3 Mart 2012 Cumartesi

Düş Hekimi - MANİFESTO

 
Elli santim uzunluğunda, on beş santim genişliğinde, iki santim kalınlığında bir tahtayı alıp odana girersin.
 
Bütün ciddi işler, "ya sonra?"lar, felaket senaryoları, ödeyemeyeceğin hesaplar kalır kapının ardında; dudağında bir ıslık, sen tahtanı zımparalarsın.
 
Matkabı "darbeli" konumuna getirir, ucuna da "on"luk duvar delme ucu takarsın. Çıkar yeşil sandalyenin üzerine, çalan telefona aldırmadan tavana iki delik açar, deliklere de çelik dübelleri çakarsın. Dübellerin içine iki sağlam halkayı vidalar, inip aşağıya tavandaki dünyanın sekizinci harikasına bakarsın
 
Sonra tahtanın köşelerine on üç santimlik bir halatın geçebileceği delikler açar, sırf matrak olsun diye çakıyla bir de kalp kazırsın.
 
Halatı deliklerden geçirip, düğüm atar, Bülent Ortaçgil'i dinlerken yine çıkıp yeşil sandalyeye, halatın öbür uçlarını tavandaki halkalara bağlarsın
 
 
... ve hazır olursun;
 
gerilerde kalmış,
gereksiz ayrılınmış,
avuçlarından kaymış,
göz göre göre çalınmış,
bundan sonraki hayatına...

 ve başlarsın sallanmaya;** ** **
 
...
hani o ışıkları kapattığında pırıl pırıl parlayan yıldızlar yapıştırdığın tavanın
bir ucundan, öteki ucuna
 
... ve yumarsın gözlerini;
 
en güzel, en masum dönemin kucaklar seni, uçarak inerken aşağıya.
Pileli eteğiyle annen, yeni traş olmuş yanağıyla baban bekler,
yükselirken yukarıya.
 
Yılların arasından bir kuyruklu yıldız gibi kayarsın;
en kendin gibi, en cesur halinle,
en alman gereken kararları alırsın.

"O fikir" geliverir belki aklına;
daha hızlı, daha da hızlı sallanırsın.
 
Geri dönüşlü uzay yolculuğunda,
en renkli düşler yakıtın, bir asteroitten diğerine uçar,
bir başka diyarda, bir başka güneşle doğmuş çiçeği sularsın.
 
Belki ne kadar sevdiğini gözlerin kapalı, sırtın yere bakarken,

belki de sırt üstü düştüğün yerde, yıldızları sayarken anlarsın


ve atlayıp salıncağından,

        gerekeni yaparsın...
 
 
** ** **
 
Biz salıncak istiyoruz!
 
Biz,
fabrikalarda, floresan lambalı bürolarda, devlet dairelerinde demirbaşa kayıtlı,
basit salıncaklar istiyoruz.
 
Biz kendimize kavuşmak,
en rafine saatlerimizi ayırdığımız ortama ufacık bir renk katmak,
konsolide bütçede, iki dübel, iki halka,
kalp kazınmış tahta bir uzay aracı için ödenek istiyoruz.
 
Biz en ciddi kavgamızı salıncak sırasında yapmak;
 
bir zamanlar,
yani en "kendimiz" gibiyken “normal” olanın,
yeniden “normal” olmasını istiyoruz.

 
            Biz “kendimizi” geri istiyoruz!...

Düş Hekimi - Ayrılıklar Birliktelikler

ayrılıklar da emek ister
birlikteliklerin istediği gibi
 
her ayrılık biraz gecikmiştir ama
 
kağıt üzerindedir  bazı ayrılıklar
kağıt üzerinde bile değilken bazı birliktelikler
 
hiçbir yerde yazmayabilir bazı  kopmaz ayrılıklar
her yerde yazarken çoktan kopmuş birliktelikler
 
silinmez izler kalabilir bazı ayrılıklardan
tek iz kalmazken bazı birlikteliklerden...
 
düş hekimi yalçın ergir 

KADIN YOK – AĞLAMAK YOK

Yıllar önce bir yazı yazmış, ne zaman “No Woman - No Cry” şarkısı çalsa,
bir takım ciğere “mundar” diyen erkeklerin şarkıyı efkarla:

“…
kadın yok – ağlamak yok abicim…”,

olarak algıladıklarını - şarkının aslında ağlayan kadına:

“…
hayır kadın, ağlamak yok;
her şey yoluna girecek…”

diyen kocaman bir destek olduğunu yazmıştım.

“Kadın Yok – Gülmek Yok” da değil miydi? Ben de satırlarımı:

 “…
yoksa hiç olur mu;
bir erkek kadınsız,
bir kadın erkeksiz,
mutlu olabilir mi?”

diye noktalamıştım.

Aslında noktalı virgül koymalıydım
ve kusurunu ilk hemcinsinin gördüğü bir dünyada:

 “…
hiç, bir erkek kadar bir kadını mutsuz edebilen –
hiç, bir kadın kadar bir erkeği mutsuz edebilen olur mu?”

diye devam etmeliydim.

Arkasından da:

 “…
ağlayabildiğin kadar gülebilir,
mutsuz olabildiğin kadar mutlu olabilirsin...”

diye kocaman bir teselli vermeliydim.

Ve kağıt mendilime yine “No Woman - No Cry”ın:

 “…
iyi dostlarımız var,
kaybettiğimiz iyi dostlar var
yol boyunca,
bu harika gelecekte
unutamazsın geçmişini,
bu yüzden sil gözyaşlarını…”

satırlarını eklemeliydim.

