25 Ocak 2013 Cuma

Optik illüzyonlarla kendi tarzını yaratan fotoğrafçılardan biri Erik Johansson




Söz konusu müzik olduğunda teknolojinin nimetlerinden yararlanılması müziği çirkinleştirse de fotoğraf sanatında teknolojinin kullanılması fotoğrafın kendi iç dünyasında daha farklı kapıların açılmasına olanak sağlıyor. Zaten fotoğraf makinesinin kendisi teknolojik bir alet olduğu düşünülürse daha ileri teknolojilerin fotoğraf sanatında kullanılması bence yadırganmamalı.



 




Buyrun  bu da web sitesi

24 Ocak 2013 Perşembe

Yann Martel - Pi'nin Yaşamı

 Geçen gün izlemiştim Pi'nin Yaşamını. Film kültürü olan biri değilimdir o yüzden hakkında yorum yapmayacağım ama filmi beğendim. Görseller bana Avatar'ı anımsattı. Filmi izlemeden önce de kitabıyla karşılaştım. Henüz okumadım ama incelediğim kadarıyla film kitaba göre çok yumuşatılmış. Kitaptan tuttuğum bir kaç alıntıyı paylaşacağım fakat öncesinde yazarı Yann Martel'in çok hoşuma giden bir olayını aktarmak istiyorum.

Yann Martel, Başbakanına 4 yıl boyunca her pazartesi kitap göndermiştir. Yazarın eylemi için açıklaması ise şöyle:“Kimin ne okuduğu, kitap okuyup okumadığı kendi bileceği iş. Sıradan insanların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, insanlara nasıl yaşayacaklarını söylemek bana düşmez ama benim üzerimde söz hakkı olan insanlar söz konusu olunca durum farklı. Onların okumalarını istiyorum çünkü sınırlı, vasat hayalleri birgün benim kabuslarıma dönüşebilir”

Kitaptan bir kaç alıntı:

Bir şeyi anlamak için ona bir şeyler katmanız gerekir.

İradenin nasıl duvarlar ördüğünü görmek şaşırtıcıdır.  

Kendi hayatınız tehlikede olduğunda, korkunç ve bencil bir hayatta kalma açlığı yardımseverlik duygumuzu köreltir.

  

Popüler müzik, bayat müzik


Popüler müzikte ne bir sürpriz ne de en ufak bir duygulanım beklemek boşunadır. Sıradan bir pop şarkıcısının yeni bir şarkısı herhangi bir ek bilgiden tümüyle yoksundur; en bilinen müzik yasalarına göre düzenlenmiştir ve bir tebrik kartı kadar sıradandır.

Umberto Eco

21 Ocak 2013 Pazartesi

Patti Smith - Hayalperestler

Kazanmamı sağlayan yeteneğin asla benden geldiğini düşünmedim. Bence olay objenin kendisinde bitiyordu; benim dokunuşumla hayata geçen bir tür büyü gibiydi. Böyle düşünerek hemen her şeyde sihir buldum; sanki her şeyde, doğanın bütününde bir cinin dokunuşu vardı.

Dikkatli olmalıydınız, akıllı olmalıydınız. Çünkü idrak edebilenler uzaktaki bir şeyi yakalayabilir, yakına getirebilirlerdi.

Çocuk aklı, alna kondurulan öpücük gibidir; kabule açık, ama ilgisiz. Katlı doğum günü pastasının üzerindeki balerin gibi döner durur; hem zehirli, hem tatlı…

Küçükken, başka bir yerlerden gelme duygusu ile coşkuya kapılıp etrafı gözetleriz. İçimize bakar, inceler, yabancı olanı çekip çıkartırız. Göz alabildiğine açık, altından bir alana varırız. Ya da çoğu kez bir buluta rast geliriz; bulutlarda yaşayanlardan bir ırka. Bunlar, çocukkenki düşüncelerimizdir.

Sonunda her şeyi idrak ederiz. Kendimizde annemizin elini, babamızın uzuvlarını tanırız. Ancak akıl; o yine de başka bir şeydir. Ne olacağından asla emin olamayız.

Düşüncelere dalıp giden biri, omzunda bir el hissedip aniden durmak zorunda kaldığında, kendini çok, çok uzaklarda savrulmuş halde bulabilir.

Her şey insanın canını acıtacak kadar güzel.

Herkes kardeştir. Keşke öyle olsaydı. Böylece denizci çölün ortasında; Müslüman, Hristiyan bir geminin kollarında huzur içinde uyurdu.

Herkes hala orada, onlarla birlikte olduğumu sanıyordu; çünkü iki ayağım yerde, insanların hep uğraştığı işlerle meşgulmüş gibi görünüyordum.

Kitaptaki müzikler:


Alan Hovhaness : All Men are Brothers



19 Ocak 2013 Cumartesi

Turgut Uyar



Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum
Sabaha karşı oturup ağladınız
Çünki sizin aşkınız vardı
Kurumuş çiçekleriniz vardı
Aşina yıldızınız gökte
Oturup çok çok ağladınız
Ağlayıp iyi ettiniz
Size imreniyorum çünki
Çünki ölümsüz gibiyim yalnızlığımda
Çünki yalnızlığımda öyle güzelim
Üç beş kalem insan gelip geçtiler
Biliyorsunuz bu dünya bana yetmez
Biliyorsunuz bütün kapıları omuzladım
Kimini açtım kimini açamadım
Bütün gemileri dolaştım limanlarda
Hepsi rıhtımlara bağlıydılar
Bütün adalar yitikti
sabah karşı oturup ağladınız
çünki siz bulup da yitirdiniz
ben yitirmem bir bulsam
bütün kayaları üst üste korum
ama biliyorsunuz her şey gelip geçecek
süslü kadınlar gibi oymalı arabalarda
iki vakit arasında sessiz bir çiçek
Bir dökülecek bir açacak
Sonunda cılız köprülerin öte başında
Bir benim bulamadığım kalacak
Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum.


