstelik hepsi bir
örnekti ve istasyon binası ile aynı mimari özellikleri taşıyordu. İstasyon
şefi gülerek, "memur hikayeciler" diyordu bize. Sonra o bitip tükenmez
tartışma başlıyordu: Hayır biz memur konumu içinde düşünülemezdik: Bir kere
parça başına ücret alıyorduk. Ayrıca bu ücret, ekspres yolcuları tarafından
ödendiği için resmi bir ödeme sayılmazdı. Siz esnaf hikayecilersiniz diyordu
istasyon şefi bize. Aslında ben memeur ya da esnaf olarak nitelendirilmek
istemiyordum; biz sanatçıydık. Ayrıcalı bir durumda olmalıydık. Ne var ki
ayran, elma ve sucuk-ekmek satıcılarının uyanık olduğu gecelerde birbirimizi
iterek yolculara mallarımızı beğendirmeye çalışırken `ayrıcal bir durumda'
olduğumuz söylenemezdi. Biz de öteki satıcılar kadar bağırıyorduk malımızı
satmak için. Tabii genç yahudinin pek sesi çıkmıyordu; genç kadın da yiyecek
satıcılarıyla perona inen yolcular arasında sıkışıp kalıyordu. Zaten satacak
çok malımız da yoktu. İstasyon şefinin köhne daktilosunda her hikayeden ancak
bir iki kopya çıkarabiliyorduk. Son kopyalar da oldukça silikti, bunlara pek
alıcı bulamıyorduk. Hikayeler bir iki kere satılmadı mı eskiyor, onlara
müşteri bulmak güçleşiyordu. Çünkü güncel konuları işleyen hikayeler
yazıyorduk ve bir iki günlük modası geömiş hikayeleri uzattığımız zaman
yolcular yüzlerini buruşturarak, "Bunları biliyoruz, yeni şeyler yok mu?"
diyerek bayat hikayelerimizi suratımıza fırlatıyorlardı. O zaman da elma ve
ayran satıcılarına kaptırıyorduk sıramızı.

Başka güçlüklerimiz de vardı: tren her zaman bizim kulübelerin önünde
durmuyordu. Birinci perona çoğu zaman yük vagonlarını yaklaştırıyordu
isatsyon şefi. Bu yüzden ekspres, ikinci hatta, üçüncü perona (bunlara `peron'
denirse) yanaşmak zorunda kalıyordu. Yiyecek satıcıları bu durumu daha önceden
öğrendikleri için, treni oralarda bekliyorlardı. Biz hep son dakikada
uyandığımız için, uyku sersemi çoğu kere önceyük vagonlarına çarpıyorduk
telaşla. Sonra vagonların çevresini dolaşmak, rayların arasından gece
karanlığında dikkatlice geçmek gerekiyordu. Trenin durduğu yer de iyi
aydınlatılmıyordu. Özellikle bu, bizim için çok önemliydi: Küçük hasır
sepetler içinde tomarlar halinde duran hikayelerimiz, hemen satılmıyordu. Her
yolcu tomarları (genellikle hırpalayarak) açıyor, hiç olmazsa sayfalara bir
göz atıyordu. Karanlık işimizi zorlaştırıyordu. Satırları iyi görmedikleri
için baştan savma bir göz gezdirdikten sonra geri veriyorlardı.

Satışlar iyi gitmiyordu. Savaş yıllarıydı. Ekmek bile pahalıydı. Ayrıca,
sık sık karartma yapılıyor, istasyonun ölgün ışıkları eserlerimizi büsbütün
aydınlatmaz oluyordu. Böyle gecelerde çalışmak da anlamsızlaşıyordu. Kara
perdelerini sıkı sıkıya örttüğümüz pencerelerimizin gerisinde, mavi kağıtlara
sardığımız lambaların donuk ışığında, satılıp satılmayacağı belirsiz kısa
hikayelerimizi yazmaya çalışıyorduk. Allahtan, aldıkları malı doğru dürüst
incelemden, üstelik iki misli para vererek kapışan yataklı vagon yolcuları
vardı. Bunlar yemeklerini yemekli vagonda yedikleri için bizim pis
ayrancılara, elmacılara ve sucuk-ekmekçilere (özellikle onlara) aldırmazlardı.
Ülkede taze olarak hikaye satılan tek istasyon olduğu için bizim ünümüzü de
duymuşlardı. Onlara her zaman ilk kopyayı ayırırdık, titiz müşterilerdi. Ne
var ki onların da rahat yataklarından kalkmaları kolay değildi. Gene de bir
kolayını bulmuştuk: Yataklı vagon memurlarına bşrkaç kuruş vererek yolcuları
bizim istasyonda uyandırmalarını sağlıyorduk. (Ayrıca her gelişlerinde bedava
birer hikaye alıyorlardı bizden. Okuduklarını pek sanmıyorum. Herhalde elden
düşme satıyorlardı). Yataklı vagon yolcuları da olmasa halimiz haraptı.
Bunlardan bazılarıylailişkiler de kurmuştuk. Acıklı durumumuzu bildikleri
için, onları geçirmeğe gelen dostlarının getirdikleri pasta, kurabiye gibi
yiyecekleri bize de verdikleri olurdu. Genellikle geceleri çalıştığımız için
çok acıkıyorduk. Hikayeleri geceleri yazıyor, geceleri temize çekiyor,
geceleri satmaya çalışıyorduk. Ekspres uzaklaştıktan sonra yorgun argın
istasyon binasına döner; bekleme odasında, yataklı vagon yolcularının
verdikleri kurabiyeleri yerdik. Bazen öteki satıcılar da gelirdi bizimle
birlikte. Ayrancı, satamadığı ayranından ikram ederdi bize; nasıl olsa ertesi
sabaha kadar ekşiyecekti ayranı. Bize biraz acıyorlardı galiba. Elmacı da -her
zaman değil- bir elma soyardı bizim için. Biz onlara satamadığımız
hikayelerimizi veremezdik: Hiçbiri okuma yazma bilmiyordu. Sadece
sucuk-ekmekçi bazen hikayelerimizden -hangimizinki olursa olsun- isterdi, son
kopyalardan olmak şartıyla: İnce kağıttan olduğu için sigara sarıyordu
hikayelerimize.

Bazen, neşeli olduğum zamanlar, yani satşlar iyi gitmişse, yiyecek
satıcılarına hikayelerimi okurdun. (Genç kadın buna karşıydı).
Sucuk-ekmekçiyle elmacı daha ilk satırlarda uyuklamaya başlardı, fakat sonuna
kadar kalırlardı bekleme odasında. (Hikayenin sonuna doğru da uyanırlardı.)
Ayrancı bütün dikkatiyle dinlerdi beni; bu ilgi hoşuma giderdi. Elimden
geldiği kadar hikaye kahramanlarının konuşmalarını canlandırmaya çalışırdım
okurken. Sonunda sucuk-ekmekçi başını sallar, kötü günler yaşıyoruz diyerek
içini çekerdi. Olur böyle şeyler derdi elmacı da: İnsan neler görüyor
yaşadıkça. Satıcıların acıklı öykülerini anlatan hikayeler de yazmıştım.
Bunları dinlerken ayrancı bile uyuklardı.

