8 Temmuz 2013 Pazartesi

Thomas Bernhard Beton

İnsanlar zihni izleyip ele geçirmek,onu mahvetmek için buradalar, kafanın zihinsel bir çabaya hazır olduğunu hissediyor ve bu zihinsel çabayı henüz filizlenirken boğmak için yolculuğa çıkıyorlar.

Anne baba ufak bir çocuk yapar ve böylece dünyaya bir canavar kazandırırlar.

Kulak kabartıyor, ama bir şey duymuyordum. Evin çevresinde komşu evleri olduğu halde hiçbir şey duyulmuyordu. Sanki şu dakikada her şey ölmüştü. Bu durum birden hoşuma gitti ve onu mümkün olduğu kadar uzatmayı denedim. Dakikalarca bu durumu uzatıp, çevremdeki her şeyin kesinkes ölmüş olduğu tahayyülünün tadını çıkarttım.

Ortaya çıkmış ve işimi ve sonuçta da beni nerdeyse mahvetmişti. Kadınlar ortaya çıkar ve birine yapışıp onu mahvederler. Ama onu çağıran ben değil miydim?

Gerçek zaten her zaman en korkunç olan şey, ama gene de yalana, kendi kendini aldatmaya dayanacağına gerçeğe dayanmak her zaman daha iyi.

Bizim gibiler bir yandan yalnız kalamazlar, öte yandan da bir topluluğa dayanamazlar, bizi ölesiye sıkan erkek topluluğuna dayanamaz, ama kadın topluluğuna da dayanamazlar, erkek topluluklarını ben bırakalı onlarca yıl oldu, çünkü hiçbir şey vermez, kadın topluluğu ise kısa süre sonra sinirime dokunur.

Bugün gene kafama dank etti; birine gereksinimimiz var mı yoksa gereksinimimiz yok mu hiç bilemeyiz ya da aynı zamanda birine gereksinimimiz var mı yok mu ve hiçbir zaman gerçekte neye gereksinimimiz olduğunu asla bilmediğimiz için mutsuzuzdur.

Düşünceyi duyurmak suçların en zararlısıdır ve ben bu en zararlı suçu birçok kez işlemekten kaçınmadım.

İyi dünya denilen dünya bütünüyle ikiyüzlü, bunun tersini ilan eden ve hatta buna inananlar ise rafine bir insanteper ya da affedilemez bir ahmak. Bugün biz yüzde doksan bu insanteperler ve yüzde on affedilemez ahmaklarla uğraşmaktayız. Ne birine ne de ötekine yardım edilebilir.

Dünya her şeyi karşılayacak kadar zengindir gerçekten, ama bunu dünyayı yöneten politikacılar tamamen bilinçli olarak engelliyorlar. Yardım çığlıkları atıyorlar ve her gün milyarları silah için harcıyorlar ve utanmıyorlar.

Kitle köpekten yana, çünkü kendileriyle yalnız kalma çabasını görmek istemiyor.

Vaktiyle bu insanlar hakkında gerçekten düşünürüz ve birden onlardan nefret ederiz, onlardan nefret etmek dışında başka türlü davranamayız ve onları uzaklaştırırız ya da tersine bir anda biz onları tam anlamıyla gördüğümüz için, onlardan uzaklaşmak zorunda kalırız ya da tersi.

Ne kadar çok hüzünle karşılaşıyoruz, dedim kendi kendime, eğer görebiliyorsak, başkalarının hüznünü ve mutsuzluğunu görüyoruz.

Cümleler kafamızdayken, diye düşündüm, onları kağıda geçirmemizin garantisi yoktur. Cümleler bizi ürkütür, önce düşünce bizi ürkütür, sonra cümle, sonra cümlenin yazmak istediğimizde muhtemelen artık kafamızda olmayışı.

Bir konuya takılırız ve yıllarca ona takılı kalırız. Onlarca yıl ve bu konunun her durumda bize baskı yapmasına izin veririz. Yeterince erken başlamadığımız için ya da yeterince erken başladığımız için. Zaman hepimizi mahvediyor, ne yaparsak yapalım.

Gerçekten de biz bizden daha mutsuz olan bir insanın yanında hemen düzeliyoruz. Ve hastalığımız, hem de ölümcül hastalığımız bile bir anlam taşımıyor.

Kendimizi biz yapmadık.



19 Haziran 2013 Çarşamba

Leviathan - Thomas Hobbes


 
Leviathan Latincede Civitas diye adlandırılan devlettir ve bu devlet insan ederi yapay bir yaratıktır. Tıpkı insana benzer ama ondan daha büyük ve daha güçlüdür, çünkü insanları korumak ve savunmak için yaratılmıştır. Bu insan yapısı yaratıkta üstün egemen güç onun ruhunu temsil eder, yargı, yürütme görevlerini yapan yargıçlar, memurlar ve diğer görevliler bu yaratığın hareket etmesini sağlayan yapay eklemleridir. Egemenlik kavramının içinde yer alan cezalandırma ve ödüllendirme mekanizması bu yaratığın sinir sistemini oluşturur.





Doğal Yaşama Dönemi

Eşit olan insanlar amaçlarına ulaşmada da eşit istek ve umut besleyeceklerdir. Bu nedenle aynı şeyi ele geçirmek isteyen iki insan, o şeye birlikte sahip olamayacaklarından birbirlerine düşman olacaklardır. Aynı amaç peşinde koşan insanlardan her biri diğerini ortadan kaldırmaya ya da ona hükmetmeye çalışacaktır. İnsanların hepsine ortak amaç ise, önce varlıklarını korumak ve sürdürmek ve ondan sonra da beğendikleri şeyleri ele geçirmektir. Bunun için iyi bir ürün alan, iyi bir şey üreten, iyi bir yere sahip olan her insanın karşısına, her zaman onun emeğinin ürünlerini almak, onu öldürmek isteyecek başkası ya da başkaları çıkacaktır. Ne var ki bu saldırganlar da ele geçirdikleri değerlere, ancak kendilerinden daha güçlü birinin gelip onu ellerinden alıncaya dek sahip olabilecektir.