Dünyadaki tek erkeği, dünyadaki tek kadını kaybedip,
dünyadaki son erkekten, dünyadaki son kadından kurtulanlara,
yoldaki iyi dostlarıma, aynı zaman diliminin yolcularına,
gülen gözlerin, elbette güzel günlerin eşliğinde sabırla

ve “hep” sevgiyle…

düş hekimi yalçın ergir



Aşk belki de orpheus demekti

 Bir hikayeye göre Apollo ve Dokuz İlham Perisinden şiirlerin ilham perisi Calliope’nin oğlu olan Orpheus Kadim Yunan?ın en büyük şair ve müzisyenidir. Trakya?da doğar. Liriyle öyle şarkılar söyler ki ağaçlar çevresinde bir çember olup onu dinleyebilmek için köklerinden kurtulur, kayalar o kaya gibi ağırlıklarının yumuşadığını hissederler. Korint boğazından geçen gemiler Sirenlerin o dayanılmaz sesiyle batıp giderken bir tek Orpheus’un sesi Sirenleri bastırabilir. Zaman geçer Orpheus Eurydice ile evlenir. Bir gün Eurydice ormanda yürürken çoban Aristaeus ile karşılaşır; çoban onun güzelliğinden öyle büyülenir ki ona o anda sahip olmak ister, kaçayım derken ayağı takılıp yere düşen Eurydice’ı bir yılan ısırır ve Eurydice ölür. Daha yeni evlendiği karısının ölümünün ardından, yarım kalmış ve yaşanmamış aşkının verdiği güç ve cesaretle Orpheus Euydice’ı geri almak için cehenneme gitmeye karar verir. Giderken aşkı uğruna söylediği şarkıları duyan Sisifus bile durup kayasının üzerine oturur ve onu dinler! Cehenneme giren ilk yaşayan kişi olur.

?Yeraltı dünyasının tanrıları, biz bütün canlıların son noktası olan topraklar, bana kulak verin. Buraya sırlarınızı açığa çıkarmaya ya da size karşı bir güç sınamaya gelmedim. Ben karımı aramaya geldim. Aşk getirdi beni buraya, aşk ki biz canlıların yeryüzündeki tanrısı. Eski efsaneler doğruysa burada da hükmü geçen O tanrı. Size yalvarırım Eurydice’ı bana geri verin. Hepimizin kaderinin son noktası burası. Er ya da geç burada olacağız. Ama o zamana değin yaşayamadıklarımız uğruna, onu bana geri verin. Ya da buradayken beni de alıp ikimizin ölümünün zaferini tadın.?

Cehennemin tanrıları bu cesaret ve aşk karşısında diğer bütün hayaletler ağlarken derler ki; ?Sana onu geri vereceğiz, buradan yeryüzüne giden yolda önden giderek ona yol göstereceksin, ama yeryüzüne varana kadar bir kere bile olsun dönüp arkana bakmayacaksın. Yoksa Eurydice ebediyen cehennemde kalır.?

Orpheus önden yürür. Yol oldukça meşakkatli ve uzundur. ?Ya bana doğruyu söylemedilerse, ya arkamda değilse? diye diye içi içini yer. Güneşin ışıklarının vurduğu yeryüne açılan çıkışa gelmelerine iki adım kala Orpheus dayanamaz arkasına bakar. Baktığı anda Eurydice’i görür. Görmesiyle de Eurydice buğulu camdaki bir suret gibi yok olur.

Yedi gün boyunca ağlar. Yedi ay boyunca durmaksızın aşkını ve çaresizliğini anlatan, kendine kızan şarkılarını söyler. Kadınlarla göz göze bile gelmez artık. Trakya?lı Kadınlar Orpheus’un Eurydice’a olan sadakati ve kendilerine yüz vermemesi üzerine öyle büyük bir öfkeye kapılırlar ki Baküs Şenlikleri sırasında bu öfke had safhaya varır ve Orpheus’u gerçek anlamıyla lime lime edip kesik başını ve lirini nehre atarlar. Kesik başı adını Orpheus’un lirinden alan Lesbos adasına gelir.

Aşk belki Orpheus demektir.


1 Mart 2012 Perşembe

Başka Hiç Bir Şeyimiz Yok

Cennete inanmak kolay çünkü cennet güzel. Cehenneme inanmak da kolay çünkü aynı ‘Heaven on Earth’ gibi cehennemde her an karşımızda ya da bakıp anlayabildiğimiz her yerde. İkisini de işe gelsin gelmesin, ister istemez zaten keşfediyoruz bir de kalkıp oraya kadar gitmenin alemi yok. Gidip geri dönen olmadığına göre oralarda neler olup biter bilemeyiz sadece kendi ( bireysel, ülkesel ve global ) cennet ve cehennemlerimizden mesulüz.

Cennette ve Cehennemde neler olduğu malum ama siz hiç Cehennemdekileri ayakta tutup direnebilmelerini sağlayanın ne olduğunu düşündünüz mü?

Şeytan cehenneme cennetten düşen bir melek olduğu için onun en büyük arzusu belki de Tanrıdan bire bir intikam almak değil, öncelikle geldiği yere geri dönebilmektir. Şeytanı bile bir tek şey ayakta tutar.

The Sandman’in yazarı Neil Gaiman bunun ne olduğunu açıklıyor;

Cehenneme bir vazife icabı gelen Rüyalar Lordu Morpheus yani Sandman, geçmişte kendisine ait olan ve zorla çalınan miğferini almak üzere cehennemin düklerinden biri olan Choronzon’a meydan okumak zorunda bırakılır. Cehennem zebanisi savaş alanını seçer;

‘’Öyleyse meydan okunan olarak gerçekliği ileri sürüyorum’’

Bütün zebaniler akşamki eğlence için ‘Cehennem Ateşi Klubünde’ toplanırlar. Rüyaların Efendisi eğer oyunu kaybederse sonsuza kadar bir oyuncak olarak cehenneme hizmet edecektir.

Oyun başlar;
İlk hamleyi Cehennemin Dükü yapar:

- ‘’Avını sinsi sinsi takip eden, ölüm saçan korkunç bir kurdum.’’
- ‘’Atının üzerinde kurtları hançerleyen bir avcıyım.’’ der Rüyaların Efendisi.
- ‘’Atı sokan, avcıyı fırlatan bir atsineğiyim.’’
- ‘’Sekiz bacaklı, sinek yutan bir örümceğim.’’
- ‘’Zehirli dişleri ile örümcek yutan bir yılanım.’’
- ‘’Ağır pençesiyle yılan ezen bir öküzüm’’
- ‘’Hayvanlara şarbon taşıyan, sıcak yaşamları yok eden katil bir bakteriyim.’’
- ‘’Uzayda dolaşan hayat veren bir dünyayım.’’
- ‘’Gezegenleri imha eden.. patlayan bir novayım.
- ‘’Her şeyin etrafını çeviren, hayatı ihtiva eden kainatım.
-‘’Her şeyin sonundaki karanlığım, kainatların, tanrıların, dünyaların, her şeyin sonu... benim. Peki ya şimdi ne olacaksın Rüyaprens?
- ‘’BEN UMUDUM...