İstasyon şefinin de yazdıklarımıza aldırdığı yoktu: fakat nedense, her
hikayemizden muhakkak bir kopya alır ve bunları özenle dosyalayarak ayrı bir
dolapta saklardı: Yönetmelikler böyle gerekiyormuş. Demiryolları idaresinin
toprakları içinde yazlıldıkları için 248. maddenin kapsamına giriyormuş bizim
durumumuz. Kanun maddelerinden söz edilince ben elimde olmayarak kızardım:
Bizim durumumuzu düzeltecek, bize deistasyon toprakları içinde şerefli bir yer
verecek yasalar yok muydu? Bizi sucuk-ekmek yasalarıyla bir tutan anlayışa her
zaman karşıydım. Gene uzun bir tartışma başlardı: İstasyon şefi dolaplardan
kara kaplı kitaplar indirir, yiyecek satıcıları hakkında Sağlığı Koruma
Yasalarının uygulandığını ileri sürerdi.

Bence durum gittikçe kötüleşiyordu. Genç yahudi gittikçe zayıflıyordu.
Bence gizli bir hastalığı vardı. Onu tedavi ettirecek paramız yoktu.
Demiryolları hastanesi de bizi kabul etmiyordu. Ben kızıyordum istasyon
şefine: Bizi 248. maddenin kapsamına sokarak elimizdn hikayeleri neredeyse
zorla almasını biliyordu. Daha kestirme bir ulaşımı sağlamak için bizim
istasyona uğramayan bir demiryolu yapılacağı söylentileri de dolaşıyordu.
Artık sadece posta trenleri uğrayacaktı buraya.

Üzüntüler içindeydim, üstelik aşık olmuştum. Elbette, üçüncü kulübede
oturan genç kadına aşık olmuştum. Bir gece, bizi tanımayan bir yataklı vagon
memuru onu iterek vagon kapısından dışarı atmıştı. Seyyar satıcıların yataklı
vagona girmesi yasaktı. Genç kadın tozlu yerlere düşmüş, sepeti, hikayeleri
ortalığa saçılmıştı. Onu teselli ettim, saçlarını okşayarak ağlama, dedim.
Peronda ikimizden başka kimse yoktu. Öteki satıcılar çabuk satmışlardı
mallarını, hemen ayrılmışlardı istasyondan; son zamanlarda onlarla aramız iyi
değildi: Yataklı vagonlara kapalı şişelerde, Sağlığı Koruma Yasalarına uygun
olarak hazırlanmı gazoz, saydam kağıtlara sarılmış sucuk-ekmek filan satmak
istiyorlardı. Yataklı vagon memurunu da ayarlamışlardı. Yarabbi, her gün neden
yeni sıkıntılar çıkıyordu? Bu doymak bilmeyen yataklı vagon yolcuları da,
yemekli vagonlarda o kadar yemek yedikten sonra -kim bilir neler yiyorlardı-
geceyarısından sonra gene acıkıyorlardı. Allahtan geçici bir tüzük maddesi
bulmuştuk ve henüz yatklı vagona yaklaşmaya cesaret edemiyorlardı bu yüzden.
Bu münasebetsiz yasa da bir ay sonra yürürlükten kalkıyordu. İkimiz -genç
kadınla ben- gece soğuğunda titreyerek birbirimize sarılmıştık. Bizi bu
kasabaya hangi rüzgar atmıştı? Ne kötü şartlar altında çalışıyorduk. Yiyecek
satıcılarıyla, tren memurlarıyla, açlıkla ve sefaletle uğraşmaktan sanatımızı
doğru dürüst yapamıyorduk. Her şeyden önce doğru dürüst kitabımız bile yoktu.
Kitap almak için büyük şehire gidecek tren paramız bile yoktu. Bu şartlar
altında bizden ne beklenebilirdi? Düşündükçe durumumuzun ümitsizliğini ve
garipliğini daha iyi anlıyordum: Aslında istasyon binasının yanında bize ktu
gibi odalar vermekle demiryolları idaresi hiç de bizim yararımıza
çalışmamıştı. Gündüzleri gürültüyle düdük çalarak geçen trenler yüzünden
sürekli uyuyamıyorduk. Yazdıklarımızın da değeri bilinmiyordu: Geçen
gecelerden birinde genç ve düzgün yüzlü bir yataklı vagon yolcusu, kendisine
daha önce sattığımız hikayelerin bir kısmını tanınmış bir eleştirmene
gösterdiğini ve bu ünlü yazarın da hikayeleri çok basmakalıp ve modası geçmiş
bulduğunu söylemişti. Yağmur çiseliyordu, sepetteki hikayelerin dış sayfaları
ıslanıyordu. Sonbahardı. İnce ve her tarafı sökülmüş kazağımın içinde
titriyordum. Bu şartlarda daha iyi ne yazabilirdim? Birden genç yataklı vagon
yolcusuna sinirlenerek buz gibi bir sesle, isterseniz geri verin hikayeleri,
paranızı da alın demiştim. Aslında yalan söylüyordum: Cebimde meteliğim yoktu.

Bunları düşünerek dalıp gitmiştim. Çevremin farkında değildim. Tren
uzaklaşmıştı. Birden kollarımın arasında genç kadını gördüm. Bana sokulmuş,
başını göğsüme dayamıştı. Onu öptüm. Hikaye sepetlerimizi koluma taktım,
uzaktan ışıkları görünen istasyonumuza doğru yürüdüm. O gece genç kadınla
üzmitsizliğin ve yalnızlığın verdiği karışık duygular içinde seviştik. Şimdi
bu satırları yazarken, öteki satıcıların, asık suratlı istasyon şefinin ve
rayların arasında sıkışıp kalmış kulubemde yazmış olduğum bir günlük
hikayelerimin ucuz duyarlılığına kapılmış olmaktan korkuyorum. Evet genç
kadını seviyordum, sık sık onun kulübesine giderken yahudinin evinin önünden
geçmek zorunda kalıyordum ve bu durumdan sıkılıyordum. Genç yahudinin de
hastalığı ilerlemişti. Artık her gece, eskisi gibi hikaye satmaya çıkamıyordu;
hikayelerinin sayısı da gittikçe azalıyordu. Son günlerde onun hikayelerini de
ben yazmaya başlamıştım. O kadar halsizdi ki bu yardıma bile itiraz
edemiyordu. Kendini iyi hissettiği zamanlar masanın başına geçiyor çok kısa
hikayeler yazıyordu. İstasyon şefi bunları az buluyor ve şimdi
hatırlayamadığım bir yönetmelik maddesine göre, kulübelerimizin kirasını
çıkarmamız için daha çok yazmamız gerektiğini ileri sürüyordu. Yazdığımız
konulara, hatta yazış biçimimize bile karışır olmuştu.

