4 Kasım 2012 Pazar

Güvercin Gerdanlığı, Sevgiye ve Sevenlere Dair - İbn Hazm



Güvercin Gerdanlığı, güvercinlerin boynunda bulunan halka biçimindeki tüyler, klasik İslam edebiyatında, boyna geçen ve ölünceye kadar çıkmayan ‘aşk zinciri’ sembolü olarak birçok şair tarafından kullanılmıştır.

Sevgiye ve Sevenlere Dair

Aşk şakayla başlar, ciddi durumlarla biter. Aşkın çeşitli şekilleri tanımı yapılamayacak kadar inceliklerle doludur. Onlar ancak aşık olunca anlaşılabilir. Aşk ne din tarafından inkar edilir, ne de yasalarca yasaklanabilir. Çünkü yürekler Allah’ın elindedir.

İnsanlar aşkın mahiyeti üzerinde tam anlamıyla anlaşamadılar. Üzerinde çok kafa yordular ve uzun incelemeler yaptılar. Benim düşünceme göre aşk, ruhların çeşitli yaratıklar arasında bölünmüş parçalarının birleştirilmesidir. Bu birleşme, onların en yüksek temel öğelerinden meydana  gelir.

Aramızda karşıtların birbirini ittiğini, benzerler birbirini çektiğini, hemcinslerin birbiriyle uyum sağladığını bilmeyen yoktur. Niçin aynı durumlar ruhlar için söz konusu olmasın?

Eğer aşkın nedeni bedenin biçimsel güzelliği olsaydı, daha az güzel olandan bir şeyler geri tepilmiş olurdu kesinlikle.

Eğer aşkın nedeni huyların ahenkliğinde olmuş olsaydı; hiç kimse kendine hoş görünmenin yollarını aramayan ve kendisiyle uyuşmayan kimseleri sevmezdi. Buradan şu sonuca varıyoruz: Aşk bizzat ruhta olan bir şeydir.

En yüksek nitelikteki aşk, yüce Allah’ta sevişenlerinkidir.

Sevgi türlerinin nedenleri yok olunca kendileri de yok olur. Nedenleri artınca sevgiler de artar; nedenler küçülünce sevgiler de küçülür; nedenler yaklaştıkça sevgiler de sığlaşır ve yoğunlaşır. Nedenler uzaklaştıkça sevgiler de çözülür ve dağılır. Ruhu kucaklayan gerçek sevgi bu kuralın dışındadır kuşkusuz.

Eğer aralarında doğal nitelikler bakımından bir uyuşma ya da benzeşme yoksa birbirini seven iki kişi gösteremezsiniz.

İnananların ruhları birbiriyle iyi tanışır ve anlaşırlar.

Çok sevgili dostum, aşk göz açtırmayan bir derttir. Bu derdin ilacı, acısıyla orantılıdır. Bu öyle bir hastalıktır ki, hasta zevk alır. Öyle bir acıdır ki dert sahibi arzu eder. Bu derde kim uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise, bu acıdan kurtulmayı dilemez. Aşk insana, vaktiyle iğrendiği şeyleri süslü püslü gösterir. Kendisine zor gibi gözüken şeyleri kolay gösterir. Doğuştan olan huyları ve doğal eğilimleri değiştirecek kadar ileri gider.

Aşkın Belirtileri

Her zeki insanın aniden yakalanabileceği, anlayışlı kişilerin keşfedebileceği belirtileri vardır aşkın. İlki, sevgiliyi derinden derine seyre dalmaktır. Göz ruha açılan büyük bir penceredir. Gönlün sırlarını keşfe çalışır ve en gizli düşüncelerini açığa vurur. Gönül tercümanıdır göz.

Sevgilinin sözünü can kulağıyla dinlemek, ileri sürdüğü her şeyden dolayı hayret etmek, bütünüyle saçma sapan şeyler konuşsa, yalan bile söylese ona hak vermek,  haksız olduğu anlarda dahi onu doğrulamak, büyük haksızlıklar karşısında bile ona tanıklık etmek, ne yaparsa yapsın, ne ederse etsin bütünüyle onu izlemek, bütün bunlar aşkın belirtilerindendir.

O zamana kadar başkalarına vermekten kaçındığı malının tümünü bir anda dağıtmaya başlayan kimse için de aşk belirtileri söz konusudur. Bundan böyle bağış yapan ve mutlu olması gereken insandır sanki….Böylelikle  nice cimri cömert, nice kaba insanlar kibar ve ince, nice bilgisizler bilgili ve kültürlü, nice korkaklar cesur ve şecaatlı, nice nahoşlar nazik, nice düşük kimseler güzel oldular.

Aşkın öteki belirtileri ise şunlardır: Aşık sevdiğinin adını kendi kendine tekrarladıkça bundan hoşlanır. Ondan söz etmekten büyük tad alır ve bu durum onda tuhaf bir merak haline gelir; hiçbir şey onu bu kadar tatmin edip doyurmaz; onun gerçek duygularını ve düşüncelerini, o esnada işitip anlamaları aşığı o denli ilgilendirmez.
Aşk insanı kör ve sağır eder.

Öyle zaman olur ki seven sevgilisinin cefasına kaygısızca katlanır.