Miğferini alır ama Onu bırakmazlar.

‘’Cehennemin milyonlarca Lordu Etrafını kuşatmış durumda, söylesene ayrılmana neden izin verelim? Miğferli ya da miğfersiz senin burada hiç gücün yok...

‘’Hayallerin cehennemde ne gücü olabilir ki?’’derler.

Morpheus uzun yıllar boyunca hapsedildiği fanustan yeni çıkmış, yorgundur. Gücünü tekrar kazanmaya yeni başlamıştır ama o olmayan gözlerinden alevler saçarak der ki;

‘’Hepiniz kendinize sorun...
Eğer buraya hapsedilenler cenneti hayal edemeselerdi , Cehennemin gücü olabilir miydi...?’’

Umut ve ikiz kardeşi düşlerimiz olmadan nefes alabilmek ne burada ne de Cehennemin dibinde pek kolay değil hatta imkansız anlaşılan.

Neil Gaiman
''The Sandman’’
'' Düş Müziği’’
01.01.2003
Ece E.

29 Şubat 2012 Çarşamba

Şiiri Bölmek - Edip Cansever


“bir birey olarak neyiz? yani kendimiz hakkında ne biliyoruz, ne bilebiliriz? bu sorulara doyurucu bir yanıt bulamadıkça, kişiliğe sıkı sıkıya bağlı olan ozanlığımızın olanaklarını da belirleyemeyiz sanırım.. biyolojik, fiziksel varlığımız bir yana (gene de insanın bir bütün olduğunu gözden uzak tutmamak şartıyla), kendimizi toplumbilim açısından irdelersek göreceğiz ki, bizler, düzenli olarak düzen değiştiren, yani bilimsel yöntemlere uygunluğu oranında geleceğini, gelecekteki duraklarını, yaşama biçimlerini kestirebilen insan tekleri değiliz.. geçirdiğimiz toplumsal evreler arasında yapıcı, tamamlayıcı bir ilişki olmadığı gibi, buna bağlı olarak ileri bir atılımdan da yoksunuz.. günlük edimlerimiz bizi öylesine yoğuruyor, öylesine kılıktan kılığa sokuyor ki, bir yığın çıkmazın buyruğunda, direnmekle çevreye uymak arasında şaşkına dönüveriyoruz.. boyutsuz, anlamsız, sallantılı bir yaşam düzeyinde bocalıyoruz durmadan.. inancımızı somutlayan eylemlerle değil de ancak, bize uygun buldukları düzenlerden birini seçmekle biçimleniyoruz.. böylece düşüncelerimiz kuramsal, ilişkilerimiz soyut kalıyor.. her durumda aşınıyoruz, kişiliğimizden biraz daha yitiriyoruz.. düşünsek düşünemeyeceğimiz, duysak duyamayacağımız, ‘göre’ bir yaşayış tutturmuşuz. kendi öz varlığımızla tanışmak, karmaşık, çözülmez bir problem oluyor çoğu kez.. giderek, bu toplumsal çatı altında,bir yalnızlık anıtından başka hiçbir görünümümüz kalmıyor.
gerçek ‘ben’imizle yüz yüze gelmedikçe, tersine, kişiliğimizden gün günden daha bir uzaklaştırıldıkça, şiiri nasıl olup da ozanın yalnızlığına, sezgilerine, güdülerine bağlayabiliriz? ayrıca, kimliğimizle yazdıklarımız arasında varsaydığımız benzeşlik, gerçek, tutarlı bir benzeşlik olabilir mi? yani şiirlerimizle ne kadar sokulabiliriz kendimize? ya da yazdığımız şiirler için hızını, devinimini kendinden alamayan benliğimizin katkısız ürünleridir, diyebilir miyiz? bana kalırsa böylesi bir özdeşlikten söz açmanın sırası gelmemiştir daha.. giderek denebilir ki, edebiyat dünyamızda yer alan bir sürü kavramın (lirik, authentique vb.) özünde yatan gerçekler, yaşadığımız gerçeklerle çelişmektedir.. çünkü bireyliğimizi kurtarma savaşı içindeyiz biz.. bu savaş da, toplumsal savaşımızın içeriğine girer.. şiiri de böyle bir ortamın izdüşümü olarak görmek gerekir.. ne yapalım ki, tarihsel sıra, bizi böyle bir dönemde konuşturuyor. güvenemediğimiz bir ‘ben’e, bir kendiliğindenliğe sığınamayız kolayca. edebiyat tarihimiz, olanaklarını bilmeyen ozanların çoğunlukta olduğunu gösteren belgelerle doludur. üç beş aşamadan geçtikten sonra, hangi ozanın hangi yanıyla ayakta kaldığını saptamak bile oldukça güçleşmektedir. çünkü gerçek bir evrimden; düşünceye, yaşantıya bağlı bir şiir evriminden çok, bütün bunlardan soyutlanmış salt bir deyiş özelliği, biçimsel bir doygunluk geliştirilmiş, ya da sürdürülmüştür ozanlarımızca.. genellikle ilk heyecanın, ilk esrimenin, ilk cesaretin yarattığı birtakım sonrasız ozanlar, şiirimizin temsilcileri olup çıkmışlardır..
öyleyse bu ikili ‘ben’i, daha doğrusu bölüne bölüne ayrıcalığını, kimliğini yitirmekte olan ‘ben’i şiire aktarmak, ona bir etkinlik kazandırmak istiyorsak, eninde sonunda dramatik bir şiire yönelmemiz gerekecektir.. gerçekte korkunç bir dramı sürdürmekteyiz çünkü.. işlevini tamamlamış bir gizemciliğin yerine, gene toplumun üst katlarında yer alan toplumsal – ekonomik bazı güçler, bu güçlere bağlı kurullar, sinen ya da başkaldıran; sayan ya da değerlenmeye doğru atılan; tutsaklığı ya da yok olmayı kabullenen bir yığın varoluş biçimi yaratıyor. çoğu zaman da olumluyla olumsuz birlikte ya da çelişe çelişe yaşıyor insanoğlunda. işte biz bu durumu çağımızın, toptan yaşamamızın bir niteliği sayıyorsak, o denli büyütüp yoğunlaştırabiliyorsak, aynı zamanda gerçek bir tragedyanın içindeyiz demektir.. şu farkla ki, klasik tragedya ile bağdaşamadığımız yan, yazgıya boyun eğmeksizin hiçlenmeyi karşı koymakla çatıştırmamız, soylu kişilerin töresel davranışlarına öykünmek yerine, bilimsel düşünceyi karşıtlarına egemen kılmamız olacaktır.
bu durumda bölmek gerekiyor şiiri.. bir birey olarak neyiz? bunu bilinceye ya da bilebilme olanaklarını edininceye kadar bölmeliyiz şiirimizi.. tıpkı yaşamamızda olduğu gibi : bir yanda yaslarımız acılarımız; öte yanda inancımız, umudumuz, direncimiz… kısa mutluluklardan güvenli mutluluklara yol aldıkça şiirimiz de tekleşecek, bütünleşecek, bireyliğini kazanacak elbette. belki de gelecekteki ozanlara düşecek bu iş.. biz yalnızca dramımızı yazacağız.. çünkü ne geçmişteki şiiri yinelemek, ne de gelecekteki şiiri bugünden zorlamak var artık.
ve yazacağımız her şey, biçimine kavuşamamış, buruk, acı öylece duruyor yaşamımızda..”
EDİP CANSEVER..
Yeni İnsan, Sayı: 8 (Ağustos 1963)
‘ŞİİRİ ŞİİRLE ÖLÇMEK.. Şiir üzerine yazılar, söyleşiler, soruşturmalar..’ - EDİP CANSEVER, Hazırlayan : DEVRİM DİRLİKYAPAN, YKY Yayınları, Şubat 2009, 376 Sayfa..
(EDİP CANSEVER’in fotoğrafları büyük ustanın ‘GÜL DÖNÜYOR AVUCUMDA’ adlı kitabının ADAM Yayınları tarafından yayınlanan Mayıs 1987 yılı baskısından alınmıştır ve tümü üstadımız ARA GÜLER tarafından çekilmiştir..)