İnsanlar arasındaki mücadeleyi Hobbes üç nedene bağlar: Rekabet, güvensizlik ve herkesten üstün olma tutkusudur bunlar.

Herkesin herkesle savaş halinde olduğu bir ortamda adaletten söz edilemez, çünkü böyle bir ortamda hiçbir şey adalete aykırı sayılmaz, adil olan ve olmayan ayrımı yoktur. Herkesin boyun eğeceği ortak bir iktidarın bulunmadığı yerde yasa yoktur, yasanın olmadığı yerde adil olan ve olmayan ayrımı yoktur. Şiddet, hile ve kurnazlık savaş halinin temel ilkeleri sayılır. Adalet insanın doğal yetenekleri arasında yer almaz, tek başına yaşayan bir insan için adalet bir anlam taşımaz, ancak toplum içinde yaşayan insan için adalet kavramı bir değer ve anlam taşır.

Sosyal Sözleşme

İnsanların aralarında yapacakları anlaşmanın koşulları doğal yasalar olarak belirlenir. Doğal yasa aklın bulduğu genel kurallardır ve doğal yasa insana yaşamını sürdürebilmesi ve korunabilmesi için yapması ve kaçınması gerekenleri gösterir.

Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma..

Siyasal Sözleşme

Hobbes, bir iktidarın toplumdaki tüm insanların bütün yetki ve güçlerini bir kişiye ya da bir meclise devretmeleriyle kurulacağını söyler. Bunun için de insanlar aralarında şöyle bir sözleşme yapacaklardır: “Ben bu kişiye ya da meclise kendi kendimi yönetme hakkımı terk ediyorum, ancak sen de aynı kişi ya da meclis lehine hak ve yetkilerini terk edeceksin.”

Egemen güç yapılan sözleşmeye taraf olmadığı için, sözleşme hükümlerine aykırı hareket etmesi söz konusu olamayacağı gibi, hiçbir koşulda da bağlı değildidir; bu nedenle sözleşmeye aykırı hareket ettiği ya da  öngörülen bir koşula uymadığı gerekçesiyle devletin egemen gücün emirlerine uyulmaması düşünülemez.

Egemen gücün haksız davrandığından, adalete aykırı hareket ettiğinden yakınılamaz ve bu yolda bir iddia ileri sürülemez, insanlar kendi iradeleri ile tüm hak ve yetkilerini devrettikleri kişinin ya da meclisin iradesine uymayı kabul etmişlerdir. Onun adile dediğini adil, iyi ve doğru dediğini de iyi ve doğru kabul etmeyi kararlaştırmışlardır. Bu nedenle egemen gücün sahibinin cezalandırması ya da öldürülmesi söz konusu dahi edilemez.

Hukukun tek bir kaynağı vardır, o da egemen gücün iradesidir. İnsanlar barış ve güvenlik için yapay yaratık devleti yaratmakla kalmamışlar, aynı zamanda yasa denen yapay zincirleri de yaratmışlardır ve yaptıkları anlaşmayla bu zincirin bir ucu egemen kişinin ya da meclisin dudaklarına, diğer ucunu da kendi kulaklarına bağlamışlardır. Kuşkusuz yasaların hedefi insanların tüm davranışlarını kısıtlamak değildir, onların birbirlerine kötülük yapmalarını önlemektir, yasa izlenecek yolu gösterir, yoksa tüm yolları tıkamaz.

Özgürlük, insanların davranışlarını kısıtlayan dış engellerin bulunmasıdır. Özgür insan da zeka ve gücünün elverdiği ölçüde dilediğini yapan kişidir. Yasa insanın davranışlarını sınırladığına göre, devlet düzeni içinde kişinin ancak yasanın yasaklamadığı şeyleri yapmak ve yalnızca onları yapmak özgürlüğü vardır.

Devletin Görevi

Egemen gücün toplumun mutluluğu için yerine getireceği bir görevi “iyi yasa”lar yapmak olacaktır. İyi yasa ise, “halkın iyiliği için gerekli olan yasadır.” Yasalar kolay anlaşılır; açık ve seçik ifadeli olmalıdır.


Egemen gücün görevlerinden biri de iyi danışmanlar seçmesi ve işlenen suçun ağırlığına göre ceza vermesidir.

6 Haziran 2013 Perşembe

Düşünen Adam


Heykeli tımarhaneye, kendisi hapishaneye konulan bir ülkede "Düşünen Adam" nasıl yetişsin? 
Mehmed Selahaddin Şimşek

31 Mayıs 2013 Cuma

Ruhun bütün dünyadır. Sıddhartha-Hermann Hesse



Ruhun bütün dünyadır

Kişi kaynağı kendi Ben’inde bulabilmeli, ona sahip olmalıydı. Bunun dışındaki her yol bir avuntu, bir sapma, bir yanılgı idi.

Alışveriş yapan iş adamları, ava giden prensler gördü. Ölülerine ağlayan yaslılar, vücutlarını veren fahişeler, hastalara bakan doktorlar gördü. Tohum atma gününü seçen rahipler, sevişen aşıklar, çocuğunu yatıştıran anneler gördü. Hiç biri, bunların hiçbiri bir göz atmaya değer şeyler değildi; her şey yalandı, her şey fesat kokuyordu; bunların hepsi duyuların aldanması, mutluluk ve güzelliğin sadece bir görüntüsü idi. Hepsinin yazgısı çürümekti. Dünyanın asıl tadı acı idi. Yaşam acı çekmekti.