Uzun Görüşmeler Sonucu Sevenler

Öyle kişiler vardır ki sevgileri ancak uzun konuşmalar, sık sık görüşmeler ve zamanla elde edilen sıcak ilgiden sonra gerçekleşir. İşte bu tür sevgiler var olma, sürüp gitme ve uzun gecelere dayanabilme şansına sahiptir: Zorluklarla elde edilen şey kolay elden çıkmaz.

Sözle İma Etme

Biriyle dostluk kurmak isteyenlerin ve birilerini sevenlerin sevdiklerine karşı duygularını açığa vurmak için kullandıkları ilk yöntem imalı sözler söylemektir.

Vefa

Vefanın, bağlılığın birinci derecesi, insanın öncelikle kendisine bağlı olana içten bağlı olmasıdır.Bu, hem aşık hem de sevgili üzerine düşen vazgeçilmez bir sorumluluk ve mutlak bir görevdir. Bundan ancak soyu kötü, ahlakı bozuk, hayırdan yoksun olanlar uzaktır.

Vefanın ikinci derecesi size hainlik edene vefakar olmaktır. Bu, sevgili için değil, yalnızca aşık için söz konusudur.

Bağlılığın, vefanın üçüncü derecesi ise, tüm umutlar yitirilse, sevgili ölse, ya da dünyadan beklenmedik bir felaketle göçse bile, vefakar olmaktır.

Bil ki, vefa sevgiliden daha çok aşık için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Aşık için oldukça önemli bir şarttır.

Ayrılık

Biliyoruz ki her birleşen, kaderin bir gerçeği olarak, bir gün mutlaka ayrılır; her yaklaşan bir gün uzaklaşmaya adaydır. Allah’ın insanlara ve ülkelere koyduğu şaşmaz ilahi kanun böyledir.

Bilge kişilerden biri, “Ayrılık ölümün kardeşidir” diyen bir adama, “Hayır” dedi, “doğrusu ölüm ayrılığın kardeşidir.”









3 Kasım 2012 Cumartesi

Bir Bilim Adamının Romanı




Bana sorarsan, anlattıkları konularla öğrencilerinin canını sıkan hocalar, ders verirlerken kendileri de sıkılırlar.

Ülkemizin insanları daha yaşamanın acemisidir. Onlara insan gibi yaşaması öğretilmemiştir henüz. Nasıl yaşamaya değer olduğunu öğretilebilir. Güzel sanatların da, edebiyatın da ‘büyük ve güzel şeylerin’ de varolduğunu öğrenmeli insanlarımız.

Hiçbir şeyi öğrenmemeli. Formülleri ezberlemeli ve bu formüllerin problemlere nasıl uygulanacağını, geçen yıllarda sorulmuş imtihan sorularını gözden geçirerek iyice bellemeli ve imtihandan bir gün sonra hepsini unutmalı. Belki böylece hayata dinç ve yıpranmamış bir kafayla atılırsın ve elektrik üretiminin artırılması konusunda ilginç tekliflerde bulunarak memleketinden milletvekili adayı olursun.

Hep verilenle yetindiğimiz için, bunun ötesini merak eden kafaların varlığına alışmakta güçlük çekiyoruz. Belki onu efsaneleştirerek bir bakıma kurtulmak istiyoruz böyle değişik insanlardan. Öyle ya, onu gözümüzde çok büyütmezsek, sonra onun gibi bütün gücümüzle kendimizi ve dünyayı değiştirmeye çalışmak zorunda kalırız.











Mustafa İnan’ın Jale Hanım’a yazdığı mktuplardan:

“Dün de tren istasyonunda ortada kaldım. Kendimi öyle yalnız hissediyorum ki. Halbuki vapurda seni yavaş yavaş kaybetmiştim. Daima uzaklaşan senle hiç olmazsa gözle rabıtayı kaybetmiştim… Gardan çıktım. Vapur bekliyorum. Hava çok tuhaf. Boyuna renk değiştiriyor. Goethe’nin mısralarını hatırlıyorum.

Özlemi tanıyanlar ne çektiğimi bilirler.
Yalnız ve bütün zevklerden uzak
Göğün o tarafına bakıyorum.
Ah! Beni seven ve tanıyan çok uzakta.
İçim yanıyor,içim sancıyor
Özlemi tanıyanlar ne çektiğimi bilirler.

İkimizin çilesi ne zaman bitecek?”
……..
“Ben evde bir köşede oturuyordum. Mektubunu derhal açamadım. Bir müddet yanımda dolaştırdım. Okusam derhal bitecekti”
…….
Hava bozdu, benimle beraber matem tutuyor.
…….











Henry Ford’un dediği gibi ‘düşünmeye mecbur kalmak bir kimse için en büyük cezadır.’


Dil konusu gelince Mustafa Hoca’nın ilgisi hemen artıyor. Bu meseleyle az uğraşmamış, defterler doldurmuş. İşte küçük bir defterde Türkçedeki beş yüze yakın kelimenin nereden geldiğini yazmış:


Diploma; Yunancada iki kere katlanmış anlamına geliyor, defter de aynı dilde ‘diphteria’ yani yüzülmüş hayvan derisini  değişik bir biçimi, difteri de derinin iltihabıymış.
  

Poplin: Papaya mahsus takkelik bir kumaş ismi, ‘papalino’ İtalyanca.

‘Çocuk’ kelimesinin de aslında domuz yavrusu anlamına gelmesi pek mi hoştu sanki.