Ben o sıralarda aşk hikayeleri yazmaya başlamıştım. İstasyon şefi,
dedikodulara yol açacağını ileri sürerek bunlara da engel olmak istedi. Onun
bütün hareketlerine boyun eğiyorduk. Buradan atılırsak, böyle içinde yazma
kulübeleri olan başka bir tren istasyonu nereden bulacaktık? Sevgilim,
istasyon şefinin yemeklerini pişirip söküklerini dikiyordu, mesele çıkmasın
diye. İstasyon şefi bizi küçümsüyordu, yanılmıyorsam aslında her zaman
küçümsemişti. Şimdi de demiryollarının sayesinde ekmek yediğimizi ileri
sürerek sadece bu konuda hikaye yazmamızı istiyordu. Kendisini örnek
veriyordu: Hiç istasyon şefi demiryollarının dışında iş yapıyor muydu? Ona boş
yere her gün demiryolları ile ilgili konular bulmanın zorluğunu anlatmaya
çalıştım. Aslında bizim bu işe yanaçmayacağımızı biliyordu. Güç şartlar
altında sürdürmeğe çalıştığımız yaşayışımızda yeni bir endişe kaynağı yaratmak
için üst makamlara aleyhimizde raporlar yazacağını söyleyerek bizi tehdit
ediyordu. Öteki satıcılarla da bozuşmuştuk. Ülkenin bu ıssız köşesinde birkaç
kişiden ibaret küçük topluluğumuzda huzur içinde yaşamayı beceremiyorduk.

İçimin yorulduğunu hissediyordum. Her gece yarısı yarım kalan uykular,
tren düdükleri, anlayışsız ve cahil ya da rahat ve kendini beğenmiş bir
müşteri kalabalığına yeni hikayeler bulma zorunluluğu, hastalığı gittikçe
ağırlaşan genç yahudi ve gittikçe huysuzlaşan istasyon şefimiz.. hangi tarafa
yetişeceğimi bilemiyordum. Sevgilim de yorgun ve bezgindi; onun da
hikayelerine yardım etmek zorundaydım.

Düşücemin bulandığını seziyordum. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerim
gittikçe zayıflıyordu. Günlerin nasıl geçtiğini izleyemiyordum artık.
Hikayelerim için güncel olaylar bulmakta, insanları ve maceraları birbirine
bağlamakta eski becerim kalmamıştı. Önemli olayları bile öğrenemiyordum çoğu
zaman. Evet bazı olayları biliyordum: Savaş bitmişti. Cephelerden akın akın
dönen askerler geçiyordu trenler dolusu. Onlardan kırık dökük bilgiler
toplayarak savaş hikayeleri yazdım bir süre. Bu arada bir çok şeyi
hatırlayamıyordum: Savaş bizim ülkemizde mi geçmişti? Yoksa uzak çöllerde mi
savaşılmıştı? Topraklarımız genişlemiş miydi, daralmış mıydı? Genç yahudi
bitkin gülümsemesiyle karşılık veriyordu bana: Bizim istasyon hep aynı yerde
kaldığına göre, bunların önemi var mıydı? Top sesleri duymadığımıza göre,
savaş hiçbir zaman bizim istasyona yaklaşmamıştı.

Sonra, hikayelerime asık suratla göz gezdiren yataklı vagon yolcularının
yüzlerinden savaş biteli çok olduğunu anladım. Bir yolcu da şehir isimlerinde
önemli yanlışlıklar yapmaya başladığımı söyledi bir gün. Yöneticilerimizin
adlarını da birbirine karıştırıyor ya da unutuyordum. Öyle ya yıllardır insan
adlarını hiç yüksek sesle söylememiştim. İstasyon topluluğumuzda yıllardır
birbirimize seslenmiyorduk. Böyle bir gereği hiç duymamıştık. İstasyonun adı
bile, sadece yan duvara, badananın üstüne yazıldığı için silinip gitmişti,
unutulmuştu. Gereğinde kelimeleri aramak için bir sözlüğümüz bile yoktu. Her
gün yazmak zorunda olduğum hikayelerin dışında kalan kelimeleri
hatırladığımdan da kuşkuluydum. Yiyecek satıcılarıyla konuşmuyorduk. İstasyon
şefi de aksiliğini artık yalnızca hareketleriyle ifade eder olmuştu. Genç
yahudi artık konuşamayacak kadar hastaydı. İstediklerini başıyla işaret ederek
belirtiyordu. Genç kadınla sessizce sevişiyorduk. Bu duruma kısa sürede
alıştım.

Aslında geçen sürelerin kısalığı hakkında kesin bir yargıya varamıyordum.
Alışmaktan başka çarem yoktu bu duruma. Artık çok genç değildim. Hikaye
yazmaktan başka bir iş de bilmiyordum. Artık büyük şehire gidemez, kendime
yeni bir hayat kuramazdım. İstasyon dışındaki dünya ile ilişkilerimiz de
gittikçe kendiliğinden azalıyordu. Gazetelerin pahalanması ve artık trenden
başka araçlarla taşınması yüzünden önce güncel olaylarla ilişiğimizi kestik.
Sonra yeni demiryolu hattı açıldı ve ekspres haftada bir gün uğramaya başladı.
Bu benim de işime geliyordu. Artık bir çırpıda biten ve beni telaşla peşinden
koşturan kısa hikayeler yazmak istemiyordum.