Bir kimse öğrenmek istediği bir şeyi okurken harflerden ve noktalama işaretlerinden nefret etmezi onlara görüntüler, rastlantı sonucu karşımıza çıkmış şeyler diyemez, onları okur, inceler, harf harf sever onları.

İnsan aşkı dilenebilir, satın alabilir, aşk ona armağan edilmiş olur, ya da aşkı sokaklarda bulmuş olabilir, fakat aşk hiçbir zaman çalınamaz.

İnsanların çoğunun çocuk gibi ya da hayvan gibi bir yaşam sürdüklerini görüyor, onları hem seviyor hem de onlardan nefret ediyordu. Kendisi için en önemsiz en değmeyecek şeyler için onların kendilerini tükettiklerini, acı çektiklerini, yaşlanıp kocadıklarını görüyordu; bunlar para, küçük zevkler, ün gibi şeylerdi.

Unutuşu, hareketsizliği, ölümü arzuluyordu. Keşke ona bir yıldırım çarpsaydı! Bir kaplan gelip onu yeseydi! Ona her şeyi unutturacak, onu hiç uyanmamasına uyutacak bir yabanıl ot, bir zehir olsaydı!

 Siddhartha, Hermann Hesse, Yankı Yayınları, 1973

28 Mayıs 2013 Salı

Mekkeye Giden Yol - Muhammed Esad (Leopord Weiss)




Hayatı korumak öyle zor ki… O her zaman Allah’ın bir lütfudur., şaşkınlık veren bir hazinedir.

Arabistan’daki telakkiye göre, kahvenin iyi olması için o “ölüm gibi acı, kadın gibi sıcak” olmalıdır.

Anladım ki artık, manevi cepheye hitap eden gerçek bir tanrı fikri yoktur. Her şey konfordan ibaret. Şüphesiz dini nizamı düşünen ve ahlak inançlarını, medeniyetin ruhuyla uzlaştırmak için ümitsiz bir gayret sarf edenler vardı.

Hayatımız ne derece şaşkın ve bedbaht bir hale gelmişti. Birbirine şiddetli bir kin besleyen bu insanlar arasında gerçek birlik hiç yok gibiydi. Toplulukta ve milletçe her yerde histerik bir ısrar vardı. İçgüdülerimizden ne kadar uzaklaşmıştık. Ruhlarımız ne derece yavanlaşmış, daralmıştı.

İnanç eksikliği veya daha çok inanamamak, zamanımızın en esaslı hastalığıdır.

Bir daha aramızdan bir Beethoven, bir Rembrandt çıkmayacak. Bunun yerine, şimdiki gibi ümitsiz, karanlıkta körü körüne yürüyen “ifadenin yeni şekilleri” gibi cereyanları karşı fikirler ve titizlikle uydurulmuş prensipler arasında çırpınan acı doktrinleri göreceğiz.  Makinelerden ve gökleri tırmalayan soğuk binalardan ibaret medeniyetimiz, ruhlarımızın bu bozulan birliğini boş yere tamire uğraşıyor.


Garplının dünyası, tarihinin dünyasıdır. Ebediyen kazanmak, mesut oluş ve sonu gelmez kaybedişe giden bir dünya. Sükutun hazzı eksiktir, zaman bir düşman, daima şüphelerle gölgelenen bir düşmandır. Ve hal, hiçbir zaman ebediliğin akislerini taşımaz.

Karışıklık ve çırpınışlar içinde bir dünya: İşte batı dünyamız. Yakan, yıkan, kan döken bir dünya. Misli görülmemiş bir zorbalık, içtimai müesseselerin çökmesi, ideolojilerin çarpışması hayata çıkan yeni yollar uğrunda yapılan her yere yayılmış amansız bir kavga; işte zamanımızı karakterize eden vasıflar.

“ İlerdeki talebeleri görüyor musun?” diyordu “Onlar Hindistan’da bulunan kutsi ineklere benzer. İşittiğime göre, bu inekler caddede buldukları bütün basılı kağıtları yerlermiş.. Bunlar da asırlar boyunca yazılmış olan kitapların basılmış sayfalarını yutarlar. Hazmetmezler fakat, tıpkı inekler gibi. Kendilerini düşünmezler hiç, okur tekrarlar, okur tekrar ederler; onları dinleyen talebeler de okuyup tekrarlamayı öğrenir, nesiller boyu..

Şuna katiyetle emin oldum ki, Müslümanların çöküntüsü, İslamiyet’e inanmaktan değil, ondan uzaklaşmaktan ileri geliyor.

Arabistan’dan zuhur eden Peygamber (İLİM PEŞİNDE KOŞMANIN HER MÜSLÜMAN İÇİN MUKADDES OLDUĞUNU) açıklamış.

Kralların ve kilise asillerinin yıkanmayı kaba bir lüks saydıkları zamanlarda, en fakir müslümanın evinde bir hamam bulunurdu.

Hiç değişmeyen bir hayat: Dün, bugün ve yarın hep aynı.

Ve şimdi, körlüklerinin gururu içinde bu insanlar, medeniyetlerini dünyaya ışık ve saadet getireceğine inanıyorlar. 18 ve 19 uncu asırda hristiyanlığı cihana yaymayı düşündüler. Fakat şimdi bu dini ateş de söndü. Öyle ki, artık dine, teskin eden tali bir müzikten daha fazla kıymet vermiyorlar. O, sadece medeniyete refakat edebilir, fakat “hakiki” hayata tesir edemez. Çünkü onlara göre bütün beşeri meseleler; fabrika, laboratuar ve istatistik masalarında çözülebilir.