18 Ocak 2013 Cuma

Son Siyah Saçım



Altmış yaşımda olduğuma inanamıyorum. Oysa buna hazırlanmam altmış yılımı almıştı.

Neden her geçen yıl çektirdiğim fotoğraflarda kendimi gittikçe daha kötü buluyorum? Belki de fotoğrafçıyı değiştirmem, daha genç birini bulmam gerekiyor.
Neden her sabah aynada kendimi gittikçe daha az yakışıklı buluyorum? Bu eski bir ayna, belki de yenisini almak gerekiyor…

İnsan ihtiyarladığının nasıl farkına varır biliyor musunuz? Bronzlaştığında bile güzelleşemez.

Elli yaşıma kadar kendimi aşınmaz, paslanmaz sanırdım. Ben sadece bir biyoçözünürüm.

Elli yıl önce çekilmiş bir fotoğrafımı buldum. Fotoğrafta küçük, sümüklü halimi gördüm. Ben ona bakıyorum, o bana. Bakışlarında kibir var.
Belki de kendisini tanımıyor, beni yabancı sanıyor. Yahut, daha kötüsü, utanıyor.
Sen benden utanıyor musun? Bana bak küçük aptal, bugün neden bu haldeyim biliyor musun?
Çürük dişlerimi görüyor musun? Hep o senin tıkındığın bonbonlar yüzünden, üstelik dişlerini de fırçalamıyordun.
..
Kırmızı burnumu görüyor musun? On beş yaşından beri her Cuma akşamı içtiğin içkiler yüzünden.
Eğer bugün üç kuruşluk bir emekli maaşım varsa, bu yine senin yüzünden. Okulda hiçbir şey yapmadın, sınavlarda başarısız oldun.
Senin yüzünden lise diplomamı asla alamayacağım. Öldükten sonra bile.

 
Doktorunuza olabildiğince az görünün. Araya araya sonunda sizde mutlaka bir şey bulacağını bilin.

Elli yıl önce ortalama insan ömrü altmış yıldı.
Ortalama film süresi seksen dakikaydı.
Bugün ortalama insan ömrü doksan yıl.
Ortalama film süresi yüz yirmi dakika.
Daha mı iyi?
Filme bağlı.

“Daha yirmi yaşına basmadım” palavrasını görme engellilere saklayın.

İnsan yaşlandığının ne zaman farkına varır biliyor musunuz? “Polis memurları gittikçe gençleşiyor” demeye başladığı zaman.

Epikuros, “Ölümden korkmayın, o geldiğinde siz burada olmayacaksınız” der. Ama ya yaşlılık, o geldiğinde biz hala burada olacağız.

Demir gibi sağlam olabilirsiniz ama bu paslanmanızı engellemez.






İnsanın yalnız olmadığını, çevresinde her şeyin yaşlandığını görmesi ne güzel avuntu.

İnsan yaşlandığının farkına ne zaman varır biliyor musunuz? “Tiyatroda oyuncular artık gittikçe daha kısık sesle konuşuyorlar” demeye başladığı zaman.

İnsan yaşlandığının farkına ne zaman varır biliyor musunuz? “Toprak gittikçe daha yakında görünüyor” demeye başladığı zaman.

Dünya dönmeye devam edecek. Siz olmadan da.

Hayat devam ettikçe umutsuzluk da var olacaktır.

İnsan yaşlandığının farkına ne zaman varır biliyor musunuz? “Merdiven basamaklarını daha mı yüksek yapıyorlar acaba?” diye kendisine sormaya başladığı zaman.

Geçmişinize fazla eğilmeyin, yoksa tekrar doğrulamazsınız.

İnsan yaşlandığının farkına ne zaman varır biliyor musunuz? “Kendimi hiç bu kadar genç hissetmemiştim” dediği zaman.

Keşke ölülerin kafatasları da denizlerin sesinin duyulduğu istiridye kabuğu gibi olsaydı.




11 Ocak 2013 Cuma

Oğuz Atay - Günlük'ten

Bir sosyalist eleştirmenimizin dediği gibi ‘Türk solu geç kalkar, çünkü bir gece önce sabaha kadar içmiştir.’ Bu insanlardan Türk halkı artık bir şey beklememeli. Üç kâğıtçılıkla ne devrim olur, ne de ümmet-i İslâm kurtulur. Bunlar ‘çürüyen et, dökülen diş’ gibidirler. Bayrak yaptıkları inançlarına rağmen, aslında inançsızdırlar. Kim hangi kapıdan ekmek yiyorsa, o kapının kulluğunu etmektedir.

Bunlar Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasının kötü bölümü olan kapıkulu kurumunun temsilcileridir. Kendilerine karşı çıkılmasını, haksız yere işgal ettikleri görüşlere karşı hakaret sayarlar. Kendini sosyalist sayan biri, suçunu ortaya dökeni halk düşmanı olarak suçlayarak yavuz hırsızlık oynar. Kendini kapitalist olarak ilân eden birinin serveti, fabrikası yoksa böyle birine herkes güler; haydi ordan çulsuz derler, züğürt kapitalist olur mu?

Nedense kendisini sosyalist sayanlardan kimse ehliyet sormamaktadır. Olsa olsa ‘sosyalizme sempati duyan’ yani özel deyimiyle ‘sempatizan’ sayılması gerekenler ortalığı kasıp kavurmaktadırlar. Sonra solda ve sağda hayli kalabalık olan bu çıkarcı zümre, bütün gösterişine rağmen kim parayı bastırırsa ona hizmet etmektedir. Ele güne karşı, hele sağcılara karşı ayıp olmasın diye de kabahâtlar örtbas ediliyor. Kol kırılır yen içinde.

Artık her yerde, hangi kampın adamı olurlarsa olsunlar bunları teşhir etmenin, önce halka örnek olabilmek için aydının kendisiyle hesaplaşma vakti gelmiştir. Yazarlar da romanında hikâyesinde şiirinde bu hesaplaşmaya girişmelidir. Kendinden korkanlara bir diyeceğimiz yok tabii.