Bütün gün odamdan çıkmadan yazıyordum. Yalnız bitişikteki kunduracının
gürültüsü aklımı karıştırıyordu. Çünkü artık genç yahudi yoktu; bir süre önce
ölmüştü. Aslında ben yanıma genç kadının taşınmasını istiyordum. Ne var ki
istasyon şefi, ben daha bu isteiğimi belirtmeye fırsat bile bulamadan bir gün
-bir süre önce- kunduracıyla göründü. Adam da hemen yerleşti. Bu dağ başında
onun da işi bizimkinden iyi sayılmazdı. Kunduracıya genç kadının kulübesine
geçmesini teklif etmeyi düşünüyordum. Bu düşüncem de sanırım çok uzun
sürmüştü. Çünkü bir gün onun kulübesine gittiğim zaman, yani ona bu teklifimi
bildirmek için.. neyse biraz aklım karıştı. Fakat şöyle olmuştu: Yani genç
kadın bir süre önce gitmişti. Evet kulübesi boştu. Benim uzun hikayelerimden
birini yeni bitirdiğim ve uyuyakaldığım bir gece, trene binip gitmişti. O
günlerde kafam daha da karışıktı. Bu uzun hikayelerim nedense hiç satmıyordu.
Ben de haftada bir satış yaptığım için galiba biraz fazla istiyordum.
Hikayelerin de açık ve seçik olduğu söylenemezdi. Günlerimi yarı aç yarı tok
geçiriyordum. Bir gün -yani bir süre sonra- bir yolcu daha önce -bir süre
önce- kendisine satmış olduğum hikaye hakkında ağır eleştirilerde bulundu.
Sayfa numaraları da karışıktı. Ben de ona bir haftadır aç olduğumu söyledim.
Hayır söylemedim. Bunu başka bir yolcuya -bir süre sonra- söyledim. Bir süre
önceki yolcuya her şeyi bilerek yaptığımı anlatmaya çalıştım. Birçok şeyi
unutuyordum.Fakat eleştiriler konusunda hassastım. Böyle zamanlarda, bir de
çok endişelendiğim zamanlarda eski canlılığımı buluyordum. Sonra kaybediyordum
-bir süre sonra. İstasyon şefi beni atacağını, artık bir işe yaramadığımı
söylediği zamanlar endişeleniyordum mesela. Oysa, pek alıcı bulamamakla
birlikte, daha iyi hikayeler yazdığımı sanıyordum. Kundura tamircisi de
dünyada olup bitenler hakkında bir şeyler anlatıyordu. Bunların neler olduğunu
şimdi tam olarak hatırladığımı sanmıyorum. Fakat karışık ve akıl erdiremediğim
bir dünyayı anlatıyordu tamirci. Ona okumağa çalıştığım hikayelerimi de
dinlemiyordu. Oysa ben onların gittikçe ifade edilmesi güç bir açıdan gittikçe
daha büyük değer taşıdığını seziyordum. Bunu tamirciye anlatamıyordum. Çünkü
gitmişti, beni yalnız bırakmıştı. Son konuşmamızdan sonra -bir süre sonra
tabii- istasyondan ayrılmıştı.

Bu, son yazdığım hikayelerden biri. Bunun gibi daha birçok hikaye birikti.
Hikayelerimin hepsi kafamda. Hepsini çok iyi hatırlıyorum. Henüz hhepsini
yazmış olmayabilir. Şimdi bazı geceler, eski alışkanlığımla, gece yarısı
uyanıyor ve bu yeni hikayelerimi sepetime -ya da genç kadının sepetine, ya da
şimdi ölmüş bulunan genç yahudinin sepetine- özenle yerleştiriyorum,
demiryoluna çıkıyorum. Artık tren geçmiyor buradan. Son günlerde istasyon
şefini nedense ortalarda göremiyorum. İzinli olduğunu sanıyorum -çünkü
yıllardır hiç tatil yapmamıştı. Onun elbiseleri de şimdi benim üzerimde.
Giderken yerine beni bırakmış olmalı. Trenler de nedense uğramıyor. Neyse,
bunlar önemsiz ayrıntılar.

Korkuyorum, çünkü buradan gitmek istiyorum. Bakkal daha veresiyeyi
kesmedi. Fakat bu durum artık bir süre daha bile süremez. Bakklandan utandığım
için soramadım, bir zamanlar -bir süre önce- aynı çekingenlik yüzünden kundura
tamircisine de soramamıştım: Bir mektup yazmak istiyordum, ama adres
bilmiyordum. Yani hiçbir adres bilmiyordum. Bana inanmazlardı, bunun için
utanıyordum. Bana herhangi bir adres söyler misiniz? diyemezdim. Oysa herhangi
bir adres yeterliydi benim için. Bir zorluk daha vardı o zamanlar. Şimdi de
var -yani bir süre geçtiği halde- kendi adresimi de bu mektupta yazmak sorunu
beni düşündürüyor. Bu hikayemi, ekspres ya da posta treni artık -belki de
sadece belirli bir süre için- geçmediği halde, bir yolunu bularak
okuyucularıma -artık müşterim kalmadı- iletebilsem bile, nerede bulunduğumu
nasıl anlatacağım? Bu sorun da beni düşündürüyor. Ama gene de ona yazmak, hep
onun için yazmak, ona durmadan anlatmak, nerde olduğumu bildirmek istiyorum.

Ben buradayım sevgili okuyucum, sen neredesin acaba?

2 Ağustos 2011 Salı

Dalgacı Mahmut


İşim gücüm budur benim,
Gökyüzünü boyarım her sabah,
Hepiniz uykudayken.
Uyanı bakarsınız ki mavi.

Deniz yırtılır kimi zaman,
Bilmezsiniz kim diker;
Ben dikerim.

Dalga geçerim kimi zaman da,
O da benim vazifem;
Bir baş düşünürüm başımda,
Bir mide düşünürüm midemde,
Bir ayak düşünürüm ayağımda,
Ne halt edeceğimi bilemem.

Orhan Veli

Eylül Sabahının Serinliği

Eylül sabahının serinliğini,
Yaprakların serinliğini,
Ciğerlerime dolduruyorum.

Sessizlik ve serinlik
Birleşiyor.
Yıkanmış güvercinler
Ve çok uzakta bir tren sesi.

Her zaman yeniden başlamak duygusu
Doğuyor içimde
Her uyanışımda.

Düşmanlarımı bağışlıyorum,
Daha çok seviyorum dostlarımı
Her uyanışımda.

Eylül sabahının serinliğini,
Yaprakların serinliğini,
Yüreğime dolduruyorum.

Ataol Behramoğlu


25 Temmuz 2011 Pazartesi

okulda insanlar imal edilir..


‘okulda insanlar imal edilir.. bu insan yapma sürecine eğitim denir.. geniş anlamda düşünüldüğünde; içerisine doğduğumuz aile, sinema, televizyon, tiyatro ve radyo ile gazete, kitap ve afişler de okul sayılır.. bir nevi bilgi iletmeye yarayan bütün yerler okuldur..

çeşitli nesneler yapmak üzere farklı farklı araçlar kullanılır.. insan yapma aracı ise bilgidir..

insanlar doğal ihtiyaçlarına, alışkanlıklarına veya şiddete uyarak davranmadıkça, gösterdikleri davranışlar bildikleri ile sınırlıdır.. alışkanlıklar bile bir ölçüde bilgi tarafından şekillendirilir.. insanın davranışları yaşamının seyrine yön verirken, edindiği bilgiler de yaşama biçimini belirler.. öyleyse okullarda yanız insan değil, (insanın) yaşam öyküsü de imal edilir..

bilginin özünü anlamanın yegane yolu, onun (bilginin) insan hayatına etkisini araştırmaktan geçer..

bir aracın niteliğini daha iyi anlayabilmek için, o aracın nasıl bir amaca yönelik kullanılacağını bilmek gerekir.. aracın niteliğini amaç şekillendirir.. amaçsız araç olmadığı gibi, amaçsız bilgi de yoktur..

insan yapımında kullanılan bilgiler, ‘yapmak’ istediğimiz insan türüne uygun olmak zorundadır.. eğer onu bir tamirci yapacaksak, veteriner yapan bilgiler kullanamayız..

eğer gönüllü bir alman askeri olmasını istiyorsak, ona elbet ineklere tapan birine gerekli bilgiler veremeyiz..’