Deyimler de ne kadar değişmiş: Şimdi ‘elinin körü’ diyoruz; aslı ‘ölünün körü’, yani ‘ölünün mezarı’ demek. Kadayıf’ın ‘ketaif’, yani tüylü kumaşlar anlamına geldiğini bilseydiniz, bu tatlıyı yiyebilir miydiniz? Elbette ‘bahşiş’, Farsça ‘bahşi-vermek’ten gelecek.




Mustafa İnan Wikipedi tık



2 Kasım 2012 Cuma

Liman Kırıntıları



Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Yalan söyledim
yırtık blucinli tayfalara
Seni sevmediğimi söyledim.
Oysa rıhtımlar
en şarkılı dalgalarla yıkanıyordu
Midye kabuklarında sakladım gözyaşlarımı;
Hastaydım
kırık kötümser bir öksürük yapışmıştı boğazıma
Seni unutmak gerekiyordu...

Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
İskele fenerlerinin altında oturup
seni bekledim sevgilim
Ellerim ıslaktı, gözlerim ıslaktı.
Gelip caydırabilirdin beni gitmekten
Oturup sigara içer, anlaşabilirdik...
Sana tapacağım yalan değildi
benim olursan
Seni seviyordum, seni istiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Filler gibi içtim liman meyhanelerinde;
seni unutmak için içtim...
Senin sokağında geceler yıldızsızdı
senin sokağında gece yağmur yağıyordu
Ben zayıftım, çabuk ıslanıyordum
Bana sevmek yaramıyordu,
ben sevilemiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Sana bırakacağım bu kentin
üç semtinde üç damla gözyaşı döktüm
Birincisi seni ilk gördüğüm yerdi
ikincisi seni ilk öptüğüm yerdi
Üçüncüsü... söylemeye dilim varmıyor,
üçüncüsü bana git dediğin yerdi
İşte bu mısraları orda karalıyorum;
işte demir aldı şilebimiz
Gidiyor, gidiyor, gidiyorum...

Cadının uçan süpürgesi - Sunay Akın



Birbirine ne kadar yakın iki sözcüktür “süpürge” ve “anne” . Annelerimiz “Saçlarımı senin için süpürge ettim” diye seslenmezler mi babalarımıza?.. Yoksa, süpürgeye oturarak uçan cadı imgesi, kandının bir isyanı mıdır köleliğine?

Cadılar “sabbad” adı verilen toplantılarında otlardan yaptıkları bir merhemi ciltlerine sürerler. Uyuşturucu özelliği taşıyan bu merhem, ciltteki yara ve çatlaklardan içeri girerek etkisini gösterir.

Cildinde yara ya da çatlak bulunmayan kadınlar ise merhemin etkili olamamasında dolayı ayine katılamazlar. Böylesi durumlarda, kadınlar, merhemi süpürgenin sapına sürerek vajinalarından içeri sokarlar!..

Süpürgeye oturan cadı imgesini yıkmak istemezdim, ama “uçuş” konusundaki gerçek budur!..



16 Ekim 2012 Salı

Huçi Kuçi Men


Çingene kadın anneme dedi ki, ben doğmadan önce
Erkek bir çocuğun var, silah çocuğu olacak
Bu hoş kadınları, zıplatıp bağırtacak
Ve sadece dünya bilecek, bunların anlamı ne

Biliyorsun buradayım
Herkes burada olduğumu biliyor
Ve ben hoochie-coochie adamım
Herkes burada olduğumu biliyor

7. günün 7. saatinde

7.ayda, 7.doktor dedi ki:
"İyi şansa doğdu ve biliyorum görüyorsunuz
700 dolarım var ve benimle dalga geçmeyin"

Biliyorsun buradayım

Herkes burada olduğumu biliyor
Ve ben hoochie-coochie adamım
Herkes burada olduğumu biliyor

Çingene kadın anneme dedi ki

"Ooh ne çocuk ama



13 Ekim 2012 Cumartesi

Siya Siyabend - Hayyam

Hiç hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar
Hiç hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar
Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar
Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar
Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler
Onlara aldırma hayyam.dostum (dostum)

7 Ekim 2012 Pazar

November Rain


Gözlerinin içine baktığımda
Bastırılmış bir aşk görüyorum

Ama seni tuttuğumda sevgilim
Bilmiyor musun aynı şeyi hissettiğimi
Çünkü hiçbir şey sonsuza kadar sürmez
Ve ikimiz de kalplerin değişebileceğini biliyoruz

Ve zordur bir mum tutmak
Soğuk Kasım yağmurunda
Uzunca bir süre bununlaydık
Sadece acıyı öldürmeye çalışıyorduk
Ama aşıklar her zaman gelir ve gider
Ve kimse gerçekten emin değil bugün kimin gitmeye izin verdiğine

Yürüyüp gittiğine
Eğer zamanı alıp
Rayına oturtabilseydik
Kafamı dinleyebilirdim
Senin benim olduğunu bilerek

Bütünüyle benim
Eğer beni sevmek istiyorsan
O zaman sevgilim kendini tutma
Yoksa yürümemle sonuçlanacak
Soğuk Kasım yağmurunda
Biraz zamana ihtiyacın var mı? Kendi başına
Biraz zamana ihtiyacın var mı? Tek başına
Herkesin biraz zaman ihtiyacı var. Kendi başlarına
Senin biraz zamana ihtiyacın olduğunu bilmiyor musun? Tek başına
Biliyorum zordur açık kalpli olmak

