5 Kasım 2011 Cumartesi

Albert Camus

'' Adam öldürme ve işkence etmenin birer öğreti olduğu ve neredeyse birer kurum haline geldiği bir uygarlıkta, cellatların memur kadrolarına girmeye yerden göğe kadar hakları vardır''

'Bir ülkeyi tanıma yollarından biri,
orada insanların nasıl öldüğünü bilmektir..''

3 Kasım 2011 Perşembe

Goethe


Ruhların gerçek uyumu halinde insanlar birbirine durmadan yaklaşırlar, görünürde birbirinden uzaklaşsalar bile.
Goethe

Jiddu Krishnamurti

“İnsanların aklına köklü bir devrim fikrini getirmenin ne kadar önemli olduğundan bahsediyorduk. Bu kriz, aslında bir bilinç krizi. Öyle bir kriz ki, artık daha fazla eski kuralları, eski şablonları, eskiden kalma gelenekleri kabul edemez. Hele, dünyanın bugünkü haline bakınca, bunca sefalet, çatışma, yıkıcı zulüm, saldırganlık vb. İnsanoğlu hâlâ eskiden beri bildiğimiz gibi, hâlâ barbar, hâlâ şiddet tutkunu, saldırgan, açgözlü, rekabetçi ve inşa ettiği toplum da bu değerler üzerine kurulu.” –Jiddu Krishnamurti




1 Kasım 2011 Salı

Burzum - Bálferð Baldrs



Geceye inen yoğun sis gibi bu müziğin notaları.Uyuşturucu etkisinde, bir düşünce ötesi yok.Karanlıkta koca bir boşluk. İlginç, bünyede ki tüm kötü düşünceler, kötülükler su yüzüne çıkıyor.Kalbin rutubetli yerlerine ışık tutuyor.Soğuk bir orman ve ormanda karanlık,koyu bir nehir. Başına ne geleceğini bilmeden yol alıyorsun siyahlar giyinmiş insanlarla. Ağaçların arası kötülük dolu.. Yada ortaçağ Avrupa’sının içinde kaybolmak gibi. Sokaklar kan kokuyor ve nefret tıpkı bir veba gibi yayılıyor bedene. Hep koyu her yer koyu, yıldız bile yok. En aydınlık hali alacakaranlık... Karmaşık.

‘Di’

30 Ekim 2011 Pazar

Sevgili Kızım - Düş Hekimi


Sevgili kızım;

tek kullanımlık yaşam, sana verilmiş en değerli hediyedir

ve kalitesi, yüreğinle verdiğin kararlar, esirgememiş emek,

uğraşılarına baktığın pencere ile ilgilidir.

** ** **

Aslında tüm bir yaşam

olması istenen gibi değil;

olmasını istediğin gibi olmalıdır.

Bunun bedeli ağır olabilir;

ama hiçbir bedel,

başkasının yaşamını yaşamaktan

daha ağır değildir.

** ** **

Yaşam şikayetlerle, karalayıp silmelerle, haddini bildirmelerle yitirilmeyecek kadar kısa ve değerlidir.

Ancak görmeye cesaret ettiğin düşler gerçekleşir ve hiçbir yaş düş kurmana engel değildir.

Düşlerin, bedenin varamayacağı limanlara götürecek tek yelkenlidir

ve gidilen yol, varılacak noktadan daha önemlidir.

Yaşamın uzunluğu, brüt yıl sayısı ile değil, ürettiklerinin katsayısıyla, ardında bıraktığın sürülmüş topraklarla ifade edilir. Tek iz bırakmadan, tek çivi çakmadan, tek tohum ekmeden gelinip geçilmiş bir yaşam, açılmadan iade edilmiş bir zarf gibidir.

Her insanın işini sevmesi gereklidir;

sevmediği bir işte çalışmak kader değil, ruhi tembelliktir. Azim, aşk ve sağlık, seveceğin işi bulmada ya da kurmada - olmazsa olmaz - sermayedir. Vicdan ve haksızlığa direnç ise, bu hazinenin koruyucu melekleridir. Akan suları durduracak mazeretler söylense de, gerisi hikayedir.

Önce kendine güvenirsen ve bilgiliysen;

hiçbir yaş yepyeni bir başlangıca engel değildir. Tek kullanımlık yaşam, gerekmese bile her yaşta - her şeye yeniden, yeniden, yeniden başlayabilme inancıyla güzeldir.