‘eğer eşek bir dolabı döndürerek tarlayı suluyorsa, böylece kendi yaptığı iş ve sahibin yaptığı işle daha büyük değerler yaratılıyorsa, eşeğin yeni oluşan bu değerler üzerinde hak sahibi olması gerektiği hiç kimsenin aklına gelmez.. yalnızca dünyadan habersiz tımarhanelikler ve köpeklere vizon mantolar satın alan deli karılar bu eşeğe saman yerine sünger yataklar sermek isterler.. en hoşgörüsüz ahlakçı bile, eşeğin yarattığı değeri, sahibinin almasını doğru bulur.. isa bile eşeği taşıyacağına üzerine binmiştir.. eşeğin ahırında daha büyük bir pencere olması gerektiğine, ona birkaç leziz lokma verilmesi ve ona karşı iyi davranılması gerektiğine katılanlar çok olacaktır.. fakat yarattığı değerlerin karşılığının eşeğe para ile ödenmesi fikri kimsenin aklının ucundan bile geçmez..’

‘üretenler, ne üreteceklerine, ne kadar üreteceklerine karar veremezler.. bir bakıma üreticiler işverenlerin yanında, eşeğin sahibi karşısında bulunduğu durumdadır..

nerede duracağımıza başkaları karar verir..

insan imal eden biri : emirlerine uyan, yakınmadan ona fabrikalar inşa eden insanlar yapacaktır..’

bizi ‘yapan’ bilgileri, en önemli uğraşları mal ürettirip sattırmak olan kişiler seçer.. bizden ve ailemizden kimseye mal ürettirmez ve sattırmaz.. satmak üzere eşya üreten insanlar her yerde azınlıktadır.. roket satan bir insanın, okullarda roketin korkunç bir silah olarak tanıtılmasından hiç çıkarı olabilir mi..’

‘okullarda, özellikle ilkokullarda yapılan dersler boyunca sürdürülen ‘delice’ üretimin ne çaplara vardığını söylemek güç.. ezenlerin okullarında gözleri korkmuş ana-babalarımız, bu korkularından dolayı hala onlar öğrenciyken kendilerine yutturulan öğretilere göre davranıyorlar.. eğer ahlaksızca, sapıkça ve aptalca yaşamayı önlemek istiyorsak – en azından önlemeye başlamak istiyorsak- işe düşüncelerimizin biçimlendiği, zenginlerin bilgi verdirdikleri yerden –yani okuldan başlamalıyız..

okullardaki eğitim programına, gazete, radyo ve televizyon programlarına karşı kendimizi savunmazsak, kafamızdaki düşünceler, düşmanımız olmaya devam edecektir..’

E. A. RAUTER

‘Düzene Uygun Kafalar Nasıl Oluşturulur..’ , Çeviri : Merlin Ecer (Çeviriyi Gözden Geçiren : Felicitas Hörmann, Türkçe İlk baskısı : Gözlem Yayınları, Ekim 1976), Yeni Baskı : Kaldıraç Yayınevi, 2011, 80 Sayfa..

21 Temmuz 2011 Perşembe

Benden Sonra Mutluluk


yaşamak bir an içinde

şair oldum baktım her şey yazılmış
ressam oldum gördüm her yer çizilmiş

seyyah oldum sordum dünya gezilmiş

hiçbir yerde yeni bulamadım ben

öğrendiklerimin çoğunu dinlediklerimden
bildiklerimin çoğunu düşündüklerimden

unuttuklarımın çoğunu yaşadıklarımdan

yazdıklarımın çoğunu unuttuklarımdan çıkardım

en uzun hep kendime konuştum
başkalarına hep kısa yazmak istedim

ne kendim dinledim ne başkaları

yetersiz iyi niyet kötüsüne yol açar
söylenemiyor çok şey susmadan

çok bilen çok yanılır, az bilen daha çok

unutmayın ki yaşam öldüresiye güzel değildir

yalan ölümden daha çok yitirir yaşamı
saklamak düşürür ağır ağır

insanın düşeceği en alçak ortamı

sözden korkmak, korkup susmaktır

şairler şiirlerinde yaşamaz
ulu yalnızlıklarında düşünür

“yalnız seni sevdim, seni yaşadım”
nasıl bir sevgidir bu, bilmiyorlar ki!

“dün yine günümüz geçti beraber
ölürsem yazıktır sana kanmadan”

çok şey var, olmakla olmamak arasında

var oldum öyle anlar oldu ki
var olmamak içindim kimi zaman

insan bir sonuç değil bence
sürekli bir yaşamadır

kısaca: sonuç varsa o insandır

benim bahçem yoksuldu
iki dala bir yaprak düşerdi ağaçlarımdan

kuşlarım ödünç alırdı kanatlarını

işlerinden yorgun dönen arkadaşlarından

parçalar çıkarıyor kocaman romanlardan
deyimler, bulgular, şiirlerden dizeler..

doğa yenilenirken yinelenir
gene papatya, gene gül, gene kayısı

toplum yinelenirken yenilenir

yarısı dündedir, yarındadır öbür yarısı

sevmek noktalanmaz
o, noktadır

bilim gitmeli bilenden bilmeyene
varlıklı olmalı bilen

karanlığı delen ışıklar gibi

hep gülmeli öğreten

seninle ölmek varken
onunla yanlış yaşamak

ben her şeyi bileceğimi bilirdim de
seni unutmasını bileceğimi bilmezdim

ahmaklığa alınyazısı demek
alınyazısına bir ahmaklık çizgisi çizmektir

benim gücümdür bunları saran
bende bitmedikçe bende başlamayan

sakladığım sensin

yaklaşmak yarıyı geçtikten sonra başlar
eskisinin dışında yenisinin içinde

gelmesen önemli değil, gelsen önemli olurdu
gelmemen benim büyük yalnızlığımı doldurdu

yitirmek korkusunu göze almak
sevmeye eşit bir davranıştır

bir ev, küçülür, büyür öbür evlerle

oysa içinde ilk akla gelen yaşamaktır

yaşanılır diye düşünürken düşüncelerle

ölünür, beraber sevgilerle

büyümek en güçlü düşmesidir insanın doğadan

kesin konuşmak için bir şeyi az bilmek yeter

denizlerden geçerim, dosttan geçmem
değil onun iyiliğinden, fenalığından geçmem

onun yolundan değil, kendi yolumdan geçerim

dost yok biliyorum ama, aramaktan geçmem

anı yazmak ya da anlatmak
bir savaş sürerken

eski bir savaşı anlatmak gibi bir şeydir

Özdemir Asaf

‘Benden Sonra Mutluluk’ – Özdemir Asaf , Epsilon Yayınevi , 2001 , 366 Sayfa.

16 Temmuz 2011 Cumartesi

MANASTIRLI HİLMİ BEYE BİRİNCİ MEKTUP..