“Fakat benimle nasıl evlenebilirsin sen?” diye ısrar ediyordu. “26 yaşında yoksun şimdi. Bense 40 dan fazlayım. Düşün: Sen 30 a gelince ben 45 yaşına gireceğim. Sen kırk yalına girince de ihtiyar bir kadın olacağım.”
Güldüm. “Ne ziyanı var?” dedim. “Ben istikbali sensiz tasavvur edemiyorum.”
Sonunda mağlup oldu.

Kurana göre, Allah insandan körü körüne tabi olmayı istemez. Daha ziyade onun zekasına hitap eder. O, insanın kaderine ona şah damarından daha yakındır.


15 Mayıs 2013 Çarşamba

Türklere Yönelik Türkçe ve Yabancı Dillerde Ayrımcı Deyiş, Deyim ve Atasözleri

Abdulhamid Han üzerine Avrupa basınında çıkan karikatürlerden biri
"Türk'ün kara bahtına tüküreyim."(1)
Yabancı Dillerde:
  • "Anneciğim, Türkler geliyor." ("Mamma li Turchi"): Türkleri korkunç olarak gösteren ırkçı bir İtalyanca deyiş.
  • "Bir ite bir de Türk'e güvenilmez.": ("Keru i Turčinu nikad ne veruj"): Irkçı bir Sırpça deyiş.
  • "Bir Türk aptal değilse, o Türk değildir." ("Если турок не придурок – значит он не турок"): Türklere yönelik ırkçı bir Rusça deyiş.
  • "Bir Türk gibi bencil" ("Ljubomoran kao Turčin"): Daha çok yaşlı nesil tarafından kullanılan, dolayısıyla unutulmaya yüz tutmuş ırkçı bir Sırpça deyiş.
  • "Bir Türk vaftiz edildi!" ("Tgħammed Tork!"): Malta'da, az rastlanır bir olayı betimlemek için kullanılan ayrımcı bir deyiş.
  • "En iyi Türk, ölü Türk'tür.": ("Τουρκος καλος μονο νεκρος"): Kıbrıs Cumhuriyeti'nde askeri talim sırasında kullanılan ve 2008 yılında alınan bir kararla yasaklanan ırkçı bir deyiş. Türkiye'de Kürtlere karşı da dillendirilecek bu deyiş, ilk olarak, Amerika Birleşik Devletleri'nde George Armstrong Custer'ın generali Philip Sheridan tarafından 1868'de katlettiği Kızılderililer için söylenmiştir.
  • "Eşek Türk!" ("Tork-e khar"): İlk önce Osmanlı Türkleri, daha sonra İranlı Azerileri aşağılamak için kullanılan ırkçı bir Farsça deyiş.
  • "Gerçek bir Türk" ("C'est un vrai Turc"): Kaba ve acımasız insanları betimlemek için kullanılan ırkçı bir Fransızca deyiş.
  • "Neden ters bakıyorsun, Türk'ün domuz etine baktığı gibi?" ("Ի՞նչ ես թարս նայում, ոնց որ թուրքը խոզի մսին նայի"): Kötü kötü bakan kişiyi betimlemek için kullanılan ırkçı bir Ermenice deyiş.
  • "Onu eve alma, o bir Türk." ("لا تدع له في البيت وهو الترك"): Birisini hırsızlıkla itham ederken kullanılan ırkçı bir Arapça deyiş.
  • "(Öfkesinden) Türk oldu." ("Εγινε Τούρκος"):  Aşırı öfkelenen birini tanımlamak için kullanılan yaygın bir ırkçı Yunanca deyiş.
  • "Seni Türk!" ("Măi, turcule"): Cahil birini betimlemek için kullanılan ırkçı bir Rumence deyiş.
  • "Türk" ("Turk"): Flemenkçe'de "Türk" kelimesi, kirli, barbar ya da kana susamış anlamında kullanılabilmektedir.
  • "Türk" ("Turco"): İspanyolca'da "Türk" kelimesi, birini aşağılamak için kullanılabilmektedir.
  • "Türk" ("Tork"): Malta'da "Türk" kelimesi, doğası gereği korkulan ve istenmeyen kişiyi betimlemek için kullanılabilmektedir.
  • "Türk" ("турок"): Rusça'da "Türk" kelimesi, cahil birini betimlemek için kullanılabilmektedir.
  • "Türk" ("Turci"): Sırpça'da "Türk" kelimesi, kadınlara haksız ve eşit olmayan bir şekilde davranan geleneksel erkek tipini betimlemek için kullanılan ırkçı bir deyiştir. Günlük dildeki kullanım yaygınlığı az olsa da, hakaret etmek için kullanılan bu sözün anlamı taraflar tarafından açıklama gerektirmeden anlaşılabilmektedir. Bu noktada açıkça ırkçı olan durum, onaylanmayan bir davranış şeklinin belli bir ulusal kimlikle eşleştirilmesidir.
  • "Türk" ("Turoc"): Ukranyaca'da "Türk" kelimesi, Ruçca'da olduğu gibi, "aptal" kelimesinin eş anlamlısı şeklinde kullanılabilmektedir.
  • "Türk'e benzemek" ("eruit zien als een Turk"): Kirli ya da iğrenç anlamında kullanılan ırkçı bir Flemenkçe deyiş.
  • "Türk evi" ("թուրքի տուն"): Düzensiz ve kirli bir yeri betimlemek için kullanılan ırkçı bir Ermenice deyim.
  • "Türk gibi" ("à la turque"): Bir kişi ya da şeyle pervasız bir şekilde ilgilenme anlamına gelen ırkçı bir Fransızca deyiş.