Önce kendinden verirsen ve emeğini esirgemezsen;

keyif de çıkagelecektir – gönül penceresinden görebilirsen.

** ** **

İş, yaşamın en önemli dilimidir;

her işte bir keyif gizlidir

ve yaşam hak edilmiş keyifle güzeldir.

Sonlu yaşamının, son anına kadar yeniden başlayabilmen,

sonsuz öğrenmenin, öğretmenin, üretmenin keyfini düşler gibi görebilmen

ve görmemeye - göstermemeye yeminli gözlere de gösterebilmen dileğimle…

düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com

29 Ekim 2011 Cumartesi

Türk Tarihinde At


At Türk'ün kanadıdır.
Kaşgarlı Mahmud

Çinliler Türklerden bahsederken; Yaşamları atlarına bağlıdır… derler

Çin ve Arap kaynaklarında Türklerin at yetiştiriciliği ile uğraştıkları ve yetiştirdikleri atları komşu ülkelere sattıkları bilgisi geçmektedir.

Ayrıca Çin kaynaklarında 11 cinstürkatından bahsedilir.

Kaşgarlı Mahmud’un, “Divanu Lügati’t Türk” adlı eserinde; “At Türk’ün kanadıdır” der.

Batılı yazarlardan Sidonius’a göre “At, başka bir kavmi sadece sırtında taşır, ancak

Hun kavmi at sırtında ikamet eder” demiştir.

Avrupalılar Hunları; “At’a yapışık kavim” olarak adlandırmıştır.

Bizans kaynakları Türklerin atlar ile bağlarından şöyle bahseder “Türkler sanki at üstünde doğmuşlardır, yerde yürümesini bilmezler”.

Bu bağı ölüm bile ayıramaz. Orta Asya’daki Türklerin mezarlarında yapılan kazılarda atlarıyla birlikte gömüldüğü tespit edilmiştir.

Türklerde at yetiştiriciliği altı bin yıl öncesine dayanmaktadır. İlk ehlileştirmenin de Türkler tarafından yapıldığı tespit edilmiştir.

Şaman mitolojisinde at ölümün ve sezginin sembolüdür. Gökyüzünde ve yeryüzünde yeri vardır. Tanrının insanlara yardım etmesi için atlara ihtiyaç vardır.

Türklerin şaman ayinlerinde asalarının başında at sembolleri bulunmaktadır. Bu da diğer dünyaya göç edilmesi sırasında ölen kişiye yardım edecek hayvanın at olduğunu gösterir.

Efsaneye göre Türk gökyüzünden yeryüzüne at ile inmiştir.

Tanrı ile iletişim kurmak kanatlı bir at sayesinde oluyordu.

Köroğlu’nun metinlerinde de uçan at efsanesine rastlıyoruz.

Kırat’ımın elinden babam can mı kurtulur?

Elma gözlü Kırat’ım benim

Canım Kırat gözüm Kırat

Sana olsun murat

Her yanında çifte kanat

Uçar gider ha gider, ha gider

Kazaklara göre at rüzgardan yaratılmıştır.

Sudan çıkan at efsanesi de Türklere aittir. Arap devleti idaresindekitürkorduları at yetiştiriciliği yaparlardı. Bağdat civarında yapılan yetiştiriciliğin efsanesi de bu atların göl aygırından türediğine inanılır. Önemli olan nokta ise; meşhur Arap atı neslinin de bu soya dayandığı söylenir.

Köroğlu’nun Elaziz rivayetinde, Köroğlu’nun babası atları seçerken tuzlu göle sürer bir tek Kırat kurtulur. Bu atın da aygırı neslinden geldiğine inanılır.

Dede Korkut destanında da hapse düşen adamın atının kendisini 16 yıl beklediğinden söz edilir.

Manas destanında Kökötöy Han’ın atı Maaniker’den şöyle bahsedilir.

Kanadı altı, ayağı dört

Bulutlu göğün altından

Dönüverir çitin üstünden

Yürür mü uçar mı görünmez,

İnsanlarca bilinmez.

Efsaneleşmiş atlardantürktarihinde bir de Kamertay vardır. Bu at gül suyu içer, badem yer, havada rüzgar gibi gider. Sevdiği adamı istediği yere göz açıp kapayıncaya kadar ulaştırır.