MANASTIRLI HİLMİ BEYE BİRİNCİ MEKTUP..

işte şu yağmurlar, işte şu balkon, işte ben
işte şu begonya, işte yalnızlık
işte su damlacıkları, alnımda, kollarımda
işte yok oluşumdan doğan kent
hiçbir yere taşınıyorum, kendime sızıyorum yalnız
ben dediğim koskocaman bir oyuk
koltuğun üstünde, aynadaki yansıda
bir oyuk!
sofada, mutfakta, yatağımda
yaşamayı tersinden kolluyorum sanki
yetişip öne geçiyorum sık sık. sözgelimi
bir iki saatte bitiveriyor bir mevsim
iyi
bugün pazartesi mi? kapının, pencerenin durumu
salıyı gösteriyor.


salondaki büyük saati sattım
saatin ölçebileceği
herhangi bir zaman parçası yok
gittiği yeri bilmeyen böcekler gibiyim
bir oyuğa, oyulmuş bir yaşama
ne gereği var ki saatin
balkona çıkıyorum sürekli
yollar yollar yollar katediyorum sanki böylece
bir semtin ilk rengini alıyorum
örneğin ümraniye’de bir çay bahçesindeyim
bazen
anılardan anılara bir yol
ve
anılardan anılara sallanan bahçe
hangi yaprağı koparsam son anı avucumda kalıyor
iyi.

yeniköy’de bir kahve içer miyiz, dedim bu sabah
bu sabah bu sabah
oralı olmadı kimse —pazartesi miydi—
oyuğumdan çıkmıştım tam, begonyamsa güller içinde
nasıl?
güllerse güller içinde yani
ve balkon demirinde bir martı. dedim ki
deniz şuralarda bir yerde olmalı
çıt yok evin içinde
deniz şuralarda bir yerde olmalı
çıt yok
sanki dünyadaki bütün cay ocakları kapalı
ve göklerden tepelere inen bir sokak
ya da bir akarsuyum ben
denizse
şuralarda..
yok önemi bir iki gün kaldı —martı—
balkonda
deniz de öldü sonra, martı da
iyi iyi.

suyu tutmak gibi bir şeydi hepsi
günler —seni anımsadığım zaman—
birden kurtuluş’tan taksim’e giden bir tramvay görüntüsü
mavi bir elektrik çakımı tellerde
sanki kar yağıyor da sürekli, tepebaşı’ndayız
karlar gıcırdıyor ayaklarının altında
besbelli gümüşsuyu’ndayız, rus lokantasındayız
—ne tuhaf, biz her zaman her yerdeyiz ikimiz—
şarap içmişiz, üşüyoruz
dışarda dünya silinmiş
ikimiz ikimiz ikimiz
böyle birkaç defa ikimiz
sonraki bir fotoğrafa dönüşüyor her şey
nasılsa
sarı emmiş, mordan çekinmiş, kahverengi bir fotoğrafa
sahi, kalınca bir şeyler giyinmeliyim ben
üşümüyorum da
bende herkes var, diyen bir kızın titrek
sesleri dökülüyor kucağıma
dudaklarım kan mavisi bugün.


biz burada iyiyiz, biz burada çok iyiyiz
biz burada kırk yaşındayız hepimiz
dördümüz bir kişiyiz de ondan
içimizden biri uyuyor olsa, falan filan
onu bekliyoruz bir kişi olmak için
evet evet, yanılmıyorum ben
bir iki kişi kaldığımız zaman yanılabilirim
doğrusu ya
yanılmak her şeyi yeniden görmek gibi bir şey oluyor
duvardaki vitray, begonya
begonya, vitray
kurtuluşla asmalı mescit birbirine geçiyor
bir tramvayın durmasıyla durmaması arasındaki ayrım
karanfil kokuyorsa biraz
yeni koparılmış bir demet karanfilim ben
saçlarım soğuk ve uzun.


ne diyordum? yağmurlar, evet
üşümüyorum ürperiyorum sadece
biçimini zorlayan bir kedi gibi
dur biraz
kapı çalındı, hayır, telefon
telefon kapı telefon
ikisi birden mi yoksa
yoksa
ne telefon ne kapı
bir şimşek sesi hiç olmazsa
o da değil
ses filan duymadım ki ben
yuvarlandıkça büyüyen
bir kartopunun yumuşak sesi mi? belki
iki sesi taşıyan bir ses
neden olmasın
biraz önceki gibi
üstümden biri kalkmıştı —yok canım—
öyle değil, bir gölgeydi hepsi hepsi
yer değiştiren gezgin bir gölge
bahçedeki ceviz ağacından
içeri sürüklenen..

EDİP CANSEVER..

‘Sonrası Kalır II , YKY , Nisan 2005..’

Evren, hüznümüzün bir yan ürünüdür.


+ Ölüme doğru değil bu koşu, doğum felaketinden kaçarız çırpınarak. Bu yıkımdan kurtulanlar, onu unutmayı deneyenlerdir sadece. Doğum anındaki endişenin geleceğe yansımasından başka bir şey değildir ölüm korkusu … Doğum tiksindirir bizi, bu kesin. Oysa en büyük iyiliğin doğmuş olmak, en kötüsünün hayatın başında değil; sonunda olduğunu ezberlettiler bize. Kötülük, gerçek kötülük, yine de arkamızdadır, önümüzde değil.

+ Ne kadar yıkıcı olsa da her gerçeğe dayanılır, yeter ki her şeyin yerini tutsun, yerini aldığı umut kadar yaşamsallığa sahip olsun.

+ Hiçbir şey yapmıyorum, kabul. Ama saatlerin geçtiğini görüyorum – bu, onları harcamaya çalışmaktan iyidir.

+ İnsanlığın gerilemede hangi noktada olduğunu; doğumun üzüntü ve gözyaşlarıyla karşılanmadığı tek bir kabile, tek bir topluluk bulma olanaksızlığından daha iyi kanıtlayan bir şey yoktur.

+ Kalıtıma başkaldırmak, milyarlarca yıla, ilk hücreye başkaldırmak demektir.

+ Tüm cinayetleri işlemiş olmak, baba olma cinayeti dışında.

+ Hayatta olmak – Ansızın bu deyimin garipliği ile şaşkına döndüm. Sanki hiç kimseyi ilgilendirmiyormuş gibi.

+ Mümkün olanın yakasını asla bırakmamak, geçici sonsuzlukta yan gelip yatmamak ve doğmuş olduğunu asla unutmamak gerek.

+ Çünkü her kaygı, boşa çıkmış bir metafizik deneyimden başka bir şey değildir.

+ Cennet dayanılır gibi değildi; yoksa ilk insan kendini ona alıştırmış olurdu. Bu dünya da ondan aşağı kalmaz; çünkü burada cenneti özlüyoruz ya da ondan başka bir şey umuyoruz. Ne yapmalı peki, nereye gitmeli? Hiçbir şey yapmayalım, hiçbir yere gitmeyelim. Hepsi bu kadar basit.

+ Kimileri mutlu, kimileri kaygılı günler yaşıyor. Hangileri en acınacak durumda?