Arkadaşların bile zarar verdiğinde
Ama eğer kırk bir kalbi iyileştirirsen
Zaman seni cezbetmeye hazır olacaktır
Bazen biraz zamana ihtiyacım olur. Kendi başıma
Bazen biraz zamana ihtiyacım olur. Tek başıma
Herkesin biraz zamana ihtiyacı var. Keni başlarına

Senin biraz zamana ihtiyacın olduğunu bilmiyor musun? Tek başına.
Korkuların yatıştığında
Ve gölgeler hala varolduğunda
Biliyorum beni sevebileceğini

Suçlayacak kimse kalmadığında
O yüzden karanlığı kafana takma
Hala bir yol bulabiliriz
Çünkü hiçbir şey sonsuza kadar sürmez
Soğuk Kasım yağmuru bile

Herhangi birine ihtiyacın olduğunu düşünmüyor musun
Birine ihtiyacın olduğunu düşünmüyor musun
Herkesin birine ihtiyacı vardir
Yalnız sen değilsin
Yalnız sen değilsin 

Guns N' Roses



6 Ekim 2012 Cumartesi

Soldier Of Fortune



sana sık sık hikayeler anlattım

bir serserinin hayatını nasıl yaşadığıma dair
elini tutup sana şarkılar söyleyeceğim günü bekleyerek
sonra belki bana
'gel yanıma uzan ve beni sev' diyecektin
ve ben tabii ki (yanında) kalacaktım

ama giderek yaşlandığımı hissediyorum

ve söylediğim şarkılar
uzaklarda yankılanıyor
tıpkı dönüp duran
bir yeldeğirmeninin sesi gibi
sanırım ben hep
bir ganimet avcısı olarak kalacağım

çok zamanlar bir yolcu oldum

yeni bir şeyler aradım
eskinin günlerinde
soğuk gecelerde
sensiz dolandım durdum
ama o günlerde
gözlerimin seni yanımda dururken gördüğünü düşündüm
körlük kafa karıştırsa da
senin orada olmadığını gösteriyor (sonuçta)

artık giderek yaşlandığımı hissediyorum

ve söylediğim şarkılar
uzaklarda yankılanıyor
tıpkı dönüp duran
bir yeldeğirmeninin sesi gibi
sanırım ben hep
bir ganimet avcısı olarak kalacağım

evet duyabiliyorum

dönüp duran bir yeldeğirmeninin sesini
sanırım ben hep
bir ganimet avcısı olacağım

27 Eylül 2012 Perşembe

Nur BARDAKÇI - BURGU





BURGU

O kadar çok şey oluyor ki hayatımda,
İşaret fişeği atıyorum kendimi bulmak için…

Huzurun kaçmış keyif almaktan bunalmışlığa gitmişsin
kırmızı ışıklar altında regl telaşında

...
içeri alıverilen içine alınan
...


24:33:05
koşman lazım
sevişmen lazım belki de çokça
çok keyif alıyorum varlığından


her kadının kendinden bile gizlediği tutkularında geziniyor bu ara


24:35:20
sorma
utanırım dilimden
çehremden
belki korkutur beni
sesindeki gözlerini yitirmiş adam


bildiğim yerdesin
sevişme vaktiniz gelmiş
sevişirsen belki
yerini bilmişliğe bırakacak


24:40:18
konuşursan özlerim-
duyarsam eyvah
konuşursan
tutuşur etlerim
yanarım
dilime yapışan jiletler
sıvılaşır kanım
sorma yıkanırım
ıslanırım tenimde
dolaşır utanmaz laflarım
damla aşk
intiharlar sarar nevrimi
bedeli peşinen
hemen oracıkta ödenmiş tutkular
adı sanı olmayan
yanık teninde kendinden geçilen
fahişelere arka çıkıyordu
yazmam lazım

...
herkes ruhundaki fahişeyi gömmüş
mevlit bile okutmuyor


24:41:35
hadi bi oyun oynayalım
düşleri topla sen
ben üstümdekileri çıkarayım
aynalara çarp cemrelerimizi
ben tutkuları böleyim
beni çıkar senden
beni böl olmadık zamanda
ben seni eksiltirim


herkesin fahişesi içinde
ışık tutmaya gör
...

24:44:36
kaç tanrı kaldı geriye
kaç efsun üflendi üzerimize
sahi kaç tanrı kaldı
kime açılır elim
sen beni ayinle
bende seni
sorma kalanları


24:45:18
bebeğe bakmak gibi geliyor
apansız karşılaşmak
rahimden düşmüş bir bebeğe
ona sarılmak gelirken içinden
kan revanı itiyor
fahişemi
göz bebeklerini görmemek
kan revan anne
kanlı bir şefkat sanki
öyle düşlüyor belki de
düşünde


yağmur yağdırırız üzülürsek
mevsim seker sorma kalanları
insanın hüzne de
sevinç kadar ihtiyacı olduğu unutuluyor
şu sıralar biraz hafife alıp dalgaları büyük tut
çok anlaşılır soft şeyler yaz
düşün

24:47:17
o kadar çok şey oluyor ki hayatımda
işaret fişeği atıyorum kendimi bulmak için
utandırmak derdin de değilim
...
gösterip vermeyen
oynak güzel bir kadın gibisin
en alımlı jartiyer yerine kelimeleri kullanıyorsun
yazılarında
....