  • "Türk gibi (araba) sürmek" ("rijden als een Turk", "Vozi kao Turčin"): Kötü araba kullanmak anlamına gelen ayrımcı bir Flemenkçe ve Sırpça deyim. Örneğin, ünlü bir Sırp müzik grubunun Batı'da gerçekleşen kötü şeyleri anlattığı "Batı'da Yeni Bir Şey Yok" ("Na Zapadu Ništa Novo") adlı parçasının sözleri arasında şu cümleye rastlanır: "Yorgun bir Türk araba kazasına neden oldu." ("Umımi Turčin izazvao sudar.")
  • "Türk gibi güçlü" ("Fort comme un Turc"): Türklere yönelik pozitif ayrımcı bir Fransızca deyiş. Miguel de Cervantes, 1605 yılında yayımlanan Don Kişot adlı eserinde, bu deyimi bir kadını betimlemek için şu şekilde kullanmıştır: "Yaklaşık on beş yaşında dedi Sancho, ama bir mızrak kadar uzun, bir Nisan sabahı kadar taze ve bir Türk gibi güçlü."(2)
  • "Türk gibi kara" ("Crn kao Turčin"): Her ne kadar günlük dilde hakaret etmek için kullanılmasa da, bu ırkçı Sırpça deyiş, ten rengi esmer olan insanlara yönelik olarak ve Balkanlar'daki beş yüzyıllık Osmanlı Devleti işgali döneminde sarışın olan Slav ırkının Türkler tarafından "kirletildiği" düşüncesi üzerinden dile getirilmektedir.
  • "Türk gibi küfretmek" ("Bestemmia come un Turco"): Irkçı bir İtalyanca deyim.
  • "Türk gibi mi görünüyorum?" ("هل أبدو مثل الترك"): Türklere yönelik ırkçı bir Arapça deyiş.
  • "Türk gibi pis kokmak" ("Puzza come un Turco"): Irkçı bir İtalyanca deyim.
  • "Türk gibi sigara içmek" ("puši kao Turčin / пуши ко Турчин", "Fumare come un Turco", "Fumer comme un Turc", "a fuma ca un turc", “Καπνιζει σαν Τουρκος”): Çok sigara içen birini betimlemek için kullanılan yaygın bir ırkçı Sırpça, İtalyanca, Fransızca, Rumence ve Yunanca deyim.
  • "Türk gibi sinirli olmak" ("Sint som en tyrker"): Türklere yönelik ırkçı bir Norveççe deyim.
  • "Türk ile dostluk yap, ama sopayı elinden bırakma, her an ısırabilir." ("Թուրքի հետ ընկերություն արա, բայց փայտը ձեռքիցդ բաց մի թող"): Türklerle dostluk kuran Ermenilere yönelik ırkçı Ermenilerin kullandığı, "Türk'ün dostluğu menfaatleri bitene kadardır, daha sonra zarar verir." anlamına gelen ırkçı bir Ermenice deyiş.
  • "Türk kafası" ("Tete de Turc"): "Günah keçisi" anlamına gelen pozitif ayrımcı bir Fransızca deyim.
  • "Türk mezarlığının yanından geçer gibi geç." ("Prolazi kao pored turskog groblja"): Söz konusu kişi ya da şeyin görmezden gelinmesi, ona kayıtsız kalınması gerektiği anlamına gelen ırkçı bir Sırpça deyiş.
  • "Türk müsün?" ("թուրք ե՞ս"): "Aptal mısın?" anlamında kullanılan ırkçı bir Ermenice deyiş.
  • "Türk müyüm?" ("Mela jien xi Tork, jew?"): Malta'da, bir gruptan dışlanıldığı zaman kullanılan ayrımcı bir deyiş.
  • "Türk, Türk kalıyor." ("Թուրքը թուրք է մնում"): "Türk değişmez, hep barbar kalır." anlamında kullanılan ırkçı bir Ermenice deyiş.
  • "türken": Büyük harfle başladığında "Türkler" anlamına gelen bu Almanca fiil, aldatmak anlamına gelmektedir.
  • "Türkler geliyor!" ("Die Türken kommen!"): Yakın bir tehlikeye işaret etmek için Avusturya'da kullanılan ayrımcı bir deyiş. Tarihi yüzyılları bulan bu ayrımcı deyişin özgün versiyonu: "Hava çoktan karardı, Türkler geliyor, Türkler geliyor!" ("Es ist schon dunkel. Türken kommen, Türken kommen!")
  • "Türkler nereye, küçük Mujo oraya!" ("Kud svi Turci, tu i mali Mujo"): Türklere ve Bosnalılara yönelik bu yaygın ayrımcı Sırpça deyiş, kendi başına düşünemeyen kişinin kalabalığı takip edeceği anlamında kullanılmaktadır. Bu deyişte kalabalık, Türkler üzerinden ifade edilirken aptal kimseyi betimleyen Mujo, Bosnalılarla ilgili şakalarda kullanılan yaygın bir isimdir.
Osmanlıca ve Türkçe:
  • "Beyaz Türk": Türkiye'nin büyük metropollerinin çeperlerine yığılan yoksul kitleler ve onların sahip oldukları kültürü, sınıfsal ve etno-politik anlamda aşağılayarak kendisini "ulusun asıl temsilcisi", "devletin sahibi", "gerçek Türk" olarak ilan eden seçkinci bir kesimin neo-liberalizmin yükselişe geçtiği 1980'ler sonrası kendilerini tanımlama ve "ötekileri" dışlama, hor görme söylemi. Son yıllarda ortaya çıkan bu sınıfsal ve etno-politik ırkçılık hakkında, Hamit Bozarslan şunları yazar: "Türkiye'de bundan birkaç yıl önce kendilerini "beyaz Türkler" olarak tanımlayan ve "devletin sahibi" olarak gösteren seçkinci bir kesim, kentleri "işgal etmiş olan" kitlelerin "millet değil illet" olduğunu söylemekten çekinmiyordu."(3)