Ayrıca destanlarda geçen efsane atlar ilk önce sahibini bindirmez daha sonra kahramanın gücünü görür ve onunla dost olur. Birçoktürkdestanında bu tip hikayeler geçmektedir.

Türk tarihinde atlar konuşur ve sahibiyle dertleşir ve sahibine öğüt verir.

At kurbanı da çok eski birtürkgeleneğidir. Hükümdar öldükten sonra Tanrı Gölüne diri atların atıldığı ve kurban edildiği bilinir.

Kurban edilecek atların arasında kır ve beyaz seçilmektedir.

Manas’ın doğduğu gün Yakup Han “ak boz kısrak” kurban eder.

Kurban edilecek at, boğularak yada bel kemiği kırılarak öldürülür. Hayvanın canı çıkmak üzereyken, ellerinde tuttukları ekmek atın yanına getirilir. Böylelikle çıkan talih ve mutluluğun ekmeğe karıştığına inanılır.

Kurban edilen hayvanın kemikleri kırılmaz. Ateşte yakılır veya gömülür. Kimi özel ayinlerden sonra kemikler toplanır bir kaba konur ve kayın ağacına asılır.

Türklerde önemli bir yas adeti ölünün bindiği atın kuyruğunu kesmektir.




Tuna Akçay

28 Ekim 2011 Cuma

Ölüm töreni çağı

Yaşadığımız çağda aşkların sahte olduğuna, gerçek aşkın hiç olmadığına inanan insanlar hayli fazla. Bu durumun araştırdığım kadarıyla sosyolojik ve psikolojik açıdan çokça sebebi var. Burada o konulara değinmeden sadece toplumun aşktan ne anladığı üzerine bazı alıntılar yapmaya karar verdim.

Facebook üzerinden on binlerce kişinin takip ettiği, aşk-sevgi-ilişkiler üzerine açılmış birçok sayfa mevcut. İnsanların aşka bakış açısı,seviyesizliği, zevk ve beğenilerinin sığlığı ve aşkın ne kadar yanlış anlaşıldığının göstergesi adeta.


Havalar soğuyunca sevgilimi yaktım. Ne yapayım odun doğalgazdan daha ucuz.

Yufka yüreğine dikkat etmezsen, onu sana kol böreği yapıp yedirirler.

Klavyenin boşluk tuşu gibisin sevgili.Çok yer kaplıyorsun ama sonuçta boşsun işte.

Aşk kapıyı çaldığında hemen açma, bazıları zile basıp kaçıyor.

Küfürler biriktiriyorum lügatımda. Gidişine lafım yok da dönüşüne söylenecek sözüm olmalı zulamda.

Hayatta iki şeyin peşinden koşulmaz. Bir sevgili iki otobüs. Çünkü ikisi de on beş dakika da bir geçiyor.

Tuştu kurar gibi hayal kurmayın, gördüğünüz her hıyarla.

Seni seviyorum; 1 cümle, iki kelime, 13 harf, iki insan ve bir aptal


Uzun uzadıya yazmanın bir anlamı yok, bu basitliğe ve aşağılık düzenin içerisine batmış durumdayız zaten.

Bu çağa öldüren çağ adı verilebilir. Felsefenin, şiirin, aşkın, ahlakın, değerlerin ölüm töreni çağı. Uygarlığa, bilgiye, doğaya, aşka, insanlığa topyekün savaş açılmış bir çağ.

27 Ekim 2011 Perşembe

Dünya güzel ama çok uzaktan diyebilmek


Bir adım daha atsam çıkıcaktım. Sadece insanlıktan değil, bütün dünyadan.
İnsanın kendi imkanlarıyla bir uzay mekiği inşa etmesi böyle oluyor işte. Önce deneme mahiyetinde fırlatılan maymunlar gibi birkaç duygu bindiriliyor mekiğe. Sonra da bütün beden, bütün beyin hazırlanıyor, dünyanın dışına yollanmaya. Tek amaç, ay'a benzeyen bir uydu olmak. Dünya güzel ama çok uzaktan diyebilmek

!