24:55:40
dudaklarını ısırmış izliyor
çılgın süreci
bu denli açık
ortada olma halini önemsiyor
bir meydan okuma
sürekli deneyim olma
tekrarlardan oluşan
kendini hem içinde
hem dışında tutuyor her şeyin
bu seçimi değil
yaşamı


derinlerden maviler istedim
bugün denize benim için de bak
...

aşık yine bugünlerde
besleniyor çünkü
öyle hissediyorum
fahişelik yani
kafanın içinde
beş metre atlas ipekli dağınık duran kumaş parçası
gibi
en başa döndük
özenle katladın sandığa koydun
derinlerine iniyor
yazdıklarından kurtulamıyor
uzak durduğu şeylerin çevresinde geziniyor hep
yaptıklarıyla
içime giriyor
mağdur yaratıyor
kendine beni
bu hali ilk kez yaşıyorum..
ilk kez mağdura dönüştüm
her halimde belki o yüzden
bu pencereden görünüyor bana
mağdur olmanın dayanılmaz
gurur ezikliği mi beni üzen
bilmiyorum

...
tanrılar mağdur edilebilir mi?
bilmiyorum
….

01:01:18
vantrolog gibi yani karnımdan konuşuyorum belki
anlasın istiyorum
yorgunluğa düşmeden
….


kokusunu aldın oyunun içine
hep bir kaynak arıyorlar harıl harıl
kaynak içinde anlamıyorlar
durdurduğu şeylerin çokluğunu bilmiyorlar


onlar gibi olma halimi anlamıyorlar


01:01:18
hep cantilerden çıkar sanıyorlar
böle şeyler
pırıltılı yazarlardan
mağdurunu yaratıp
bende
dün bu hataya düşmüş
yazarlara benzerim belki
telaşa düşmüşsün
panikte gibisin
sakinleş dinlen biraz
çok dolanıyorsun
başka kokuların varlığı etrafında
yoksay
yaldızların dursun
onlar dolansın
yokmuşlar gibi davran
kokular için değil
kendi istediğin için yaşa her halini

...
ben kafasi karisik birisiyim
ya inisim ya cikisim olur



01:05:31
dönüşümü hiç bitmeyecek
sarmallar gibi yukarı doğru uzanıp gidiyor
yıllar
her şey kendi olma hallerinden
uzaklaştığında
beni buluyor
korkularını
teslimiyetlerini bırakıp
kendi oluş hallerine dönüyor
yalnızlıklarını çözmeden
çoğul olmaya
kalkıp
teslim ediyor kendini kaosa
fahişem

01:07:36
yalnızlıklarını çözmeden
kabul etmeden
bilmeden yaşıyor
yalnızlığını bilmek
sevmek
çözmek
kendinle meselelerini halletmek
yaşadığı gibi
kendini önemsemek
sırça köşkünde misafir etmek
kendini
...
vücut ısısı yükselmiş bir tene
ağız dolusu buz tükürmek gibi
geldi irkildim
...

Resimler ve şiir Nur Bardakçı'ya aittir.



25 Eylül 2012 Salı

Fanatik Marley



Bob Marley 11 Mayıs 1981’de öldüğünde mezarına gitarı (Gibson Les Paul), biraz marihuana, bir incil, bir yüzük ve bir futbol topuyla beraber gömüldü.

 

Özgürlük. Futbol özgürlüktür, bütün bir evren için. Futbolu seviyorum çünkü oynamak için yetenekli olman gerekir.(1)Bir çok insan Bob Marley’in fanatik bir futbolcu ve taraftar olduğunu duyunca şaşırır. Bu Jamaikalı, regi şarkıcısı, politik aktivist, ot içen adamın futbolla olan birlikteliği dikkat çekicidir. Hayatının iki aşkıdır müzik ve futbol. Ama çoğumuz onu sadece yaptığı müzikle tanıyoruz.

Oysa Bob Marley turnede ya da stüdyoda kayıtta bile olsa hemen hemen her gün mutlaka top oynardı. Arkadaşlarıyla birlikteyken her fırsatta futbol konuşulurdu. Televizyondan maçları takip etmekten de geri kalmazdı. Tuttuğu takım Santos (Brezilya), en sevdiği topçu ise Edson Arantes do Nascimento idi. Diğer adıyla Pele. Bir diğer sevdiği futbolcu ise Pele’nin rakibi Arjantinli Ossie Ardiles’di. 1970 de Rio de Jeneiro ziyareti sırasında birkaç müzisyen, sokak çocukları ve 1970 brezilya milli takımından oyuncularla beraber maç yaparken ona Santos forması verdiler. Sırtında 10 numara yazıyordu. Marley bunun üzerine şöyle dedi : “Ben de Pele gibi her mevkide oynayabiliyorum”. Evet Bob Marley hayatın içinde her yerdeydi ve şöhret onu gerçek hayatın dışına atamamıştı.

O maçı izlemiş olan bir Brezilyalı fotoğrafçının maçla ilgili yorumu ise ilginçtir : "Maç gerçekten kısa sürdü. Tanrıya şükür her şey çok hızlıydı. Çünkü maç çok berbattı. Bob ise felaketti. Gerçekten oynayamıyordu. 1’den 10’a bir puanlamada Bob’a 1.5 verirdim”. Island Records'un Britanyalı yapımcısı Trevor Wyatt ise İngiltere'deki bir maç sonrası : "Sürekli pas vermeye çalışıyordu. Çünkü Bob oyunda da gerçekte olduğu gibi bir adamdı, top her zaman ona geliyordu ve o da pas veriyordu. Genelde orta sahadaydı ve ona kaptan diyorlardı. Çok iyilerdi. Brazilya gibi."