  • "Bir Türk, dünyaya bedeldir.": 1930'larda, Türklük tanımlamasında ırka yapılan vurgu keskinleşti. 1931'de kurulan Türk Tarih Kurumu, Türklerin Orta Asya'dan gelen ve Hitit ve Sümerliler de dahil olmak üzere birçok medeniyetin kurucusu olan savaşçı (warrior) ve efendi (master) bir ulus olduğunu savunan Türk Tarih Tezi'ni ortaya attı. Benzer bir şekilde, 1932'de yılında kurulan Türk Dil Kurumu, Türkçe'nin bütün dillerin temelini oluşturduğunu savunan Güneş-Dil Teorisi'ni yayımladı.(4)
  • "Etrak-ı bî-idrak": "Anlayıştan yoksun, cahil Türk" anlamına gelen ve Osmanlı Devleti döneminde yönetici seçkinlerin (askeri), reaya içindeki göçebe Türkmenlere yönelik olarak kullandığı ayrımcı bir deyiş. Örneğin, Evliya Çelebi "Seyahatname"de Anadolu Türklerinden "Etrak-ı bî-idrak" şeklinde bahsetmektedir.(5) Dahası, 20. Yüzyıl'a kadar etnik anlamıyla "Türk" kelimesi, Osmanlı siyasal seçkinleri tarafından aşağılayıcı bir şekilde, "kaba köylü" anlamında kullanılmıştır.(6) Nitekim, Osmanlı Devleti'ne "Türkler" olarak seslenenler, Batılı siyasetçi, tarihci ve yazarlardı.(7) Yine, Ziya Gökalp, 1913'de Türk Yurdu Dergisi'nde, "şehrîlerin tarih kitaplarında kavîm isimleri(ni) daima Etrak-ı bî-idrak, Ekrad-ı bed-nihad gibi tahkirli şekillerde" yazdığını belirtmektedir.(8)
  • "Etrak-ı napak": "Temiz olmayan, pis Türkler" anlamına gelen bu ırkçı deyiş, Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından kullanılmıştır. "Etrak-ı napak" deyişi de, Evliya Çelebi'nin "Seyahatname"de Anadolu'da yaşayan Türkleri betimlemek için kullandığı kavramlardan biridir.(9) (Evliya Çelebi'nin diğer milletleri betimlemek için kullandığı deyişler için bknz: Not: 10)
  • "Her Türk Asker Doğar!": Türklerin, asker bir millet olduğu mitini yeniden üreten pozitif ayrımcı bir deyiş.(11)
  • "Millet-i mahkure": Osmanlı Devleti'nde kendisini "millet-i hakime" olarak gören askeri sınıf, Türkleri "aşağı/alt millet" anlamına gelen "Millet-i mahkure" terimi ile tanımlıyordu.
  • "Türk ata binse bey olur."(12): Tüklerin efendi ve savaşçı bir millet olduğu mitini destekleyen bir atasözü.
  • "Türk karır, kılıcı kararmaz.": Türkçe'de "Türk ihtiyarlığında genç gibi kılıç kullanır"(13) anlamına gelen ve "asker millet" mitini yeniden üreten pozitif ayrımcı bir atasözü.
  • "Türk'e paşalık vermişler, önce babasını asmış.": Sonradan dönüşerek Romanlara karşı kullanılan bu ayrımcı atasözünün özgün hali, burada görüldüğü şekliyle aslında Türklere yöneliktir. Bu atasözü, 16. ve 17. Yüzyıllarda Osmanlı toplumunda ortaya çıkan, Osmanlı Devleti'nin Şeyh Celal İsyanı (1519) üzerinden Alevi ve Türkmen kimlikleriyle özdeşleştirdiği Celali İsyanları'nın sonucudur ve ona atıf yapar.(14)
  • "Türk-i bed-lika": "Çirkin suratlı Türk" anlamına gelen bu ırkçı deyiş, Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından kullanılmıştır.
  • "Türk-i sütürk": Farsça "büyük", "heybetli" anlamına gelen "sütürg" kelimesi", Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından "Azgın Türk" anlamında kullanılmıştır.
  • "Türk'ün bildiğini tilki bilmez."(15): Türkleri "kurnaz" ve "akıllı" olarak gösteren pozitif ayrımcı bir atasözü.
  • "Türkiye Türklerindir!"Kurulduğu 1948 yılından beri Türkiye'nin en çok satan gazetelerinden biri olan Hürriyet'in değişmeyen ayrımcı sloganı.
  • "Türk'ün aklı sonradan gelir."(16): Türkçe'de kullanılan özeleştirel bir deyiş.
  • "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur.": Hayali ya da gerçek iç ve dış düşmanların varlığını süreklileştirerek uluslararası alanda yalnızlaşma ve ulusal ölçekte paranoya üreten Türk milliyetçiliğinin kurucu mitlerinden birisi.
 I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ne Karşı Bir Çarlık Rusya Propoganda Afişi