İster cehalet deyin, ister densizlik; Van depremini ‘Türk - Kürt ayrımı’ bağlamında değerlendirenlerin yaptığı, terörist ile (o teröristin öldürdüğü masum) vatandaşı doğrudan aynı kefeye koymaktır. O bölgede yaşayan insanları topyekün terörist saymak, öyle göstermektir.

Asıl vahim, asıl tehlikeli olan da işte bu sığ bakış açısıdır.

Şimdi bir düşünün, şöyle bir soru olabilir mi mesela?

“1999’da İstanbul’da, Gölcük’te, Yalova’da, İzmit’te, Adapazarı’nda ölenlerin arasında kaç Kürt kökenli vardı?”

Olur mu böyle bir soru?

Bu soru ne kadar garip, ne kadar anlamsız ise;

“Van’da, Erciş’te kaç Laz, kaç Arap hayatını kaybetti? Kaç Çerkez yaralandı? Kaç Türk, kaç Gürcü kökenli hala enkaz altında?” sorusu da o denli saçma, bir o kadar şuursuzca değil mi?

‘İnsan’ ve onun hayatı değil midir esas olan?

Doğal afet ile ortaya çıkan acıya, yerine, bölgesine göre bakılabilir mi?

Depremle gelen ölümün; dini, ırkı, etnik kökeni, rengi olur mu?

Başka sorum yok!

18 Ekim 2011 Salı

Hayatı Öğrendim - Özdemir Asaf


YAŞ 5
Anne ve babamın birbirlerine bağırmalarının beni ne kadar korkuttuğunu öğrendim.

YAŞ 7
Meşrubat içerken gülersem içtiğimin burnumdan geleceğini öğrendim.

YAŞ 12
Bir şeyin değerini anlamanın en iyi yolunun bir süre ondan yoksun kalmak olduğunu öğrendim.

YAŞ 13
Annemle babamın elele tutusmalarının ve öpüşmelerinin beni daima mutlu ettiğini öğrendim.

YAŞ 15
Bazan hayvanların kalbimi insanlardan daha fazla ısıttığını öğrendim.

YAŞ 18
İlk gençlik yıllarımın keder, şaşkınlık, ıstırap ve aşktan ibaret olduğunu öğrendim.

YAŞ 24
Aşkın kalbimi kırabileceğini ama buna değer olduğunu öğrendim.

YAŞ 33
Bir arkadaşı kaybetmenin en kestirme yolunun ona ödünç para vermek olduğunu öğrendim.

YAŞ 36
Önemli olanın başkalarının benim için ne düşündükleri değil benim kendi hakkımda ne düşündüğüm olduğunu öğrendim.

YAŞ 38
Eşimin beni hala sevdiğini, tabakta iki elma kaldığında küçüğünü almasından anlayabileceğimi öğrendim.

YAŞ 41
Bir insanın kendine olan güveninin, başarısını büyük oranda belirlediğini öğrendim.

YAŞ 44
Annemin beni görmekten her seferinde sonsuz mutluluk duyduğunu öğrendim..

YAŞ 46
Yalnızca minik bir kart göndererek bile birinin gönlünü aydınlatabileceğimi öğrendim.

YAŞ 49
Herhangi bir işi yaptığımdan daha iyi yapmaya çalıştığımda, o işin yaratıcılığa dönüştüğünü öğrendim.

YAŞ 50
Sevgi, evde üretilmemişse, başka yerde öğrenmenin çok güç olabileceğini öğrendim.

YAŞ 53
İnsanların bana, izin verdiğim biçimde davrandıklarını öğrendim.

YAŞ 55
Küçük kararları aklımla, büyük kararları ise kalbimle almam gerektiğini öğrendim.

YAŞ 64
Mutluluğun parfum gibi olduğunu, kendime bulaştırmadan başkalarına veremeyeceğimi öğrendim.

YAŞ 70
İyi kalpli ve sevecen olmanın, mükemmel olmaktan daha iyi olduğunu öğrendim.

YAŞ 82
Sancılar içinde kıvransam bile başkalarına basağrısı olmamam gerektiğini öğrendim.

YAŞ 90
Kiminle evleneceğin kararının hayatta verilen en önemli karar olduğunu öğrendim.

ve YAŞ 95
Öğrenmem gereken daha pek çok şeyler olduğunu öğrendim.