Hangi açıklamaya inanacağımı bilemesem de, bu kadar futbolu seven –sevdiğim- adamın kötü oynadığına inanmak istemiyorum. Çocukluğundan beri futbol oynayan biri en azından İbrahim Üzülmezden daha iyidir diye düşünüyorum. Arkadaşları eğer müzisyen olmasaydı onun iyi bir orta saha oyuncusu olacağını düşünüyorlardı. Hızlı ve yaratıcı bir orta saha. Jamaika için yaptıkları, dünya için yaptıkları ve barış mücadelelerine liderlik ettiği düşünüldüğünde kaptan olması ve orta sahada bir maestro gibi takımını yöneteceğine şaşırmamak gerekir. Hagi gibi yaratıcıyken Guardiola gibi kibar ve cömertti. Mücadeleden asla vazgeçmezdi.

Bu mücadeleci yapısı nedeniyle bir barış mitinginde sahneye çıkacağı sırada silahlı bir eylemde vurulduktan iki gün sonra sahneye çıktı ve şarkı söyledi. Ona nedenini sordukları zaman "Bu dünyayı daha kötü yapmaya çalışan insanlar bir gün bile dinlenmiyorlar. Ben nasıl dinlenebilirim ki?" dedi. Orta sahada oluşu bundan kaynaklı olabilir. “Futboldan önce müziği sevdim. Eğer önce futbolu sevseydim bu tehlikeli olabilirdi. Çünkü futbol oldukça sert (vahşi). Eğer biri size sert girerse sizde ‘savaşma arzusu’ yaratabilir.” Belki de müzik önce olduğu için insanlar hakkında asla kötü bir şey düşünmedi.

Bir çok Marley hayranı onun futbol yüzünden öldüğünü düşünüyor. Bir maç sırasında ayak parmağından yaralanan Bob Marley tedavi olsa da yara sonra kangrene dönmüş ve cilt kanserine çevirmiş. Ayağın kesilmesi gerektiğini söyleyen doktorlara ise : "Rasta hiçbir eksikliğe gelmez" demiş. Çok sonra bu yara nedeniyle kanser olduğu belirtilse ve 8 ay kemoterapi görse de hayata veda etmiştir. İlk tedavide bir CIA ajanın yaraya yabancı bir madde enjekte ettiğine dair komplo teorileri de mevcut.
'Kim kimi kurtarabilmişti şimdiye kadar? Beni kim kurtaracaktı? ''Kurtuluş'' dedim ''Ankara'da bir mahalle.'' Fazlası değil. Belki bir de Bob Marley'in en iyi şarkısı. Daha fazla düşünmeye gerek yok. Adı her yerde, kendisi yok. Kurtulmaya gelmiyoruz bu dünyaya. Daha da saplanmak için buradayız. Dibine kadar. Onun için çürüyor bedenlerimiz ölünce. Mısırlılar uğraşmış efendileri kurtulsun diye. Ama nafile. Çaresi yok. Kurtuluşu beklemek yararsız. Gelmez çünkü. Kontenjan dolmuş. Biz daha çok kötülüğün sınırını zorluyoruz. Mucizeler bitti. Doğmak yeterince mucizevi. Başka bir tane daha beklemek aptalca. Ölmek de ikincisi. Bunların arasında da bir şey yok. Kimse beklemesin..."(2)

Bob Marley dünya üzerinde barışın ve kardeşliğin hakim olması gerektiğine inanıyordu. Kurtuluşun olabileceğini bilip bunun için savaşıyordu(Get up. Stand up.Stand up for yor rights. Don't give up the fight).Futbolun da takım oyunu olduğunu biliyor ve belki sırf bu nedenle seviyordu. O gettodan çıkmış bir halk ozanıydı. Müziğiyle dünyayı kurtarmaya çalışırken top oynayarak kendini kurtarmaya çalışıyordu belki de. Ölümünün futbolla ilişkili olması bu yüzden üzücü ve ironiktir.

Bob Marley futbolun sadece futbol olmadığını biliyordu. Hayatın ta kendisiydi futbol. Futboldaki mücadele gerçek hayata benziyordu. Bob'un yenmek istediği rakibi ise açlık, fakirlik ve savaşlardı.


(1) Bob Marley–1979
(2) Kinyas ve Kayra

Hesher



 Karını kaybettin.
Sen de anneni kaybettin.
Ben taşağımı kaybettim.
 

Şimdi ölsem kimse fark etmeyecekmiş gibi geliyor. Hesher

13 Eylül 2012 Perşembe

Tembellik Hakkı

(Sırp Marica Kicusic'in
yorumuyla yedi ölümcül günah - Tembellik)
* Bugün, uçuk renkli cılız çiçekler misali, solgun tenli, bozuk mideli, kolu budu tutmaz olan fabrika kızlarımız ve kadınlarımız var!... Sağlam zevkler tatmamışlar hiç ve bu konuda yüzlerini güldürecek hiçbir şey söyleyemezler! – Ya çocuklar? Çocuklara 12 saat çalışma! Gözün çıksın yoksulluk!