9 Ocak 2013 Çarşamba

Saatleri Ayarlama Enstitüsü



Eğer yaşamak kelimesinin manası her şeyden mahrum olmak ve ıstırap çekmekse, her an küçülmek ve bunu nefsinde her lafsa duymaksa, bir türlü aşamayacağı bir çemberin içinde durmadan çırpınmaksa, şüphesiz ben de, benimkiler de en derin şekilde yaşıyorduk.

Eski bir şapkadan ve ayakkabıdan sahibinin bütün huyunu, alışkanlıklarını, hayattaki aksaklıkları, hatta ıstıraplarının çeşidini görmek mümkündür.

İnsan yaratılışı tam bir eşitliğe razı olamaz. Ufak tefek imtiyazların teşvikine muhtaçtır. Diyebilirim ki, bizzat iyilik dahi, ancak ceza görmesi ve ayıplanması icap eden bir kötülüğün bulunmasıyla kabildir.

Bazen düşünürüm, ne kadar garip mahluklarız? Hepimiz ömrümüzün kısalığından şikayet ederiz; fakat gün denen şeyi bir an evvel ve farkına varmadan harcamak için neler yapmayız?


 
Saatin kendisi mekan, yürüyüşü zaman, ayarı insandır… Bu da gösterir ki, zaman ve mekan, insanla mevcuttur!

Sizler daima böylesiniz… Ruhunuzu saran küçüklük duyguları içinde büyük değerlerimizi kaybedersiniz…

Bütün hayatım boyunca dikkat ettim. İnsanın daima en çok korktuğu şey başına geliyor.

Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız.



Korku… Korku ve insan, korku ve insan talihi, insanın insana hücumu, o hiç yere düşmanlık. Fakat neyi anlatabilirdim, kime anlatabilirdim? İnsan neyi anlatabilir? İnsan insana, insanlara hangi derdini anlatabilir? Yıldızlar birbiriyle konuşabilir, insan insanla konuşamaz.

Yavaş yavaş bu hayata ben de alıştım. Ne kadar hafif ve rahattı. Uysal kalabalık in sana başta kendisi olmak üzere her şeyi unutturuyordu.

Şu hakikati kendi hayatım bana öğretti: İnsanoğlu insanoğlunun cehennemidir. Bizi öldürecek belki yüzlerce hastalık, yüzlerce vaziyet vardır. Fakat başkasının yerini hiçbiri alamaz.

Dostum, işler bizden sonra dünyaya gelmiştir. İşleri onları görecek adamlar icat eder.

Bağıran insan sesi beni öyle korkutuyor ki… Hele hiddetin değiştirdiği insan yüzü! Öyle kendinden çıkıyor, öyle katılaşıyor ki insan… Dünyada bundan kötü, iğrenç bir şey olamaz.


Siz tecrübe kelimesinin hakiki manasını bilmiyorsunuz. Tecrübe sahibi demek, yıpratılmış olmak, muayyen hudutta ve muayyen fikirlerde donmuş olmak demektir.

Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde. Fakat daima ödersiniz. Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz.

Her şey yolunda… Fakat yalnızız. Bütün dünyada yalnızız.


 



8 Ocak 2013 Salı

Yaşamak mı or çince mi


 

bıraksalar anlatacağım merak ettiğim neydi
açlar, sevdalılar ve canı sıkılanlarla
büyük büyük merak ederken çocuklar
neyi

hakkımda yanlış bilgi sahibi halk
ve ikide bir savaş çıkaran insanlık
sözlüğe bakarak anlayamaz beni
klasik yöntemlerle konuşmadığım için
ama bıraksalar anlatacağım
tüm yeteneğimi kullanarak

aramızda tartışıyoruz
yaşamak mı zor çince mi


bilinçlerde sürünüp dururken umutsuzluk
ben neden ölümü hatırlatan süflörüm
açız, sevdalıyız, canımız sıkılıyor
türlü sevinçler kiralayacak paramız yok
uyusam

birileri gelip çekmecelerimi ve kafamı karıştırıyor
çeşmeleri açık bıraksam mı; dünya temizlenir
kurtarıcıya giderim haftasonları
ve hep onu çarmıha gerenleri bulurum
kimliğime insan yazdırmalıyım


kızınca aniden ortayaşlı çocuklar
ambalajını yırtarak bedenimin
beni de öldürmesin 

Osman Konuk

7 Ocak 2013 Pazartesi

Artık...

''Artık inanamıyoruz; ama inanana inanıyoruz.
Artık sevemiyoruz; yalnızca seveni seviyoruz.
Artık ne istediğimizi bilmiyoruz,
ama bir başkasının istediğini isteyebiliyoruz.
Ekranlar, videolar, röportajlar arasında yalnızca başkaları tarafından görülmüş olanı görüyoruz.''
 Jean Baudrillard

4 Ocak 2013 Cuma

Veda öpücüğü


Marquez’in mektubu



Alzheimer en korktuğum hastalıklardan biridir. Gerçi benim ki de laf! Hangi hastalık korkutucu değildir ki? Ama alzheimerın çok farklı bir konumu var. Belli bir yaşa kadar yaşayıp sonra yaşanılan herşeyi, sevdiklerimizi vs unutmak kadar kötü ne olabilir ki?




Tanrı bir an için paçavradan bebek olduğumu unutup can vererek beni ödüllendirse, aklımdan geçen her şeyi dile getiremeyebilirdim, ama en azından dile getirdiklerimi ayrıntısıyla aklımdan geçirir ve düşünürdüm.

Eşyaların maddi yönlerine değil anlamlarına değer verirdim.

Az uyur, çok rüya görür, gözümü yumduğum her dakikada, 60 saniye boyunca ışığı yitirdiğimi düşünürdüm.

İnsan aşktan vazgeçerse yaşlanır.

Baskaları durduğu zaman yürümeye devam ederdim. Başkaları uyurken uyanık kalmaya gayret ederdim. Başkaları konuşurken dinler, çikolatalı dondurmanın tadından zevk almaya bakardım.