28 Şubat 2012 Salı

“kağıtta nabız atışı varsa bu ‘cehennemde bir mevsim’de duyulacaktır.. şiir kağıttan bir hücredir..” – JEREMY REED


‘sahici deli nedir? insan onuru diye üstün bir düşünceyle uzlaşmak yerine, toplumun anladığı anlamda deliliği seçmiş bir adamdır.. işte bu yüzden toplum kurtulmak istediği insanları, bazı alçaltıcı işlerde kendisiyle işbirliği yapmadıkları için kendilerinden sakınmak istediği insanları akıl hastanelerinde boğazlanma cezasına çarptırır.. çünkü deli bir insan her şeyden önce toplumun dinlemek istemediği, dayanılmaz doğruları söylemesini engellemek istediği biridir.. ANTONIN ARTAUD.. (le théâtre et son double..)
“rimbaud yolculuğu sırasında gözleriyle bir şeyler topluyordu.. görmek salt sürekli olarak geri almak değil, denetlenemeyen bir hırsızlık tarzıdır.. hem şeyleri hem insanları yağmalayabilirsiniz.. insan gözüne ilişen her şeyi kendine mal edebilir, cinsel bir düzlemde otuzbir çekmek istemsiz bir imgeyle sevişmenin yoludur.. şiir işlevi bakımından bu ikincisine yakındır.. insan seçtiği her kadın ya da erkeği içselleştirebilir, rimbaud’nun durumundaysa belki her ikisini de.. şiir için de aynı şey geçerlidir.. bir şeyle ilgili bir düşünceyi insan duyarlılaştırır, sinirleriyle bir sürtünme yaratır ve onu başka bir şeye dönüştür.. şiir psiko-fiziksel otuzbir çekmenin en düzeyli biçimidir.. şiir yazarak insan istediği bir nesneyi elde edemez; bir yaklaşığı üzerinde uzlaşır.. sonuçta ortaya çıkan ürün kaypaktır, düşlenen cinsel bir imge, bu imgeyi sürdürme eylemi sırasında nasıl bulanıklaşıyorsa algılayan kişinin gözünden öyle kaçar..”
“çelişkiler asla çözülmez, şiir, şiirsel anlatımın geçerliliğine inanç ile inançsızlık arasındaki çatışkıyı yaşamayı temsil eder.. hakkında yazacağı durumu önceden düşünmek anlamında rimbaud’nun şiirinin bir konusu yoktur.. anlık olanı içerir, uzak olanı değil.. şiir ruhunun buyruklarına uyarak gelişir, bir iç kırgınlığı anlatır, şairin yeryüzünde bir yerinin olmadığını anlamanın kırgınlığıdır bu.. imparatorluklara egemen olma kavgasına tutuşmuş uluslarda, kapitalizmin ahlâk anlayışında kehanet sözlerine, düşsel yolculuklara, şamanlığın kutlanmasına yer yoktur.. rimbaud’nun şiiri, yirminci yüzyılda kitle savaşlarına ve soy kırımına dönüşmüş, önüne geçilmesi olanaksız terörü su yüzeyine çıkarır..
bunu yapmak on sekiz yaşındaki bir çocuğa düştü, öylesine geri bir çevredeydi ki, bu bulguları için onu taşlayabilirlerdi.. rimbaud, daha önce de lautréamont’un yaptığı gibi, freud ile jung’un yolunu açmıştı.. ikisi birlikte, daha sonra bilinçdışının radyoaktif tozları olarak bilinecek olan patlamayı gerçekleştirdiler.. onların imgeleri iç mekânda takımyıldız olarak kaldı, iç öykülemeye psikolojinin armağan etmesi gereken daha kliniksel sözcükler bekliyorlardı…”
“sayıklama, deliliği yakalama girişiminin bir yoludur, bir durum değil.. ‘cehennemde bir mevsim’in ana konusu sayıklamalar I ve II’de açıklanmıştır: ‘verlaine’ ile ilişkisinin öz yaşamsal cehennemi ve ‘işte çılgınlıklarımdan birisinin öyküsü’ – şiirsel deneylerinin simyasal doğası.. bu iki metin konularının dolaysızlığına yetişme girişimleriyle olağanüstüdürler..
kağıtta nabız atışı varsa bu cehennemde bir mevsim’de duyulacaktır.. şiir kağıttan bir hücredir.. rimbaud’nun ‘délire’i sözcüklerin hapishanesine direnir.. hız artışı manyakçadır.. delirmek ister, deliliğin de ötesinde..
korkusuzluğun yönüdür bu dilin ötesine geçen bir deneyim.. bedensellik sonrası..
JEREMY REED
‘SAYIKLAMALAR.. Arthur Rimbaud..’, JEREMY REED, Çeviri : ÜLKER İNCE, TELOS Yayınları, Haziran 1998, 165 sayfa..