* Filozoflar, hiç çalışmadan para pul, han hamam edinmek için yoksullara iş verenlere, insansever diye alkış tutuyorlar. Bir köyün orta yerinde bir fabrika kurmaktansa, oraya veba tohumları saçmak, su kaynaklarını zehirlemek daha iyidir. Fabrika işçiliğini başlatın, ne neşe kalır orada, ne sağlık, ne de özgürlük. Yaşamı güzel ve yaşanmaya değer yapan ne varsa, hepsi gitti gider.

Ekonomi uzmanları da, işçilere “ toplumsal zenginliği artırmak için çalışın!” deyip duruyorlar hep.
Ama, bir başka ekonomist, Destut de Tracy, onlara şöyle yanıt veriyor:
“Yoksul uluslarda halkın rahatı yerindedir. Zengin uluslardaysa, halk, genellikle yoksuldur.”

* Anglikan Kilisesi rahibi saygıdeğer Townshend, Hıristiyan hoşgörüsü adına şunları söylüyor boyuna: “Çalışın, gece gündüz demeden çalışın! Çalışarak yoksulluğunuzu arttırırsınız, sizin yoksulluğunuz da, yasa gücüyle sizleri zorla çalıştırmaktan kurtarır bizi.

* Üretici, üretme kredisi bulduğu sürece, çalışma kudurganlığının dizginlerini koyverdi mi,  işlenecek ham madde sağlamak için habire borçlanır da borçlanır. Piyasanın boğazına kadar dolup taştığını; mallar bir türlü satılmayınca da, bono vadelerinin dolacağını düşünmeksizin, durmadan üretir de üretir. Kuyruğu sıkışınca da gidip Yahudi’ye yalvarır, ayaklarını kapanır, kanını, onurunu ayaklar altına atar.

* İnsan Hakları’ndan binlerce kere daha kutsal olan Tembellik Hakkı’nı ilat etmeli; günde üç saatten çok çalışmamaya kendini zorlamalı, günün ve gecenin geri kalan saatlerinde tembellik etmeli ve tıka basa yemeli.

*sosyete kadınları, acının acısı bir yaşam sürüyorlar. Terzi kadınların didine çırpına yaptıkları o perilere yaraşır tuvaletleri deneyip değerlendirmek için, sabah akşam, bir giysiyle bir başkası arasında mekik dokuyorlar. Saatlerce, saçlarını enselerinde toplatıp topuz yaptırma tutkularını, her ne pahasına olursa olsun doyurmaya çalışan usta berberlere teslim eden, o içi boş kafalılar. Korselerinin içinde sıkışıp kalmış, kunduraları içinde ayakları büzüşmüş, bir itfaiyecinin yüzünü kızartacak denli açık saçık bir kıyafetle, yoksullar için birkaç metelik toplamak amacıyla, gecelerce balolarda fır dönüp dururlar. Sevsinler sizi.

* Ürettiğimiz tüm mallar, sürümleri kolay olsun ama çok dayanmasın  diye, bile bile üstünkörü yapılıyor.
Ürünlerin nitelikleri dolayısıyla insanlığın ilk dönemlerine taş devri, bronz devri deniliyorsa, bizim çağımıza da kalpazanlar çağı denilecektir.


Tembellik Hakkı Paul Lafargue

9 Eylül 2012 Pazar

Öğretmen olmak kolay değil



Kelimelerin kökenini inceleyen bilim çok ilgimi çektiği halde, o konunun uzmanı değilim. Ancak, Türk Dil Kurumu’nun kelime üretiminde kullandığı eklerden (cicı-cucü) ekleri ile (man-men) eklerine bir türlü ısınamamışımdır.

Sütçü; süt satan adam, kalaycı; kalay yapan kimse, simitçi; simit satan adam ve buna benzer oduncu, kömürcü, yoğurtçu. Buraya kadar tamam. Bir de şunlar var: solcu, sağcı, ülkücü, devrimci. Anladığım kadarıyla, o tarafı tutan, o yolda giden bir anlam veriyor. Birinci grup onu satıyor, ikinci grup yolunda gidiyor. Bu iki münasebetsiz anlam farkından dolayı ‘’Atatürkçü’’ ifadesinden hiç hoşlanmam. İkinciyi gösterip, birinciye oynuyormuşuz gibi beni ürkütür. Ben şahsen Atatürkçü değilim, Atatürk taraftarıyım.

Gelelim ‘’öğrenci’’ kelimesine. Bence bu, ‘’ci’’ değil, ‘’ici’’ eki gerektiren bir kelimedir: öğrenci. Yani; binici, eğitici, öğretici, aydınlatıcı kelimelerinde olduğu gibi, o işi yapan anlamına gelen ek. Yanılıyorsam söylesinler, yanılmıyorsam bu ayıplarını düzeltsinler.

İngilizce’de ‘’adam, insan’’ anlamına gelen ‘’man’’ kelimesinin Türkçe’de bazı kelime sonlarına eklenerek ‘’o işi yapan kişi’’ anlamına getirdiğini görüyoruz; tercüman, çevirmen, okutman, öğretmen. Eski Aramice dilinde de bu son eke rastlıyoruz. Eski Türkler oradan almış olabilirler. Arapça’da tercüme etmek fiillerinin sonuna getirerek ‘’öğretmen, okutman’’ yapmışız. Yani, bu kutsal mesleği saygın zamanlarında,o kişilere ‘’muallim’’ bir konuda derin ve kendine özgü bilgisi olup, bu bilgiyi öğreten saygın kişinin ünvanıydı. Talebe ise, bu bilgiyi almaya istek gösteren kişiydi.