Eğer Tanrı bana birazcık can verse, basit giyinir, yüzümü güneşe çevirir, sadece vücudumu değil, ruhumu da tüm çıplaklığıyla açardım.

Tanrım, eğer bir kalbim olsaydı nefretimi buzun üzerine kazır ve güneşin göstermesini beklerdim.
Gökyüzündeki aya, yıldızlar boyunca Van Gogh resimleri çizer, Benedetti şiirleri okur ve serenatlar söylerdim.

Gözyaşlarımla gülleri sular, vücuduma batan dikenlerinin acısını hissederek dudak kırmızısı taç yapraklarından öpmek isterdim.

Tanrım bir yudumluk yaşamım olsaydı… Gün geçmesin ki, karşılaştığım tüm insanlara onları sevdiğimi söylemeyeyim. Tüm kadın ve
erkekleri, en sevdiğim insanlar oldukları konusunda birer birer ikna ederdim. Ve aşk içinde yaşardım. Erkeklere, yaşlandıkları zaman aşkı bırakmalarının ne kadar yanlış olduğunu anlatırdım. Çünkü insan aşkı bırakınca yaşlanır.

Çocuklara kanat verirdim. Ama uçmayı kendi başlarına öğrenmelerine olanak sağlardım. Yaşlılara ise ölümün yaşlanma ile değil unutma ile geldiğini öğretirdim.

Ey insanlar! Sizlerden ne kadar da çok şey öğrenmişim. Tüm insanların, mutluluğun gerçekleri görmekte saklı olduğunu bilmeden, dağların
zirvesinde yaşamak istediğini öğrendim.

Yeni doğan küçük bir bebeğin, babasının parmağını sıkarken aslında onu kendisine sonsuza dek kelepçeyle mahkûm ettiğini öğrendim.
Sizlerden çok şey öğrendim. Ama bu öğrendiklerim pek işe yaramayacak. Çünkü hepsini bir çantaya kilitledim. Mutsuz bir şekilde…

Artık ölebilir miyim?

29 Aralık 2012 Cumartesi

Bir Surete Aşık Olma Hikayesi



“Sen dostlukların, aşkların kolay mı kurulduğunu, kolay mı sürdürüldüğünü sanıyorsun?
Resminle aramda ne kadar uzun zamanlar geçti.
İlk karşılaşmamızı dün gibi hatırlarım.
Birden bana iyilikle, sevgiyle bakan bir yüz gördüm.
Elbiselerim eskiydi, kirliydim, sakallarım uzamıştı. İnanamadım…
O insanca bakışı bir daha göremem diye bir daha resme bakmaktan korkuyordum.
İkinci kere zorlukla baktım resmine.
Gene iyilik, gene sevgi vardı gözlerinde.”
Boyacı Halil / Sevmek Zamanı


“Ben senin resmine değil de sana âşık olsaydım o zaman ne olacaktı? Belki bir kere bile bakmayacaktın yüzüme, belki de alay edecektin sevgimle… Hâlbuki resmin bana dostça bakıyor, iyilikle bakıyor ve ebediyen bakacak. Hayır! Benimle resminin arasına girme. İstemiyorum seni! Ben senin yalnız resmine âşığım.”

Halil (Müşfik Kenter)/ Sevmek Zamanı

“Her gün, daima öğleden sonra oraya gidiyor, koridorlardaki resimlere bakıyormuş gibi ağır ağır, fakat büyük bir sabırsızlıkla asıl hedefine varmak isteyen adımlarımı zorla zapt ederek geziniyor; rastgele gözüme çarpmış gibi önünde durduğum ‘Kürk Mantolu Madonna’yı seyre dalıyor, ta kapılar kapanıncaya kadar orada bekliyordum.”


Raif Efendi- Kürk Mantolu Madonna/ Sabahattin Ali



Sevmek zamanı, boyamaya girdiği bir evin duvarında asılı kadın resmine aşık olan boyacı Halil'in ve resmin sahibi Meral'in öyküsünü anlatıyor. Film kültürü olan biri değilim, filmler konusunda eleştiri yapacak bilgim de yok. Beğenirim ya da beğenmem, bu kadar kıt biriyim film mevzusunda. Bu filmi beğendim.

Asırlık Bilim Kadını


 Fotoğraftaki hanımefendi, Nobel ödüllü fizyolog Rita Levi-Montalcini. Kendisi 102 yaşında ve aynı zamanda senatör. 
 
Programlı hücre ölümünü ve sinir hücrelerindeki etken faktör proteinlerini 1940'lı yıllarda keşfeden ve bu keşiflerinin anlam ve önemi 40 yıl sonra fark edilerek 1986'da Nobel Ödülü ile ödüllendirilen İtalyan bilim kadını, fizyolog Rita-Levi Montalcini bugün 102 yaşında ve İtalya Parlamentosu'nda senatör. Kendisi ile 4 yıl önce yapılan bir söyleşi:

100 yaşınızı nasıl kutlayacaksınız?Ah, bu yaşa kadar yaşayıp yaşamayacağımı bilmiyorum, ayrıca kutlamalar da hoşuma gitmiyor. Beni ilgilendiren ve hoşuma giden şeyler, her gün yaptığım şeylerdir.

Neler yapıyorsunuz?Afrikalı kızların okuyup ülkelerinin gelişmesinde rol almaları için burs temin etmeye çalışıyorum. Araştırmalarıma ve düşünmeye devam ediyorum.

Emekliye ayırmadınız mı kendinizi?Asla! Emeklilik beyni harap eder. Bunu yapan bir çok kişi dünyayı terk ettiler, bu beyni öldürür, hasta eder.

Beyniniz nasıl çalışıyor?Tam 20 yaşımdaki gibi. Arzu ve yeteneklerimde hiçbir fark görmüyorum. Yarın tıbbi bir kongreye katılacağım.