Abdulhamid Han üzerine Avrupa basınında çıkan karikatürlerden biri

1. Kemal Tahir, Kurt Kanunu, 1969.
2. Miguel de Cervantes, Don Quixote, trans. John Ormsby, The Pennsylvania State University, 2000, Chapter XIII., s. 463.
3. Hamit Bozarslan, Ortadoğu'nun Siyasal Sosyolojisi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 110.
4. Ayşegül Altınay, The Myth of the Military Nation, NY: Palgrave Macmillan, 2004, s. 20 - 21.
5. Ülkü Çelik Şavk, Sorularla Evliya Çelebi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Basımevi, 2011, s. 22.
6. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Alkım Yayınevi, 25. Baskı, 2006, s. 62.
7. Örneğin, 1513'te kaleme aldığı "Prens" adlı eserinde Machiavelli, Osmanlı Devleti'nden şu şekilde bahseder: "Bütün Türk İmparatorluğu, diğer herkesin onun kulu olduğu tek bir Prens tarafından yönetilir." Niccolo Machiavelli, The Prince, New York: Pocket Books, 2004, s. 18.
8.Metin Çınar, Anadoluculuk Hareketinin Gelişimi ve Anadolucular ile Cumhuriyet Halk Partisi Arasındaki İlişkiler (1943 - 1950), Ankara: (Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi, 2007, s. 35.
9. Şavk, s. 22.
10. "Kazak-ı ak" ("inatçı Kazak"), "Rus-ı menhus" ("uğursuz Ukranyalılar"), "Portukal-ı dal" ("avare Portekizli"), "Migril-i rezil" ("rezil Megreliler"), "Erdel-i erzel" ("utanmaz Transilvanyalılar"), "Macar-ı füccar" ("zinacı Macarlar"), "Alaman-ı bi-eman" ("hain Almanlar"), "Urban-ı uryan" ("çıplak Araplar") ve "Urban-ı bi-edyan" ("dinsiz Araplar"). Şavk, s. 22.
11. "Asker Millet" miti için bknz: Altınay.
12. Karaman İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Karaman Halk Kültürü, Atasözleri ve Deyimler, http://www.karamankulturturizm.gov.tr/
13. TDK - Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü.
14. Kudret Emiroğlu, "Çok hayr ü şer işledik: Eşkıyalığa Giriş", Kebikeç, S. 33, 2012, s. 16.
15. Karaman İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü.
16. Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü 2 Deyimler Sözlüğü, İstanbul: İnkilap Kitabevi, m. 2437.




Bu yazıyı, uzun zaman sonra keşfettiğim çok başarılı bir blogdan aldım. Asıl bloğu incelemek isterseniz buraya tıklayınız.

10 Mayıs 2013 Cuma

Gariplerin Kitabı - Ian Dallas

 Ian Dallas (ABDÜLKADİR ES-SUFİ) hakkında bilgi için buraya bakabilirsiniz.



Bu bilgiyi arayarak elde edemezsin, ne var ki onu bulanlar yalnızca aramış olanlardır. Bistam’lı Bayazıd.

Toplumumuz önceki çağlardan farklı bir görünüşe sahiptir, fakat kabuktaki bu değişikliğe rağmen özünde barındırdığı değerler bakımından içinde yaşadığımız toplum hiç değişmemiştir.

İyice biliyorum ki halkın öğrenim görmesinden sorumlu olanlar – bu sorumluluğun en yüksek düzeyde, en iyi olanlarından söz ediyorum, en kötülerinden değil- bizzat kendileri baştan aşağı cahildirler. Öğretiyorlar, ama hiçbir şey bilmiyorlar. Düşünüyorlar ama akletmiyorlar. Sonu gelmez bir görüşler ve düşünceler ırmağına sahiptirler; cümleleri bitip tükenmez bir biçimde birbirine eklenir ve bunlar anlaşılır, iyi düzenlenmiş cümlelerdir. Konuşurlar ve konuşurlar. Zihin etkinlikleri onlara nasıl yürüyeceklerini, nasıl oturacaklarını, bir odada nasıl hareket edeceklerini öğretmez. Hayat onlar için bir muamma ve bir mücadele alanıdır ve ölüm tesadüfü bir sondur. Bunun hiç ama hiçbir istisnası yoktur. Hepsini tanıdım onların, eğer teki hayatı tatmış olsaydı, ona katılır, onunla kalır, şöleni paylaşırdım onunla.

Deneyime konu olan olaylar rastgele bir karışlıkta değil, bir düzen içindedir.

Delilik dediğimiz şeyin toplumun insanı kendi içine hapsederek yıkması konusunda tertiplediği bir dalavere olduğu inancına varmışsak, belki hakimlerin hikmetinin de buna benzer özellikte bir olduğunu anlayabilirdik.

Delilik belki parıltılı bir hakikatin karanlık bir gölgesinden başka bir şey değildi gerçekte – dünya da bizi kurtarmak ve yaratmak için kurulmuş bir ilahi düzendi.

Biz yetiştirildiğimiz akademi topluluk içinde yoksullardan, serserilerden ve toplumumuzun dışında kalmış öbür insan öbeklerinden kuşkulanmayı öğrenmiştik.

İnsanın düşmanı kedinidir. Daha doğrusu bizim normal bilinçlilik denilen rüya- halinde tecrübe ettiğimiz yanılsama insanın düşmanıdır. İnsanın kendisi dediğimiz şey işte bu yanılsamadır.

Tasavvuf, Rabbi sevmek ve onun yarattığı her şeye karşı yumuşak davranmaktır, böceklere bile.

Sen, kendi başına kaldığın zaman yalnız mısın? Hayır. Binlerce düşünce kafanı yalnız bırakmaz, yüzlerce nefs seninledir- öfken, gururun, her şeyin…

Yalnız olmak için çok çalışman gerekecek. Sonradan elde edilir o. Yalnız kalmayı başarabildiğin zaman anlayacaksın ki sen artık kendisin. Bunu sağlamak için savaşman gerekmez. Yalnız kalmayı başarmak demek, bilgelik uyarınca söylersek, önce başkalarıyla birlikte olmayı öğrenmek demektir. Savaşma.

 Onunla iyi geçinmek zorundaydım ve “o” da kendimin dışında bir şey değildi. Kesindi ki “ben” olan bütün belayı çıkarıyordu. Ben’im silinmesi çok yerinde bir şey diye düşündüm ama bu alanda ne kadar çaba harcasam, ben’im o kadar silinmezleşiyor gibi görünüyordu bana! Nefs – onun hakkında okumak, yahut konuşmak başka, onunla hesaplaşmak yine başkaydı.