24 Şubat 2012 Cuma

Rimbaud - Kötü Kan

 (yazı oldukça uzun olduğu için ufak bir kısmını yayınlıyorum)


Gitmiyoruz, - Buradan yollara düşelim gene, kötülüğümle yüklü, akıl çağımdan bu yana acı köklerini böğrüme süren  - gök yüzüne yükselen, beni yenen, beni yerlere çalan, beni yerlerde sürükleyen kötülüğümle.

Son saflık ve son çekingenlik. Tamam, anlaştık. Dünyaya sergilenmeyecek tiksintilerim ve ihanetlerim.

Haydi, ileri! Yürüyüş, yük, çöl, can sıkıntısı ve öfke.

Kime kiralayacağım kendimi? Hangi hayvana tapınmam gerek? Hangi kutsal surete saldırmalı? Hangi kalpleri kıracağım? Hangi yalanı desteklemeliyim? - Hangi kanda yürümeli?

Daha doğrusu, yasadan sakınmak. – Yaşam acımasız, alıklaşma kolay, - kaldırmak güçsüz bir elle tabutun kapağını, oturmak, boğulur gibi olmak. Ne yaşlılık böylece, ne de tehlike: Fransız değildir dehşet.

-Ah! Öylesine kimsesizim ki herhangi bir kutsal surete sunuyorum sevgilerimi, yetkinliğe doğru.

Ey benim özverim, ey benim olağanüstü erdemim! Şu ölümlü dünyada, yine de!

Tanrım, amma da budalayım!

Rimbaud - İşkence Edilen Yürek

 
Kederli yüreğim salya-sümük güvertede
Yüreğim asker sigaralarıyla izmarit dolu:
Çorba artıkları fırlatıyorlar oraya bile.
Kederli yüreğim salya-sümük güvertede
Bir küfür tufanı eratın ağzında bilmece
Bilerler durmadan kahkahaları sulu mu sulu.

Kederli yüreğim salya-sümük güvertede,
Yüreğim asker sigaralarıyla izmarit dolu!

Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır
Baştan çıkarır yüreğimi küfür hazretleri,
Dümende dalga geçerler tepeden tırnağa hınzır,
Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır.
Ey büyüleyici dalgalar o sayenizde paklanır,
Alın yüreğimi yıkayın, bilsin temizliği!
Maslahatlar alesta kalıp çekmeye hazır,
Baştan çıkarır yüreğimi küfür hazretleri!

Küfürleri bitip tütünleri de tükenince
Ne yapacağım ben, ey çalınmış yüreğim?
Hıçkırık olacak hepsi meyhane türkülerinde
Küfürleri bitip tütünleri de tükenince,
Bir meydan savaşı başlayacak zavallı midemde
Yüreğim örselenmiş dalım kırılmışsa benim.
Küfürleri bitip tütünleri de tükenince
Ne yapacağım ben ,ey çalınmış, yüreğim?

15 Şubat 2012 Çarşamba

Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer…


Sorular sorular… Küçük büyük fark etmez, bir soruya yanıt vermeden önce sorunun ne anlama geldiğini kavramamız gerekir.

‘’Filler neden büyük, gri ve kırışıktır? ‘’
‘’Çünkü ufak, beyaz ve yuvarlak olsalardı aspirin olurlardı’’

İyimser, ‘’Bardağın yarısı dolu,’’ der.
Kötümser, ‘’Bardağın yarısı boş,’’ der.
Rasyonalist ise, ‘’Bardak gereğinden iki kat büyük,’’ der.

Yirminci yüzyıl romancılarından Isaac Bashevis, özgür iradeye inanıp inanmadığı sorulduğunda bıyık altından gülerek, ‘’Başka seçeneğim yok,’’ demişti.

Decartes herhalde asla ‘’Cogito ergo sum’’ (Düşünüyorum öyleyse varım) dememiş olmayı dilerdi. Ne de olsa artık hemen herkes onu sadece bu cümleyle hatırlamaktadır. Ha bir de bu cümleyi bir ekmek fırınının içinde otururken söylediği gerçeğiyle.

Aslında genel olarak, geçmiş deneyimlerinden çıkarım yapamayan kişinin boş kafalı veya daha kaba tabirle bir salak olduğunu kabul ederiz.

Matematik felsefesinin büyük bölümü epey teknik ve zordur. Tek bilmeniz gerekense, matematik söz konusu olduğunda dünyada üç tür insan olduğudur: sayabilenler ve sayamayanlar.

Genç ve şehvetli Aziz Augustine, ‘’ Tanrı’m bana iffet bahşet. Ama hemen değil!’’

Filozoflar inançlılarla ateistlerin tartışmasının hiçbir yere varmayacağında çok önceleri fikir birliğine varmışlarıdır. Çünkü her iki taraf da her şeyi farklı yorumlamaktadır.

Platon Bir Gün Kolunda Bir Ornitorenkle Bara Girer… Thomas Cathcart & Daniel Kleim

14 Şubat 2012 Salı

ROBERT WALSER - HEPSİ BU..