Ama genetik bir sınırı da yok mu bunun?Hayır. Beynim henüz yaşlanmadı. Kaçınılmaz olarak vücudumda kırışıklıklar var, ama beynimde değil.

Peki nasıl oluyor bu?Nöronlarla ilgili önemli bir esneklikten yararlanıyoruz: Nöronlar ölmüş olsalar bile, kalanlar görevlerini sürdürebilmek için yeniden organize olurlar, ancak yine de onları uyarmak gerekir.

Bunun nasıl olacağını söyler misiniz?
Arzu etmeye devam ediniz, beyninizi faal tutunuz, onu çalıştırınız, bu suretle asla bozulmaz.

Ben uzun yaşar mıyım?Yaşadığınız yıllardan daha iyi yaşayacaksınız, işin ilginç tarafı da bu. Bunun sırrı da meraklı, istekli ve de sevgiyle dolu olmaktır.

Yaptığınız şey bilimsel bir araştırma…

Evet ve de coşkulu olmayı sürdürüyorum.

Siz sinir sistemi hücrelerinin nasıl geliştiklerini ve bu hücrelerin nasıl yenilendiklerini keşfettiniz.Evet, 1942'de. Ben sinir gelişim etkenleri keşfimin geçerliliği kabul edilene kadar, hemen hemen elli yıl toplum dışında bırakıldım. Ta ki 1986 yılında Nobel ödülünü alana kadar.

1920'li yıllarda genç bir İtalyan kızı olarak nasıl oldu da bir nöroloji bilimci olmayı başardınız?Çocukluğumdan beri kendimi okumaya verdim. Babam, hep iyi bir evlilik yapmamı, iyi bir eş ve iyi bir anne olmamı istiyordu, ama ben onu dinlemedim; okumak istediğimi söyledim…

Babanız buna çok kızdı mı?Evet, çünkü kendimi mutlu bir çocuk olarak hissetmiyordum.  Küçük yaramaz bir ördek, budala ve bir işe yaramaz olduğumu sanıyordum. Benden büyüklerin hepsi de parlaktılar ve ben aşağılık kompleksine kapılıyordum.

Öyle sanıyorum ki bütün bunlar sizin için bir uyarıcı olmuş.Evet, ama Afrika'da cüzzam üzerine araştırmalar yapan Dr. Albert Schweitzer' in çalışmaları da beni çok etkiledi. Ben de acı çekenlere yardım etmeyi seçtim, zira en büyük hayalim buydu.

Bir erkeğin beyni ile bir kanın beyni arasında bir fark var mıdır?Sadece salgısal sisteme bağlı heyecanlarla ilgili beyin fonksiyonları bakımından. Ama öğrenmek ve bilmek yeteneği bakımından hiçbir fark yoktur, yani her ikisi de aynıdır.

Neden bilimle uğraşan çok az sayıda kadın var?Hayır, bu doğru değil! Erkekler tarafından yapıldığı söylenen bilimsel keşiflerin bir çoğunda da kız kardeşlerinin, eşlerinin ve kızlarının katkıları vardır.

Bu gerçek mi?Kadın zekası kabul edilmiyor ve hep arka planda bırakılıyor. Ama bereket versin ki bugün, bilimsel araştırmalar da erkeklerden daha fazla kadın var: Bunlar Hypatia'nın mirasçılarıdır.

4. yüzyıldaki İskenderiyeli bilim kadını...Evet, şimdi eskiden olduğu gibi sokaklarda kadın düşmanı yobazlar tarafından öldürülmüyoruz artık. Dünyada birçok şey değişti.

Hiç kimse sizi katletmeyi denemedi mi?
Faşizmin iktidarda olduğu tarihlerde, Mussolini de Hitler’in Yahudi zulmünü taklit etmek istedi, bir süre saklanmak zorunda kalmıştım. Ama araştırmalarımı durdurmadım: Yatak odama bir laboratuvar kurdum… Ve bu sıralarda “apoptosis” yani hücrelerin programlanmış ölümlerini keşfettim.

Yahudilerde bilim adamı ve entelektüel oranının yüksek oluşunu neye bağlıyorsunuz?Sürgünler Yahudileri entelektüel çalışmalara yöneltti: Zira düşünce dışında her şey yasaklanabilir. Bilindiği gibi Yahudiler arasında Nobel ödülü kazanmış birçok kişi vardır.

Nazi çılgınlığını nasıl izah ediyorsunuz?Hitler ve Mussolini hep kalabalıklara karşı konuştular. Bu durumda, beynin entelektüel faaliyetlerine hakim olan heyecan verici bölümü hemen faaliyete geçer. Bunlar da heyecanları, sebepsiz de olsa, tetiklerler.

ABD’deki birçok okulda, halen Evrim Teorisi yerine Yaratılış Teorisi okutuluyor...
İdeoloji heyecandır, sebepsizdir. Sebep, eksikliğin çocuğudur. Omurgasızlarda her şey programlıdır, onlar mükemmeldirler. Biz hayır! Kusurlu yaratıklar olarak biz, iyi ile kötüyü ayırt etmek için sebeplere, değerlere, ahlâka başvururuz ki bu Darwin teorisinin en uç noktasıdır!

Hiç evlenmediğinizi biliyoruz, çocuğunuz oldu mu?Hayır. Ben, nörolojinin cangıl ormanlarına girdim; güzelliğine hayran kaldım ve bütün zamanımı ona vakfettim.

Bir gün, Alzheimer’in, Parkinson’ un, yaşlılığa bağlı bunamanın çaresi bulunacak mı?İyileştirmek mi? Tüm bu hastalıkları durdurmayı, geciktirmeyi ve en aza indirmeyi başaracağız.

Bugün en büyük hayaliniz nedir?Beynimizi tüm kapasiteleri ile tanıyabilmek.

Kendinizi yaramaz bir çocuk olarak hissetmekten ne zaman vazgeçtiniz?Henüz sınırlarımın bilincindeyim.

Hayatınız boyunca yaptığınız en güzel şey?Başkalarına yardım etmek.