Özdemir ASAF

14 Ekim 2011 Cuma

Bir sigara içimi


Adı : Dürdane Akdal... O bir fenomen...

Zonguldak Akçahatipler köyü, 1341 doğumlu olduğunu söylüyor... Kızı düzeltiyor... "Anne, sen babamdan büyüksün"... Baba 95 yaşında, anne 105... Kimbilir kaç yaşında iken nüfusa kaydı oldu... Burası mektup yazanları olmadığından postacının dahi uğramadığı bir köy...

5 kardeş, 2 kız 3 erkek...

60 senedir mükellef Idris Akdal ile evli ... 10 doğum yapmış... sadece 6 tanesi hayatta.

Dürdane ve Idris Akdal

Burnundan damar kesmelerine rağmen sigarayı bir keyifli içişi var ki.... Ocağa çalışmaya bile giderim diyor... Günde 1 paket (maltepe)sigaraiçtiğini söylüyor ama İdris amca düzeltiyor "günde 2 paket ! " diyor, pahalılığından yakınıyor...

Kocasi maden isçisi,o madene gittiğinde kendisi de ot yolup, orak biçmiş... Beşiği sırtına yükleyip öyle gidermiş tarlaya...

Kocası ile nasıl tanıştığını onu nasıl istettiğini anımsayıp anımsamadığını sordum... Kaçtım ona, beğendim de geldim, dedi... Pazar da görmüş, beğenmiş, kaçmış... 20 yaşında evlenmişler...


Babasi harbe gittiğinde dünyaya geldiğini söylüyor... Kapı eşiğinden salona geçiyoruz... Ev mis gibi yemek kokuları içinde... Masaya oturuyoruz.... Elleri masa üstünde... Parmağında yeşil taşlı yüzüğü... Ona çok güzel olduğunu söylüyorum... Sen benim gençliğimi görecektin, diyor ... Şimdi yüzüm buruştu...

En sevdiği yemek mancara... Yani bildiğimiz karalahana... İdris amca takılıyor ona; "kalk maden de fotoğraf çekmeye gidecez" diye... Gülerek ``gitmiyom`` diyor... Eşarbını düzeltirken görüyorum saçlarını, kınalı...


Çocuklarını nasıl uyuturdun diye soruyorum... Sarıp sarmalar, beşikte sallardım diyor. Onlara nenni söyler miydin? Bize mırıldanır mısın diyorum...``Nenni, nenni, nenni`` deye deye uyuturdum diyor... Uyusunda büyüsün demez miydin?, diyorum... Yok sesimi kıskanırdım, duymasınlar diye söylemezdim diyor... Onlara masal anlatır mıydın?, diyorum... Anımsamıyor... Aynı soruyu kızlarına soruyorum... Onlar da anımsamıyor... En sevdiği türküyü soruyorum anımsayamıyor... Oysa İdris amca bize ``karadır kaşlarını` söylemişti diyorum... Bilemiycem, diyor... Utanarak... Aklıma bir türkü gelmiyor...

Babası da madenci...

Bebelerini kendi sütü ve evde kendi yaptığı nişasta ile beslemiş, kocası madende kendi tarlada orak biçip, odun taşımış... 5 karış karda yürüyerek Zonguldak'a inerlermiş... Artık tarlaya gitmiyor... Uşaklar gidiyor benim yerime diyor...

Hala güzelsin diyorum...nerde diyor sen beni eskiden görecektin... bakim yok... krem yok diyor... Hic makyaj yapip yapmadigini soruyorum ... yapmadim diyor...

İdris amca; şimdi böyle sakin olduğuna bakma diyor O'nun... 3 adam vurduğunu anlatıyor... Bir kadının tekinin de kulağını kestiğini... Neden vurduğunu sorduğumuzda da, sakin sakin.. Damarlarım yukarı kalktı, vurdum diyor... Köyde boş dolananı ve yabancıyı sevmediğini söylüyor... Sorarım neden geldin diye, cevap vermezse; belli ki soymaya ya da çocuk kaçırmaya gelmiş, çeker çifteyi vururum diyor... Belli ki "kötü niyetli" ... Bir adamı cifte ile diğerini tabanca ile vurmuş... Jandarmalar gelip köyü basmış teslim ol demişler, olmuş..