 şu veya bu tarihte dünyaya geldim, şurada veya burada yetiştirildim, düzenli olarak okula gittim, şu veya buyum ve adım da falanca veya filanca ve fazla düşünmem.. cinsiyet bakımından bir erkeğim, devlet bakımından iyi bir vatandaşım ve toplumdaki yerim bakımından da iyi bir ailenin çocuğuyum.. beşeri cemiyetin titiz, sessiz, nazik bir üyesiyim, deyim yerindeyse iyi bir vatandaşım, bir bardak biramı akıllı uslu içmeyi severim ve fazla düşünmem.. iyi yemeklere düşkün olduğum bilinir ve aynı şekilde fikirlerden uzak durduğum da beldir.. keskin düşüncelerden büsbütün uzak dururum; fikirler bana hepten uzaktır ve bu nedenle de iyi bir vatandaşım, çünkü iyi bir vatandaş fazla düşünmez.. iyi bir vatandaş yemeğini yer, hepsi bu!
kafamı pek fazla yormam, bu işi başka insanlara bırakırım.. kafa yoran kişiden nefret edilir; çok düşünen insan, huzursuz bir insan olarak görülür.. julius caesar bile, o kalın parmağıyla, gözleri çukura kaçmış cılız cassius’u göstermişti; ondan korkuyordu, çünkü fikirleri olduğunu tahmin ediyordu.. iyi bir vatandaş korku ve kuşku yaymamalıdır; çok düşünmek onun işi değildir.. çok düşünen kişi sevilmez ve sevilmeyen insan olmak tamamen gereksizdir.. horlamak ve uyumak, şiir yazmak ve düşünmekten daha iyidir.. şu veya bu zamanda dünyaya geldim, şurada veya burada okula gittim, arada sırada şu veya bu gazeteyi okurum, şu veya bu mesleği sürdürürüm, şu veya bu yaştayım, iyi bir vatandaş olduğum bilinir ve iyi yemek yemeyi sevdiğim bellidir.. kafamı pek fazla yormam, çünkü bu işi başka insanlara bırakırım. çok kafa patlatmak benim işim değildir, çünkü çok düşünen kişinin başı ağrır ve baş ağrısı tamamen gereksizdir.. uyumak ve horlamak, kafa patlatmaktan daha iyidir ve akıllı uslu içilen bir bardak bira, şiir yazmak ve düşünmekten kat be kat daha iyidir.. fikirlere tamamen uzak dururum ve kafamı hiçbir koşul altında patlatmam, bu işi baştaki devlet adamlarına bırakırım.. huzurumu bozmadığım için, kafamı yormaya gerek duymadığım için, fikirler benden tamamen uzak olduğu için ve gereğinden fazla düşünerek ödümü patlatmadığım için de iyi bir vatandaşım zaten.. keskin düşünmekten korkarım.. keskin düşünürsem, gözlerim kararır, dehşete düşerim.. onun yerine güzel bir bardak bira içerim ve her türlü keskin düşünceyi baştaki devlet idarecilerine bırakırım.. devlet damları istedikleri kadar keskin düşünsünler ve isterlerse kafaları patlayıncaya kadar düşünsünler, benim açımdan bir sakıncası olmaz.. kafamı yorarsam gözlerim kararır, dehşete düşerim ve bu iyi değildir ve bu nedenle de kafamı mümkün olabildiğince az yorarım ve kafasız ve düşüncesiz kalırım güzelce.. eğer baştaki devlet adamları, gözleri kararıncaya ve kafaları patlayıncaya kadar düşünüyorlarsa o zaman her şey yolunda demektir ve bizim gibiler, huzur içinde, akıllı uslu bir bardak biralarını içebilirler, düşkün oldukları güzel yemekleri yiyebilirler ve geceleri horlamanın ve uyumanın kafa patlatmaktan ve şiir yazmaktan ve düşünmekten daha iyi olduğunu düşünerek, mışıl mışıl uyuyabilir ve horlayabilirler.. kafa yoran kişiden, ancak nefret edilir ve niyet ve görüş bildiren insan huzursuz bir insan  olarak görülür; ama iyi bir vatandaş huzursuz değil, tersine huzurlu bir insan olmalıdır.. keskin ve kafa kurcalayan düşünceyi, gönül rahatlığı içinde baştaki devlet adamlarına bırakırım, çünkü bizim gibiler, sonuçta sadece beşeri cemiyetin sağlam ve önemsiz birer üyesidirler ve bizim gibilere, bir bardak birasını akıllı uslu içmekten ve olabildiğince güzel, yağlı, iyi yemekler yemekten hoşlanan iyi vatandaş veya sıradan vatandaş, denir, hepsi bu!
devlet adamları, gözlerinin karardığını ve başlarının ağrıdığını itiraf edinceye kadar düşünsünler isterlerse.. iyi vatandaşın başı asla ağrımamalıdır, tersine o, güzel bir bardak birasının tadına akıllı uslu varmalıdır ve geceleri usul usul horlamalı ve uyumalıdır.. benim adım şu veya bu, şu veya bu tarihte dünyaya geldim, şurada veya burada, düzenli olarak ve kurallar gereği okula gönderildim, zaman zaman şu veya bu gazeteyi okurum, mesleğim şu veya budur, şu veya bu yaşındayım ve fazla ve çetrefil düşünmekten uzak dururum, çünkü kafa yormayı ve kafa patlatmayı, kendilerini sorumlu hisseden baştaki idareci kafalara seve seve bırakırım.. bizim gibiler, kendilerini uzaktan yakından sorumlu hissetmezler, çünkü bizim gibiler bir bardak biralarını akıllı uslu içerler ve fazla düşünmezler, çünkü bu çok tuhaf zevki, sorumluluk taşıyan insanlara bırakırlar.. ben şurada veya burada gittiğim okulda, yormaya zorlandığım kafamı o gün bugündür, bir daha asla az da olsa yormadım ve kullanmadım.. şu veya bu tarihte doğdum, adım şu veya budur, hiçbir sorumluluk taşımama ve kesinlikle kendi türümün biricik örneği de değilim.. ne mutlu ki, benim gibi bir bardak birasının tadını akıllı uslu çıkaran, tıpkı benim gibi az düşünen ve kafa patlatmayı benim kadar az seven, bu işi başka insanlara, sözgelimi devlet adamlarına sevinerek bırakan epeyce insan var.. keskin düşünceler, beşeri cemiyetin benim gibi sessiz bir üyesine tamamıyla uzaktır ve ne mutlu ki, sadece bana değil, tıpkı benim gibi iyi yemeklere düşkün ve fazla düşünmeyen, şu veya bu yaşta olan, şurada veya burada yetiştirilmiş, beşeri cemiyetin, benim gibi temiz üyelerine ve benim gibi iyi vatandaşlara ve keskin düşüncelerden, tıpkı benim gibi uzak duranlara da uzaktır, hepsi bu!