Bugün 20 yaşında olsaydınız ne yapardınız?Aynı şeyleri!

28 Aralık 2012 Cuma

Machiavelli'nin edebiyatçı yönü

Prens adlı kitabıyla siyasi düşünceler tarihi dersinde çok defa mezardaki çürümüş kulağını çınlattığımız Machiavelli'nin edebiyatçı yönü de varmış meğer. Buyrun bakın ne demiş: 
Herkes senin nasıl göründüğünü bilir,
Ama çok az insan nasıl olduğunu hisseder...

Kafana Tak(ma)


Amerikalı yazar F. Scott Fitzgerald, 1933 yılında 11 yaşındaki kızı Scottie'ye yazdığı bir mektubu, önemsemesi ve kafasına takmaması gereken şeylerin listesi ile bitirmiş. Yazarın "F. Scott Fitzgerald: A Life in Letters" isimli kitapta yer verilen mektubunda kızına verdiği öğütler şöyle:

Kafana takman gereken şeyler
  • Cesarete kafanı tak
  • Temizliğe kafanı tak
  • Verimliliğe kafanı tak
  • Biniciliğe kafanı tak

Kafana takmaman gereken şeyler
  • Çoğunluğun ne düşündüğünü kafana takma
  • Oyuncak bebekleri kafana takma
  • Geçmişi kafana takma
  • Geleceği kafana takma
  • Büyümeyi kafana takma
  • Başkalarının senin önüne geçmesini kafana takma
  • Zaferi kafana takma
  • Senin suçun olmadığı sürece başarısızlığı kafana takma
  • Sivrisinekleri kafana takma
  • Karasinekleri kafana takma
  • Genel olarak böcekleri kafana takma
  • Anne babanı kafana takma
  • Oğlanları kafana takma
  • Hayal kırıklıklarını kafana takma
  • Zevki kafana takma
  • Tatmini kafana takma
 Üzerine kafa yorulacak şeyler:
  Gerçekte neyi amaçlıyorum?
Aşağıdaki konularda yaşdaşlarıma kıyasla ne kadar başarılıyım:
(a) Öğrenim
(b) İnsanları gerçekten anlayabiliyor muyum ve onlarla anlaşabiliyor muyum?
(c) Bedenimi işe yarar bir araca dönüştürmeye çalışıyor muyum yoksa onu ihmal mi ediyorum?

Candan sevgilerle,
Babacık

25 Aralık 2012 Salı

15 Aralık 2012 Cumartesi

Sodom ve Gomorra

Bir şaheseri bozmak, yaratmaktan çok daha zordur.

İnsanlar, biz kendilerini tanıdıkça, tahrip edici bir karışıma batırılan bir maden gibi, yavaş yavaş, gözümüzün önünde meziyetlerini -bazen de kusurlarını- kaybederler.

İnsan aradığını, orduda dediğimiz gibi, dengini ancak randevuevlerinde bulabiliyor.

Sosyete mensupları kendi soyadlarının sosyal önemi konusunda herkesin kendileri ve kendi muhitlerinin insanlarıyla aynı fikirlere sahip olduğu yanılgısı içinde yaşarlar.

Kafamızda ihtimal dahilindeki bütün fikirleri evirip çevirsek de, gerçeğin kendisi asla bunların arasında yer almaz; gerçek en beklemediğimiz anda, dışarıdan gelerek bize o korkunç iğnesini batırır ve hiç iyileşmeyecek bir yara açar.

En somut yorgunluğun bile, özellikle sinirli insanlarda, bir bölümü dikkate bağlıdır ve sadece hafıza tarafından sürdürülür. Yorulmaktan korktuğumuz an birdenbire bitkin düşeriz; yorgunluğu atmak için, unutmak yeterlidir.

İnsan bekleyiş içindeyken, arzuladığı şeyin yokluğundan ötürü o kadar ıstırap çeker ki, bir başka mevcudiyete tahammül edemez.

İnsan ister zengin olsun, ister sefil bir yoksul; mizaç değişmiyor.

Bekleyiş içinde olduğumuz zaman, sesleri toplayan kulaktan, sınıflandırıp çözümleyen zihne ve oradan da, sonuçlarını bildirdiği kalbe yapılan çifte yolculuk o kadar süratlidir ki, süresini fark edemeyiz bile, doğrudan kalbimizle dinliyormuşuz gibi gelir bize.

Sözü en çok dinlenen hekim hastalıktır; iyiliğe, bilgiye söz veririz sadece; acıya ise boyun eğeriz.

Ölen kişi, çoğu kez başka türden ve daha derin kaynaklı bir cesaretle hayatta olan kişiyi ele geçirir ve onu kendisine benzeyen ardılına, yarıda kesilen hayatının sürdürücüsüne dönüştürür.

Hayatta insanlara karşı duygularımız zamanla, bu insanların bu duyguların içinde ne kadar az yer tuttuğunu fark ettikçe, kalıcı olmasını çok istediğimiz yeni aşkın hayatımızla birlikte kısalarak son aşkımız olacağını gördükçe, hüzünlü duygular olurlar.

Cennetin, daha doğrusu art arda birçok cennetin hayalini çok kurarız; ama bunların hepsi, daha biz ölmeden önce bile kayıp cennetler, içinde kendimizi kaybolmuş hissedeceğimiz cennetler haline gelirler.

Her insanın kusuru, varlığı bilinmedikçe görünmez olan cin gibi kendisine eşlik eder. İyilik, kalleşlik, isim ve sosyete ilişkileri göze görünmezler; onları gizli olarak taşırız.

Her konuda aşırılık kusurdur.

Tabiat, dokuduğu halının deseninde uyumu gözetmekle birlikte, nakşettiği figürlerin farklılığı sayesinde bütünün tekdüzeliğini kırar.

Cottard Patroniçe'ye tatlılıkla şunları söylemişti: "Böyle galeyana gelirsek, yarın ateşimiz 39'a çıkar." Tıp, tedavi edemeyince, zamirlerin anlamını değiştirmekle meşgul olur.