+ Bir uykusuzun, her gün çarmıha gerilmesinin yanında, İsa’nın bir kerecik çarmıha gerilmesi nedir ki?

+ Doğmuş olmaktan dolayı kendimi bağışlamıyorum. Sanki dünyaya gelerek bir gizeme saygısızlık etmiş, adı olmayan önemli bir hata etmiştim.

+ Çünkü, başarı, bizde ve her şeyde özel olarak bulunan şeyden bizi uzaklaştırdığı halde, her zaman özsel olan başarısızlık bizi bize açımlar, Tanrı’nın bizi gördüğü gibi, bize bizi görme fırsatını verir.

+ Zamanın henüz varolmadığı bir zaman oldu … Doğumun reddi, zamandan önceki bu zamanın özleminden başka nedir ki?

+ İki çeşit ruh vardır: gündüz ve gece görünen. Yöntemi de, töresi de farklıdır bunların. Gün ortası saklanılır, her şey karanlıkta söylenir. Başka insanların uykuya gömüldüğü saatlerde insanın kendine sorduğu şey için düşündüklerinin iyi ya da kötü sonuçları pek önemli değildir. Bunun için, kendisine ya da başkalarına yapabileceği kötülüğü düşünmeksizin doğmuş olma talihsizliğini kurcalar durur. Ve gece yarısından sonra başlar tehlikeli gerçeklerin baş döndürücü sarhoşluğu!




* Bizi çevreleyen şeylere, onlara isim verdiğimiz ve ötelerine geçtiğimiz ölçüde tahammül ederiz.

* Bir inanç için acı çekmiş olandan daha tehlikeli varlık yoktur: En büyük zalimler, kafası kesilmemiş mazlumlar arasından çıkar.

* Eğer dünyadaki konumumuzu doğru olarak anlayabilseydik, eğer kıyaslamak yaşamaktan ayrılmaz olsaydı, varlığımızın minicikliğinin açığa çıkması bizi ezerdi. Ama yaşamak kendi boyutlarına karşı körleşmektir.

* EVREN, HÜZNÜMÜZÜN BİR YAN ÜRÜNÜDÜR.

* Zaman boşluğunun önünde yürek boşluğu: Karşı karşıya birbirlerine yokluklarını yansıtan iki ayna, iki hiçlik görüntüsü.

* Hayat: koordinatları belli olmayan bir alan üzerinde kopartılan patırtıdır, evren ise sara hastalığına tutulmuş bir geometri.

* Hayat ancak hayal gücümüzün ve hafızamızın zayıflıklarıyla mümkündür.

* Dünya her adımda ümitlerimizi geçersiz kılar. Artık bilgelikten başka tehlike kalmamıştır.

* Yeryüzü, varılamayan hedefler ve ayaklar altına alınmış sırlarla doludur.

* Başka yer saplantısı, anın imkansız olmasıdır. Bu imkansızlık da nostaljinin ta kendisidir.

* Bu dünyada önümüze geleni kabul etmemize neden olan, ama bu dünyanın kendisini bize kabul ettirecek güçte olmayan bir bayağılık vardır.

Böylelikle hem hayatı boşlayıp hem de onun dertlerine tahammül edebilir, hem arzuyu reddedip hem de kendimizi arzunun aktığı maceralarda sürüklemeye bırakabiliriz.

Varoluşa rıza göstermede bir nevi alçaklık vardır!

* Hayatın anlamı yoktur, olamaz da...

* Melankoli, egoizmin düş halidir.

* Hayat, maddenin romanıdır.

* Hayaletlere gönül vermiş bir toz zerresi: İnsan budur işte.

* Bütün duygular mantıklarını salgı bezlerinin sefilliğinden alırlar. Aşk: iki tükürüğün karşılaşmasıdır.

* Aşk, düşüncelerin ortasındaki sapıtmadır.

* Dünyaya evet demekten daha aşağılık bir şey var mıdır? Diğerlerinin yaşadıkları gibi yaşayabilir, ama yine de dünyadan bile daha büyük bir HAYIR’ı gizleyebiliriz.

* İnsan gerçekliği üzerine yanılsamaz kafa yoran düşünür, eğer dünyanın içinde kalmak istiyorsa, bir de kaçış yolu olan mistikliği bertaraf etmişse, BİLGELİK, BURUKLUK ve ŞAKANIN birbirine karıştığı bir görüşe varır.

* En esrarengiz baş dönmelerimizin sadece asabi rahatsızlıklardan ileri geldiği nasıl kabul edilebilir? İçsel dertlerimizi nesneleştirme eğilimi atalarımızdan gelmektedir. Kanımıza mitoloji sinmiştir.

* Mahvımıza sebep olan DERT'e bir açıklama bulmaktan vazgeçmek zorundayız.

* Bir varoluşun aslında uygunluk derecesi kendi yıkımından ibarettir.

* Hangi hünerlerin yardımıyla başka bir hayatın, yeni bir hayatın peşinden gidebilecek yanılsama kuvvetini bulabiliriz?

* İçimizde “derin” olan şeyden dolayı bütün dertlere maruz haldeyiz. Varlığımıza uygun olma halini korudukça hiçbir selamet mümkün değildir.

( E. M. Cioran, Çürümenin Kitabı, Metis Yay. )

15 Temmuz 2011 Cuma

Bir İdam Mahkumunun Son Günü..


‘XVII

ah kaçabilseydim, kırlarda nasıl da koşardım!

hayır, koşmamam gerekir.. dikkat çeker, insanları kuşkulandırabilir.. tam tersine yavaş yavaş yürümek gerek; başınız dimdik olacak ve şarkı mırıldanacaksınız.. kırmızı desenli, mavi renkli, eskimiş gömlek gibi şeyler giyeceksiniz üstünüze.. bunlar insanı iyi gizler.. nasıl olsa yöredeki bütün sebzeciler böyle giyinirler..

kolejdeyken, arcueil dolaylarında arkadaşlarımla her perşembe kurbağa avlamaya gittiğim bir bataklığa yakın bir koru var.. akşama kadar orada saklanırdım..

akşam olunca, yoluma devam ederdim.. vincennes’a giderdim.. hayır, ırmak bana engel olurdu.. o zaman arpajon’a giderdim.. saint germain yolundan gidip havre’a varmak, sonra da ingiltere’ye giden bir gemiye binmek daha iyi olurdu.. ne fark eder! longjumeau’ya varıyorum.. bir jandarma geçiyor, bana pasaportumu soruyor.. eyvah! yakalandım!

ah! mutsuz hayalperest, önce seni hapseden şu üç ayak kalınlığındaki duvarı yık! ölüm! ölüm!

düşünüyorum da, küçükken buraya, bicétre’e gelmiştim; büyük kuyuyu ve delileri görmeye!..