ALLEN GINSBERG- AMERİKA


amerika her şeyimi  verdim sana,
şimdi bir hiçim
17 ocak 1956 ve iki dolar yirmi sent.
kendi kafam bile destek değil bana.
insanlarla savaşı ne zaman sona
erdireceğiz amerika?
al şu atom bombanı da götüne sok.
kafam bozuk, amerika, bir de
sen üstüme varma,
kafam yerine gelene dek şiir miir de
yazmıycam.
söyle bana amerika ne zaman
melekleşeceksin sen?
ne zaman anadan doğma olacaksın
ne zaman bakacaksın mezarlıktan amerika?
ne zaman milyonlarca troçkistine
yakışır olacaksın?
amerika, kitaplıkların niçin gözyaşı ile dolu?
amerika, hindistan’a yumurtaları
ne zaman bırakacaksın?
amerika bu senin kılı kırk yarmalarından
usandım artık.
ne zaman süpermarkete gidip,
şu güzel gözlerim için
gerekenleri alabileceğim?
amerika, her şeyin  bir yana, eksiksiz
olan bir sen varsın bir de ben,
öbür dünya değil.
şu makinelerine de dayanasıma kalmadı
bilesin ha amerika.
bende bir erimiş olma isteği uyandırdın.
bu tartışmayı çözmek için bir başka
yol olmalı.
burroughs şimdi tanca’da, sanmıyorum
ki geri dönsün
korkunç bir şey olurdu bu.
sen de korkunç musun amerika yoksa
bir oyun mu bu?
saplantımdan döneceğimi sanıyorsan
yanılıyorsun.
öyle üstüme varma amerika, ne yaptığımı
biliyorum ben.
amerika, erikler çiçek döküyor.
aylardır gazete okuduğum yok, her gün
cinayetten birisi kodesi
boyluyor.
amerika, wobblie’lere tutkunum ben.
küçükken komünisttim amerika, özür
falan da dileyecek değilim.
…………
ALLEN GINSBERG, Çeviren: MELİS OFLAS, ALTIKIRKBEŞ Yayınları, 2012 Şubat, 104 Sayfa

9 Şubat 2012 Perşembe

Oğuz ATAY - Tutunamayan İnsan Portresi



Tutunamayan İnsan Portresi
"Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. Yalnız pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer) Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez. Erkekleri, yalnız bırakıldığı zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişilerini de aynı sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar. Ya da terkedilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavruları ayrı yerlere giderler. Toplu olarak yasamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler.
Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeği unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar. (bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez) İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat-gene taklitçilikleri nedeniyle-başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvanı yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlenmiştir. (aynı bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler)
Din kitapları, bu hayvanları yemeği yasaklamışsa da , gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, Belediye Sağlık Müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat aynı hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntıdan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler.
Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiç bir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karsısına çıkartılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir) Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvan olarak bilinir. Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. Fakat toplu, ya da tek gittikleri her yerde hadise çıkardıkları için, bunun pek mümkün olmayacağı sanılmaktadır. Başları daima öne eğik gezindikleri için, çeşitli engellere takılırlar ve her tarafları yara bere içinde kalır. Onları bu durumda gören bazı yufka yürekli insanlar, tutunamayanları ev hayvanı olarak beslemeyi de denemişlerdir. Fakat insanlar arasında barınmaları -ev düzenine uymamaları nedeniyle- çok zor olmaktadır.
Beklenmedik zamanlarda sahiplerine saldırmakta ve evden kovulunca da bir türlü gitmeyi bilmemektedirler. Evin kapısında günlerce, acıklı sesleriyle bağırarak ev sahibini canından bezdirmektedirler. (bir keresinde, ev sahibi dayanamayıp kaçmışsa da, tutunamayan, sahibini kovalayarak, gittiği yerde de ona rahat vermemiştir) Şehirlere yakın yerlerde yaşadıkları için, onları şehrin içinde, çitle çevrili ve yalnız tutunamayanlara mahsus bir parkta oturarak, sayılarının azalmasını önlemeyi düşünmenin zamanı artık gelmiştir." 
 

8 Şubat 2012 Çarşamba

Edip Cansever - Düşünce


Zaman, tahayyülün renksiz meyvası
Hayatın bitmeyen raksında keder;
Mes’ut rüyaların saf rayihası;
Uykuda çimlenen ilk düşünceler.
Günahsız arzular, şekilsiz zaman;
Bir rüya gülüşü, içli ve sade;
Yükselir ansızın dal uçlarından,
Bulutsuz rüyalar şekillenince.
Çılgın rüyalardan dökülen billur.
Mevsimi dallardan içen mavilik,
Bir cennet meyvası dallarda huzur;
Meçhul masallardan kalan renksizlik.

EDİP CANSEVER
(İlk Şiiri, 1944..)
(Alıntı : PAPİRÜS Aylık Dergi, Sayı : 2, Temmuz 1966..)

4 Şubat 2012 Cumartesi

Thomas Bernhard - Düzelti

 
Normal bir insanın koni inşa etmek gibi delice bir fikri olamazdı- bugüne kadar hiç inşa edilmemiş bir koniyi inşa etme gibi bir fikri.

Buraya giren düşünmek zorundaydı, sürekli düşünmek koşulu, sürekli düşünmeyen buraya dayanamazdı, bir an bile dayanamazdı.

Artık benim varoluşum diye bir şey yok.

Böylesi bir ülke böylesi bir ülkenin utanmazlıklarına karşı çıkmayan insanlara gereksinim duyar, böyle bir ülkenin ve böylesi bir devletin sorumsuzluklarına karşı çıkmayanlara gereksinim duyar.

Devlet olarak bu daimi sapıklık ve orospuluk…

 
Devletin vatandaşları yalnız ikinci ve üçüncü ve dördüncü, ama her durumda yalnız en son seçeneğe razıdır.

İlk andan itibaren, düşünmenin ilk anlarından itibaren bu ülkeden ve bu devletten kendini kurtarması gerekir.

Vatan denilen bu yerin gerçekte onun için, tıpkı bu vatandan çıkan pek çok başka kişi için de olduğu gibi, hiç bir suçu bulunmadığı halde, sırf burada doğduğu için ömür boyu süren akıl almaz bir ceza olduğu bilinir.

Kimse doğumundan sorumlu değildir.