Günümüzde bütün vakitlerini küçük dağları kendilerinin yarattığını düşünmekle geçiren insanların sayısı çok kabarık. 


Çok sevenin cezası ağır olur.

Mesafe denilen şey, uzayın zamana oranından başka bir şey değildir ve zamanla birlikte değişir. Bir yere gitmenin zorluğunu bu zorluk azaldığı anda geçerliliğini kaybeden bir miller, kilometreler sistemiyle ifade ederiz. Sanat da bundan etkilenerek değişir; çünkü iki ayrı dünyaya aitmiş gibi görünen iki köy, boyutları değişen bir manzarada birbirlerine komşu olurlar.

Dedikodu, zihnimizin nesnelerin görüntüsünden ibaret olan yanıltıcı algısıyla oyalanmasına, aldatılmasına mani olur. Dış görünüşü idealist bir filozofun sihirli becerisiyle tersyüz edip bize meselenin hiç tahmin edemeyeceğimiz bir yönünü gösteriverir.

Bilge kişi, şüpheci olmak zorundadır.

Çoğunlukla ıstırabın sonuna kadar gitmeyişimizin nedeni, yaratıcılıktan yoksun oluşumuzdur. En korkunç gerçek bile, ıstırapla birlikte güzel bir keşif hissi de yaşatır bize; çünkü aslında uzun süredir hiç aklımızdan geçirmeden sürekli tekrarladığımız bir şeyi yeni ve açık seçik bir şekle sokar sadece.

Hayatımızın birçok anında, kendi içinde bir önem taşımayan bir güç uğruna, bütün geleceğimizi seve seve feda edebiliriz.


Aşk bitmemiş insandır


Ölüm Sevgi Yaşam

kırabildiğimi sandım derinliği sonsuzluğu
değinimsiz yankısız çırçıplak acımla
kapıları insan eli bilmemiş zindanıma uzandım
öleceğini bilmiş akıllı bir ölü gibi
yokluğundan başka taç giymemiş bir ölü
anlamsız dalgalarına uzandım
kül tutkusuyla emilmiş zehirin
kandan daha canlı göründü yalnızlık bana
bozup dağıtmak isterdim yaşamı
bölüştürmek isterdim ölümü ölümle
vermek yüreğimi boşluğa ve boşluğu yaşama
silmek her şeyi ne cam ne buğu kalıncaya dek
ne önde ne arkada bütün hiçbir şey
çıkarıp attım birleşmiş ellerdeki buzu
çıkarıp attım kemikleşmiş kışını
yürürlükten kalkan yaşama dileğinin
...
Gövdemin Yönünde Göz Alabildiğine

aşk bitmemiş insandır
(Paul Éluard / Şiirler, Çeviri: Sait Maden, Cem Yayınevi/1993) 

13 Aralık 2012 Perşembe

Bir Kitap Hırsızının Hatıra Defterinden Notlar / Rodrigo Fresán



I Bir ara kitap çalmadığım gün geçmezdi. Parasızlıktan değil, okuyacağımız ya da sadece hayranlıkla bakacağımız, elimizde tutup okşayacağımız, sahip olduğumuzu bildiğimizden, artık onların değil, bizim diyeceğimiz onca kitabı almaya asla para yetiremediğimizden.

II Tabii bir de Buenos Aires’in, dünyaya geldiğim, okumayı öğrendiğim kentin kitapçılarından kitap çalmanın Robin Hood’ca bir yanı vardı.

Hali vakti yerinde sayılabilecek bir anne babanın evladı idim. İyi eğitim almış, kendi alanlarında oldukça saygın kişilerdi. Doğum gününde bana kitap alan, kitap almam için para vermekte bir an tereddüt etmeyen bir anne baba. Ama biz Sherwood Ormanları senaryomuza dönecek olursak, kitabevlerinin o hacimli, özenle dizilmiş raflarıyla karşılaştırıldığında benim koleksiyonum minicikti, acınası bir haldeydi.

Daha geçen gün, ‘kitap çalmanın hırsızlığın en bencil şekli’ olduğunu okudum.

Katılmıyorum.

Kitap çalmak aslında edebiyata sporu da sokmaktır. Yazarken ya da okurken hemen hemen her zaman hareketsiz bir durumdayızdır, ya oturur ya da uzanırız. Oysa kitap çalarken beynimizin kasları vücudumuzunkilerle kusursuz bir uyum içinde çalışır. Kitap çalarken düşünür, eyleme geçer, bir anlamda, okuyor ve yazıyoruz oluruz.

Kitap çalarken hem kişi hem de kurgusal bir karakter olur insan.

III Saul Bellow’un Augie March’ın Serüvenleri’nden Roberto Bolaño’nun Vahşi Hafiyeler’ine dek uzanan pek çok kitap hırsızı var edebiyatta. Necronomicon‘u çalıp da H.P. Lovecraft’ın dehşetengiz âlemine düşen lanetlenmiş okurların sayısını unuttum bile. Daha komplike vakalar da var, Joe Orton onlardan biri, halk kütüphanelerinden kitapları aşırdıktan sonra kapaklarını, içindeki ya da arkasındaki tanıtıcı yazıları değiştirip gerisin geri iade ediyor.

Yine de, kurgusal kahramanların ya da kişilerin bu eylemleri rezilce, aşağılık bir şey gibi gelir bize. Çünkü kitap çalmadan önceki anda, tamı tamına o apartma anında, bir kez daha yakayı sıyırdığını, yakalanmadan kitapla birlikte sıyrılıp kaçtığını anladıktan sonraki o coşkulu dakikada hissedilen yoğunluğun başkaları tarafından hissedilmesi olanaksızdır –gene de yazıya dökülse, hünerle kaleme alınsa iyi olur.

IV Kitap hırsızı olarak sanatımın altın yıllarını yaşadığım dönem 1980 ile 1985 yılları arasındaydı. Henüz elektronik alarm sistemleri, bilgisayara geçirilmiş listeleme yöntemleri yoktu. Her şey zanaatkar elinden çıkmış, unplugged, tam anlamıyla sanatsal idi.