Bir sene Mardin' de mapus yatmış... Sigarayada mapusta baslamış... Zonguldak' da yattığı cezaevi ise şu an okul... Zonguldak'da yatarken, İdris amca 5 çocukla tek başına kalınca, af istemiş... Muhtacım diye... çıkarmışlar...

3 damadı var, torununun torununu görmüş ... Çalıma özenmem ben diyor ama güzelliğinden emin.. Babasının 40 tarlası varmış ... Nişasta ıslardık diyor...

Keyifli yaşamışsin lafıma, hayır ! diyor, aslında düşmezdim de sen öyle olduğuna bakma onun diyor... İdris amcayı gözucu ile işaret ederek...

Hiç okula gitmemiş... Nerde okul diyor... Olsa da nerde gidecek diyor kızları... Kendi lafa girip, olsa da yollamazdı babam diyor... 10 sığır 100 bacak keçi, 80 bacak koyun... Kim güdecek onları ? Gençlik tarlada tepede geçti diyor.....

O bunları herşeye rağmen gülümseyerek anlatırken biz de 8 fotoğrafçı arkadaş hararetle fotoğraflarını çekiyoruz... Odada deklanşör sesi bir de onun sesi... Ve arada yaptığı espirilere patlattığımız kahkahalar... Beni bir minare gibi çekiyorsunuz, bari bir ağacın tepesine çıkarsaydınız da öyle çekseydiniz diyor...

Yemek hazır çağrısını alınca hep birlikte sofraya geçiyoruz... Börek, kurufasulye, pilav ve salatadan oluşan menüyü afiyetle yiyiyoruz... Üstüne de çayımızı içip, teşekkür ederek yeniden görüşebilmek temennileri ile ayrılıyoruz...

....

...

..

.

Yazı ve Fotoğraflar : Faika Berat PEHLİVAN

Yalnızlık Sirki

*Düşmanlarımızı seçmeyi bırakıp elimizin altındakilerle yetinmeye başladığız zaman artık genç değiliz demektir.

*Bütün kinlerimiz, kendimizin altında kalmış ona kavuşamamış olmamızdan gelir. Bu yaptıklarından dolayı ötekiler’i hiçbir zaman affetmeyiz

*Belirsizlik içinde sürüklenedururken, en ufak kederi bir cankurtaran simidi gibi yaşarım.

*Yaşlandıkça, büyük korkuları alaylı sırıtmalarla değiş tokuş etmeyi öğreniriz.


*Akli dengesi bozuk olanların sayısını birkaç misline çıkarmak, zihinsel özürlüleri vahimleştirmek, şehrin her köşesinde akıl hastaneleri inşa etmek mi istiyorsunuz? -Sövme’yi yasak edin.-

*İnsanlara görüşe görüşe sinir hastalıklarımın bütün tazeliğini yitirdim.

*Bir hayvan azıcık sapıtsa, insana benzemeye başlar. Azmış ya da iradesini yitirmiş bir köpeğe bakın: sanki romancısını veya şairini bekler


*Sadece, canım isteyince ölmek elimde olduğu için yaşıyorum: İntihar fikri olmasa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum.


*Sağlığımızın harap olmasına bir katkıda bulunmayan kuşkuculuk, zihinsel araştırmadan başka bir şey değildir.

*Evreni ateşe vermeyi düşledin; ve alevini kelimelere geçirmeyi, bir tekini tutuşturmayı bile başaramadın!

*Kendini çekilmez kılmayı bilmeyen kimse yalnızlığına göz kulak olamaz.


*Ümitsizliğe öfke veren şey, haklılığı, besbelliliği, ‘’belgelere dayanması’’dır: röportaj gibidir. Aksine, ümidi inceleyin; sahnenin içindeki cömertliğini, dillendirme düşkünlüğünü, olayı reddedişini: bir sapıtmadır, bir kurmacadır. Hayatın da kaynağı bu sapıtmadadır ve bu kurmacayla beslenir.



*Sezar mı? Donkişot mu? Kendimi beğenmişliğimin içinde, ikisinden hangisini örnek almak istiyorum? Önemi yok. Olay şu ki bir gün, uzak bir diyardan, dünyayı fethetmek için yola çıktım; dünyanın bütün tereddütlerini…

*Çekilip oyunu bırakmak niye? Hayal kırıklığına uğrayacak daha onca varlık varken…