Bütünüyle politikleşmiş bir dünya ve bu dünyayı hareket ettiren bütünüyle politikleşmiş bir toplumla işimiz. Aslında insan bütünüyle politik bir varlık, nasıl davranırsa davransın ya da ne yaparsa yapsın, hatta bu gerçeği istediği an inkar etsin, fark etmez.
 
Müzik, diyordu sürekli, doğa bilimine ve insanın yapısına en yakın olan sanattır, müzik temelinde işitilir kılınan matematiktir.

Düşündüğümü ve ilerlettiğimi müzik olmadan düşünemem asla ve ilerletemem.

İnsanlar saygı duymak yerine hayranlık duymayı yeğliyorlar ve hayranlıkları kanalıyla sadece zihinleri bulandırıyor ve başkasında kıymetli olanı hayranlıklarıyla berbat ediyorlardı, oysa uygun olan bir saygıyı korumalıydılar.

Anne baba ne olmalıydı, çocuklara yol gösterici.

Bütün dünya en korkunç ve en zevksiz biçimde ve canice bu binalarla tıka basa doldurulduğunda çok geç olacak, o zaman yeryüzü ölecek. Biz yeryüzünün mimarlar tarafından tahrip edilmesi karşısında çaresiziz !

Okul yolunda hep uygun kıyafetler içinde giyinikken yaşam yolunda her zaman uygun kıyafetler içinde giyinik değildik.

İnsanlar sürekli kendilerini öfkelendiren ve tedirgin eden şeylerle karşılaşıp duruyorlar, hem de her zaman huzur bulduklarını sandıkları anda huzursuzlukla karşılaşıyorlar, dengelerini bulduklarını sandıkları zaman tam tersi bir duruma itiliyorlar. Bizde her zaman huzurun yanılsaması var, çünkü içimize huzurun tam girebileceği anda, girebileceği, girebileceği, girebileceği diyorum, yine en büyük huzursuzluk içinde buluyoruz kendimizi.

Huzurlu olmam için bir nedenim yoktu, tersine bu düşünce yüzünden gittikçe daha çok uykum kaçtı.

Herkes bir şekilde çıkış yolu bulamamaya mahkumdur, insan yapısı böyledir.

Her zaman sahip olduğumuzdan fazlasını isteriz, bize uygun olandan daha fazlasını ve bu yüzden de mutsuzuzdur.

Biz kendimiz için algıladığımız her şeyi yani gördüklerimizi ve içimizden geçirdiğimiz her şeyi sürekli anlamlandırmalara ve bilmecelere bağlarsak önünde sonunda deliririz diye düşündüm.

Düştüğümüz huzursuzluk ve her gün düştüğümüz ve bir daha ondan kurtulamadığımız, yaşam boyu kurtulamadığımız huzursuzluk bizi yaşam boyu her şeye karşı hiddetlendiriyor.

İnsanın fikirsizliği onun ölümüdür, diye yazmış Roithamer ve ne kadar çok insan fikirsizdir, onlar var olamazlar.


 
Nefret dışında hiçbir şey bizi ileriye, öne götüremez..

Sürekli ağırlaştırılmış cezayla tehdit edildim, oysa yaşamım zaten yeterince ağır ceza doluydu.

Her şey bizim için faydalıdır, hele en dehşet verici olanın en faydalı oluşu gibi.

Biz birlikte olan, hele de evlenmiş iki insan gördüğümüzde, bu iki insanın nasıl olup da böylesi bir karar verdiklerini ve bu yönde davrandıklarını sorarız, doğalarının söz konusu olduğunu söyleriz kendimize, çoğunlukla bunların zaman içinde birbirlerini öldürecek iki insan haline geldiklerini, bu yüzden yan yana geldiklerini, er geç birbirlerini öldüreceklerini söyleriz………….
…… Birbirlerine karşılıklı işkence edeceklerini, işkence çekecekleri ortak geleceklerini belki de açıklıkla gördüklerini, yine de akılsızlıkla birleştiklerini, evlendiklerini, sonradan akla gelebilecek en mutsuz çocukları dünyaya getirdiklerini, ne yana bakarsak bakalım bunun kanıtını görüyoruz….
…. Birleşiyor, evliliğe kalkışıyor, kendi mahvoluşlarına dalıyor, adım adım akla gelebilecek en dehşetli duruma, evlilik mahvoluşuna, ki bu düşünce ve duyguların
 Ve gövdenin mahvoluşu demektir, her yerde görebiliyoruz.

Doğa insanları yan yana getiren, onları şiddetle çarpıştıran en anlaşılmaz şeydir, bu insanlar bütün araçlarla birbirlerini mahvetsin, öldürsün, dibe çökertsin, yok etsin diye..

Bugünün eğilimi başka, doğa başkadır.

Biz sürekli düzeltiriz ve kendimizi düzeltiriz ve de en büyük acımasızlıkla, çünkü her an her şeyi yanlış yaptığımızı kavrarız, yanlış kavradığımızı, nasıl da yanlış davrandığımızı, o zamana kadar her şeyin bir yanlışlık olduğunu, bu yüzden bu yanlışlığı düzeltiriz ve bu yanlışlığın düzeltisini de düzeltiriz …
 
Gece en büyük açıklık, kafanın kuraldışı durumu…

İnsanların basitliği her an birden bire usandırıcı olur, alçaklıkları, zevksizlikleri, kabalıkları, hainlikleri…

Her fikir olabilecek en büyük rahatsızlığı taşır.

Çevre saygı sahtekarlığı gösterir ve dünyadaki fikirleri mahvetmek için her şeyi yapar… Böylece biz ne tarafa bakarsak bakalım dünyada mahvedilmiş fikirler görürüz.
 
Gittiğimiz okullar üzerimizde yalnızca mahvedici bir etki yaptı, beni bunalıma soktular, gittiğim, girmek zorunda olduğum tüm okullar beni aşağıladı.

Okullarda hep eski kokuşmuş konulara çalışılır ve öğrenen, eğitim alan kişinin düşüncesini ve ruhunu ısrarla mahveder, biz  okullarda artık umutsuzluklarından kurtulamayan umutsuz insanlara dönüştürülürüz.

Biz bir okula sadece mahvedilmek için gideriz, okullar devasa mahvetme kurumlarıdır, orada yardım arayanlar mahvedilir….Okullar, insanı bozma kurumları…