XXXIV

saat bir, biraz önce çaldı.. bilmiyorum hangisi; saatin çekicini zor duyuyorum.. kulaklarımın içinde bir org sesi duyuyorum sanki; uğuldayan son düşüncelerim bunlar..

anılarımın arasında derin düşüncelere daldığım bu en yüce anda, korkunç bir biçimde, işlediğim suç ile yüz yüze geliyorum; ancak, daha çok pişmanlık duymak isterdim.. mahkum edilmeden önce, çok acılarım vardı, o zamandan bu yana yalnızca ölüme ilişkin düşünceler var gibi geliyor bana.. gene de daha çok pişmanlık duymak isterdim..

yaşamımda geçmiş herhangi bir dakikayı düşlediğim ve onu her an bitirmek durumunda olan o balta darbesini anımsadığım zaman, sanki yepyeni bir şey görmüşüm gibi titriyorum.. güzel çocukluğum! güzel gençliğim! ucu kanlı yıldızlı kumaş.. o zaman ile bugün arasında, bir kan ırmağı, başkasının kanı ve benim kanım var..

bir gün, insanlar benim bu öykümü okurlarsa nice masumiyet ve mutluluk dolu yıllardan sonra, bir cinayet ile başlayan ve bir idamla sona eren bu korkunç yılın varlığına inanmak istemeyeceklerdir; eksik bir yanı, eksik bir havası olacak..

ve yine de, ey sefil yasalar, sefil insanlar, ben kötü biri değildim!

ah! birkaç saat sonra ölecek olmak ve bir yıl önce, aynı gün, özgür ve suçsuz olduğumu, güz gezintileri yaptığımı, ağaçların altında dolaştığımı ve yapraklar arasında yürüdüğümü düşünmek!’

‘Bir İdam Mahkumunun Son Günü..’ – VICTOR HUGO

Çeviri : ERHAN BÜYÜKAKINCI, CAN Yayınları, 1992..


The Secret

“Kardeşim sen düşünceden ibaretsin.
Geriye kalan et ve kemiksin.
Gül düşünürsün, gülistan olursun.
Diken düşünürsün, dikenlik olursun.”

Hz. Mevlana

The Secret

Sahip olduğunuz her düşünce nesnel bir gerçeklik; bir kuvvettir.

Zihninizde canlandırabildiğinizi, ellerinizde de tutabilirsiniz.

Sizin ısrarla düşünerek çağırmadığınız giçbir şey yaşamınıza giremez.

Hislerimiz ne düşündüğümüzden haberdar olmamız için bize verilmiş en müthiş armağandır.

Düşündükleriniz çok fazla bağlayıcı olmayabilir ama, hissettiklerinizi aynen alırsınız.

Hayatınız,duygu ve düşüncelerinizden meydana gelir.Garanti ediyorum!Bu her zaman böyle olacaktır.
Bu yolculukta insan, kendi evrenini kendisi yaratır.
Çekim yasasının karşı konulmaz gücünü oluşturan şey, sevgi ile düşüncenin bir araya gelişidir.
İyi şeyler düşünürken, insanın kendisini kötü hissetmesi imkansızdır.
Sevgi, yayabileceğiniz en yüksek frekansa sahiptir. Hissettiğiz ve yaydığınız sevgi ne kadar büyükse, kullandığınız doğal güç de o kadar etkilidir.
Bir insanın kendisini değiştirebilmesi,…ve kaderini yenmesi, doğru düşünmenin etkisini kavramış her beynin ulaşabileceği bir sonuçtur.
Olduğumuz her şey, düşünmüş olduklarımızın sonucudur.
Şükretmek, yaşamınıza daha çok şey katmanın mutlak yollarından biridir.
--Bu gücün ne olduğu konusunda bir şey söyleyemem. Bildiğim tek şey varolduğu—
Hayal etmek her şey demektir. Hayatın size getireceklerinin bir ön gösterimidir.
(Hava çok sıcak olduğu için daha fazla alıntı yapmayacağım kitaptan. Bunun yerine bu yazıyı okuyanlara kitabı almalarını öneriyorum.
Bu kitap bir ‘sır’dan bahsediyor.Aslında farkında olmasak bile bildiğimiz bir ‘sır’. Bu sırrı çözmenin yolu iste aklınızı kullanmanızdan geçiyor. Bol şans..Balder Nasti )

14 Temmuz 2011 Perşembe

Kitaplar ve Fahişeler


NO : 13

‘on üç – bu sayıda duraklamaktan zalim bir zevk aldım..’ – marcel proust

‘yaprakları açılmamış kitap, hala bakire, daha önceki ciltlerin sayfa kenarlarını kana bulayan kurban törenini bekler; kendisine temellük edecek silah ya da sayfa açacağının girişi..’ stéphane mallarmé

I. kitaplarla ve fahişelerle yatılabilir..

II. kitaplar ve fahişeler zamanı dokur.. geceye gündüz, gündüz de geceymişçesine hükmederler..

III. ne kitaplar ne de fahişeler dakikaların onlar için değerli olduğunu belli ederler.. ama biraz daha yakından tanındıklarında, ne kadar büyük bir telaş içinde oldukları görülebilir.. biz kendimizi kaptırdığımızda onlar dakikaları saymaktadır..

IV. kitaplar ve fahişeler öteden beri mutsuz bir aşkla birbirlerini severler..

V. kitaplar ve fahişeler – her ikisinin de onlardan geçinen ve onlara kötü davranan bir erkeği vardır.. kitaplarınki, eleştirmenler..

VI. kitaplar ve fahişeler umuma açık yerlerde hizmet verirler – öğrenciler için..

VII. kitaplar ve fahişeler – onlara sahip olanlar nadiren sonlarına tanık olurlar.. göçmeden gözden yitmenin bir yolunu bulurlar..

VIII. kitaplar da fahişeler de nasıl bu yola düştüklerini anlatan hikayeler uydurmaya bayılırlar.. oysa çoğunlukla ne olduğunu kendileri bile fark etmemişlerdir.. yıllar boyunca ‘kalbin’ sesine kulak verilir; günün birinde sırf ‘hayatı gözden geçirmek’ için durulan bir köşe başında kellifelli bir gövde pazarlığa başlar..

IX. kitaplar ve fahişeler kendilerini sergilerken sırtlarını dönmeyi severler..

X. kitaplar ve fahişeler doğurgan olur..

XI. kitaplar ve fahişeler – ‘dar kafalı yaşlılar, genç orospular..’ bir zamanların kötü şöhretli kitaplarından ne kadar çoğu bugün gençleri eğitmekte kullanılıyor..

XII. kitaplar ve fahişeler kavgalarını herkesin gözü önünde ederler..

XIII. kitaplar ve fahişeler – birinin sayfalarındaki dipnotlar neyse, ötekinin çoraplarındaki banknotlar da odur..

‘SON BAKIŞTA AŞK..’ , WALTER BENJAMIN , METİS Yayınevi.. Sunuş ve Hazırlayan : NURDAN GÜRBİLEK.. , 1993 , Kasım 2008..