Bu mesleğin saygınlığı fedakarlığından gelir. Hayatınızı bilim ve öğretime adadıysanız, para kazanmayı ikinci plana atmak, bütün varlığınızı o mesleğe adadınız demektir. Görünce ayağa kalkıp, saygı gösterilmesi biraz da bundandır. O bir sanatçıdır. Babadan servet kazanmadıysa, bu meslek insanı zengin etmez. Bilim öğreterek refah içerisinde yaşayamazsınız. Bu mesleği seçenler bunu baştan kabul etmiş demektir. Mesleğin saygınlığını devam ettirmek bizim görevimizdir. Gerçek bir öğretim üyesine Türk insanı kadar saygı gösteren bir toplum düşünülemez. Ancak, elinizi vicdanınıza koyun, sınıf geçirmek için maddi menfaat bekleyen, birbirine özel öğrenci transfer eden, komisyon alabilmek için veliye gereksiz kitaplar aldıran, sınıfta öğretmediği konuları ödev olarak yükleyerek iş yaptığını zanneden, mesleğinde ilerlemeyen, didinmeyen, öğrenciyi her şeyden çok sevmeyen, öğrencinin yaşamında iz bırakmayan ama bu sıfatla maaş alan bazı insanlar, neyse ki henüz azınlıktadır. Bu kişiler toplumdan sevgi ve saygı bekleyemezler.

 Eğitim çok önemli diye diye bu hale geldik - UĞUR DOĞRUGÜVEN
Armoni yay. İstanbul, Mayıs 2003

Eğitim çok önemli diye diye ne hale geldik

 
Milli Eğitim Bakanlığı’nın Hatalı Tutumları


Politik nedenlerle, veliye hoş görünmek için sınıf geçme şartları devamlı kolaylaştırılmış, öğrenciler yarım yamalak bilgilerle lise mezunu yapılarak üniversite kapılarını yığılmıştır.

Sınıf geçme ve mezun olma şartları kolaylaştıkça eğitim kalitesi düştüğünden, okullar iki satırlık dilekçe yazmaktan bile aciz mezunlar ihraç eder duruma düşmüştür.

İyi yetişmemiş lise mezunları ile eğitim yapmak zorunda kalan üniversiteleri bitiren öğrenciler, uluslar arası ölçülerin çok altında, özellikle mesleki uygulama yeteneği kazanmamış mezunlar oldukları için hayata atılınca apışıp kalmaktadır.

Henüz hayatında borç senedi görmemiş iktisat mezunları, eline mala almamış inşaat mühendisleri, daha bir makineye el değdirmemiş makine makine mühendisleri mesleklerini ancak mezuniyetten sonra çalıştıkları işyerlerinde öğrenebilmektedirler.

Eğitim kadroları, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki öğrenme heyecan ve isteklerini kaybetmiş; öğretmenler, kutsal ideallerinden uzaklaşmışlardır.

Eğitimde gerileme, öğretmen kalitesinde de düşüşlere sebep olmuş, nitelikli öğretmen sayısı gittikçe azalmıştır.

Okullar, insan işleyen fabrikalar gibidir. Sonuçta yetişmiş insan olarak ürün verirler. Bir fabrika kurarken, ne imal edebileceği ve ürünün nitelikleri önceden saptanır, imalat bu plana göre yapılır. Bizde öyle bir şey yoktur. Eğitim Bakanlığı, mesela bir lise mezununun tarifini yapmamıştır. Acaba liseyi bitiren bir öğrencinin nitelikleri ne olmalıdır?

Kısaca sayarsak:
a)      Doğru dürüst yazı yazabilmelidir. Aslında bir Türk Milli Yazı Karakteri oluşturulmalı ve öğrenciler bu yazıyı yazabilmelidir.Gelişmiş ülkelerde, bir Alam elyazısı karakteri vardır, bir İngiliz veya İsveç yazı karakteri vardır. Liseyi bitiren öğrencilerin yazısı öyle olur. Bizde üniversite mezunu olduğu halde yazısı iğrenç derecede çirkin olan insanların sayısı daha da çoktur. Bu, eğitim sistemimizin sayısı ve özellikle uluslar arası ilişkilerde bize puan kaybettirmektedir.
b)       Lise mezunu bir insan; edebiyat, sanat, genel kültür, tarih ve coğrafya konuşlarında yeterince bilgi sahibi olmalıdır. Dünya edebiyat klasiklerinden en az on kitap okumamış bir lise mezunu düşünülemez.
c)       Matematik ve özellikle geometri konularında çok iyi yetişmiş olmalıdır.
d)       Estetik, renk uyumları, dekorasyon, spor, dans gibi konularda dünya gençlerinin gerinde kalmamalıdır.
e)       Atalarımızdan miras kalan atasözlerini ve vecizeleri yeterince bilmelidir.
f)        Fikirlerini yazıya dökebilmeli, toplum karşısında konuşabilmelidir.
g)       Davranış kurallarını öğrenmiş olmalıdır.


 Eğitim çok önemli diye diye bu hale geldik - UĞUR DOĞRUGÜVEN
Armoni yay. İstanbul, Mayıs 2003