Nasıl yapıyorsun diye hiç sormayın, tarif edemem, ama bir anda suç mahallinde belirip kaşla göz arasında kurbanımı saptadıktan sonra içerideki tezgahtarlara karşı beni görünmez kılan bir bulut ya da kutsal haleyle kuşatılırdım adeta. Dünya dışı bir varlık istediğim, arzuladığım her şeyi yapabileceğime dair güç vermiştir bana. Kitabın boyutları kocamanmış, ederi şu kadarmış, vız gelirdi. O kitap benim olmak için orada durur, sevgide asla kusur etmeyecek birinin elleriyle kaçırılacak, odama kadar varacaktır sürgünlüğü. Ona dokunmaya sadece ben hak kazanırdım.

Bir an durdum, arzu ederseniz buna istemsiz yapılan bir hareket ya da savunma mekanizması deyin, ama insan aklına getirdiği anda büyük bir umutla mucizeleri kendi hizmetine sunma hayali kurar ya, işte o durumda kendime şöyle dedim: seçilmiş kişilerden biri olabilirim, evet orası doğru, ama işime gelmeyen, beni yazarlık mertebesine getirecek kadar vazgeçilmez durumda olmayan şu kitap çalma meselesiyle kendimi harcamanın, küçük düşürmenin de alemi yok.

Ama hemen ardından kendi kendime şöyle düşündüm: bütün kitaplar vazgeçilmezdir, bu yüzden hepsi çalınmayı hak ederler.

V Bugün gençliğin artık kartpostallardaki hatırasıyla yüklü, merak ve hüzünle anımsadığım o edimleri zaman içinde yavaş yavaş toplamaya koyuldum.

Richard Ellmann imzalı kalınca bir James Joyce biyografisini herkesin gözü önünde arakladım.

Kışın kış olduğu bir sabah eski dostum, aynı zamanda rakibime, kitap hırsızlığında ehil sahibi o kişiye meydan okudum, son bir sınavdan geçecektik.

Onunla birlikte Buenos Aires’te yol boyunca sıralanmış kitapçılarıyla meşhur Corrientes Caddesi’nin bir ucunda konuşlandık. Galiba o kitapçılar hala orada ama ben bu satırları çok uzaklardan yazıyorum. İkimiz caddenin bir ucunda, önceden yazı tura ile belirlenmiş hedefimize doğru yollandık. Proust’un Yitik Zamanın Peşinde’sinin yedi cildini çalacaktık. Yayın tarihi sırasına göre.

Ben görevimi başardım, o başaramamıştı. Dostluğumuz bir daha asla eskisi gibi olmayacaktı.

VI Zamanla daha sofistike teknikler geliştirmeye başlamıştım, paltomun içinde bir gizli cep vardı. En iyi sonuçları veren bu teknikte çalacağın kitabı seçiyor kitapçının ıssız bir köşesine çekiliyorsun, kitabın içine kendi adını yazdıktan sonra kasiyerlerden birine gidip ‘bana hediye gelen’ kitabı gösteriyor, başka bir kopyasının olup olmadığını, fiyatını soruyorsun, iç geçirerek ‘çok pahalıymış, bendeki kitabı ona ödünç veririm olur biter’ diyor, F.Scott Fitzgerald’ın (‘Toplu’ ya da ‘Bütün Eserleri’ kategorisi çalınmaya o kadar hazır ki) bana ait Toplu Öyküler’ini orada bırakmakla bir anda her şey yasal bir konuma geçiyor ve benim oluyordu. Bazen eğer çalınacak kitabın yazarı yakınlarda bir yerde hala yaşayan biriyse kitabı sevgi ve şükranla kendi adıma imzalamakta hiç tereddüt etmiyordum.

VII Tabii birkaç kere de işler olması gerektiği gibi gitmemiş, son anda altın kalkanın koruması kalktığında peşimde bir görevli caddede koşa koşa kaçmak zorunda kalmıştım.

Ceketimin cebinde Otomatik Portakal kaçtığımı, köşeyi dönüp gişenin üzerine paraları fırlatıp Kamçılı Adam’ın gösterildiği bir sinemaya dalıverdiğimi hatırlıyorum.

Daha önce defalarca görmüş ezberlemiştim, gösterim çoktan başlamıştı ama arkeoloji hazinelerini büyük bir maharetle aşıran bir hırsızın genç bir hırsızı saklamasında şiirsel, hatta duruma son derece uygun düşen bir şeyler vardı, diye düşünmüştüm o zamanlar.

VIII Geçmişte yaptıklarımı düşünüyorum da, Burgess/Spielberg olayını sonun başlangıcı olarak görmek benim için çok kolay.

Bir süre daha kitap çalmaya devam ettim. Ama eskisi kadar zevk vermiyordu artık. Kendime olan güvenim azalmıştı. Belirsizlik.

Çok geçmeden ilk öykü koleksiyonumu yayınladım, sonra, bir kitap fuarında, kitap hırsızlarının o sanal olimpik stadyumlarından birinde, ilahi an gelip çattı. Bir çocuğun kitaplarımdan birini çaldığını, sonra da imzalamam için bana uzattığını fark ettim. İlk sayfaya, ‘Yazdığım kitabı okumak için aşıran birini görme zevkini bana yaşatmış olan Falanca’ya,’ diye yazdım.

Çocuk yazdıklarımı okudu, gururla utanç karışımı bir bakış fırlattı bana. Utançtan çok gurur vardı yüzünde.

Dönüş ihtimali olmayan öteki tarafa gittiğimi o vakit anladım. Otomatik Portakal’ın sonundaki çete elemanı Alex gibi, artık tümüyle, maalesef bir daha eski haline dönemeyecek kadar ‘iyileşmiş’ durumdaydım.


Granta 118
Çeviren: Semih Aközlü
fazabbas.blogspot.com