Her nesnenin kendi bilinci bardır. Diyelim ki şu bardak… kendi bilincindedir. Şuraya kadar bilebilir. Oraya gelince dolmuştur.  Şimdi bu sürahi kendi bilincindedir. Şuraya… kadar bilebilir. Fakat bu bardak, bu sürahinin bilebildiğini bilemez. Kendi biçiminin elverdiğinden daha fazlasını içiremez. Ama bak. Bu… bunu doldurabilir.


 


26 Nisan 2013 Cuma

Kızılderili Fil



Bir kaç ay önce öz ablam olsa anca bu kadar severdim dediğim ablam, Gül ablamın vesilesiyle Tilki Kitap tarafından düzenlenen yarışmaya katılmıştım. Dün de şiirimin çıkacak antolojiye eklendiğini öğrendim. Şiirimin beğenildiğine mi sevineyim yoksa kasım ayında Küçük İskender, Cezmi Ersöz gibi üstadlarla görüşecek olmama mı sevineyim bilemedim. Hep hayalim olmuştur kitap yazmak. Tamam şimdilik kitabım yok ama sayfam var :) Hem de yüz kırk ikinci sayfa. Yarışmada birinciye ödül verilecekmiş, kimin umrunda. Küçük İskenderle karşılıklı sohbet etmek, beni şiirle tanıştıran o adamla karşılıklı konuşmak asıl ödül olacak. Tabi Cezmi Ersöz ve Yılmaz Erdoğan da hayli heyecanlandırıyor beni :)

19 Nisan 2013 Cuma

what the fuck




Bu videoyu dostum Ensar sayesinde izledim. Kaç kere izledim bilmiyorum. İzledikçe küfrettim. Küfrettikçe rahatladım.  Göte göt dedim.  Küfretmeyi sevmem normalde ama çok hoşuma gitti. Hem küfrü meşru kılan koca bir isim var 'Hayyam'. Küfretmek ruhun yelpazesidir, der. Yelpazeden nem kapmasın o kimselerde. Hayyam küfrediyor, Can Yücel küfrediyor, Neyzen Tevfik küfrediyor. Ben küfretmişim çok mu? Bu durumdan rahatsız olanlar da  var tabi. Yelpazeden nem kapanlar kimin umrunda?
  

8 Nisan 2013 Pazartesi

Hakan Günday - AZ

AZ'ı, iki harf arasındaki tüm kelimeler kadar zaman geçtikten sonra okudum nihayet.Çocuk şiddeti, hayatın şiddeti derken kitabın içine gömüldüm. Ta ki son sayfalara kadar. Her şey çok güzeldi fakat yeşilçam filmleri gibi kader ağlarını mucizevi tesadüflerle örmeseydi! Bayan Derda'nın babasıyla karşılaşma şekli, Kara T.'nin 6 yaşında yataktan düşerek ölen kızın abisi olmasını bir nebze anlarımda Bay Derda ile Bayan Derda'nın birbirlerini tanımaları ve tanışmaları kısmında uçmuş Hakan abi. Gene de sevdim, beğendim, kitap bitince üzüldüm. Bir sigara yaktım ve gidip Fante'nin Toza Sor kitabını aldım. 

Önce çocuklar ebeveynlerine sonra ebeveynler onlara, önce geçmiş geleceğe sonra gelecek geçmişe, önce doğa insana sonra insan... Önce ölüler hayattakilere sonra hayattakiler... Sırayla... Birbirlerine... Acı ve zevk verip... Sonsuza kadar... Mutlu... Dolce vita, amına koyayım!

Kimse, bir iz bırakmadan kaybolmaya cesaret edemiyordu. Dünyadan gelip geçtiklerine birilerinin tanıklık etmesi şarttı. Varlıklarını süslemek için.

İntihar etmek. Herhangi bir nedeni olduğundan değil. Bütün hayatı tek bir neden olduğundan. Yaşadığı her şey yüzünden. Bazı insanlar böyledir. Diğerlerine göre çok daha kırılgan olurlar. Ölümü sırtlarında bir çanta gibi taşıyıp yorulduklarında önce onu açarlar. Her neyse...

Diyebilirsin ki, bir insanı, fotoğraflarından ve hakkındaki haberlerden ne kadar tanıyabilirsin? Haklısın. Belki de çok az... O zaman şöyle demeliyim: Seni az tanıyorum... Az...

Sen de fark ettin mi? Az dediğin, küçücük bir kelime. Sadece A ve Z.
Sadece iki harf. Ama aralarında koca bir alfabe var. O alfabeyle yazılmış onbinlerce kelime ve yüzbinlerce cümle var. Sana söylemek isteyip de yazamadığım sözler 
bile o iki harfin arasında. Biri başlangıç, diğeri son. Ama sanki birbirleri için yaratılmışlar. Yan yana gelip de birlikte okunmak için. Aralarındaki her harfi teker teker aşıp birbirlerine kavuşmuş gibiler. Senin ve benim gibi...


7 Nisan 2013 Pazar

Nick Cave and the Bad Seeds- Push the Sky Away

Uzun zaman beklersin, beklersin, beklersin... gelmez. Beklemekten vazgeçersin sonra. Vaz geçmek yetmez ama. Beklemeye de alışıyor insan. Hayal kırıklığına rağmen, acımasına rağmen. Acı bu kolay değil, bir zamanlar beklediğini bilmenin verdiği acı. Hala kabullenememenin verdiği acı. O gelmezken, olduğun yerde kalmanın verdiği acı. Öyle işte... 

31 Mart 2013 Pazar

Acının Antropolojisi

"Bunalım dile getirilebilir, belirtiler oluşturabilir, birtakım işaretlere ve fantazmalara dönüşebilir ya da eylemle giderilebilir hatta bulaştırılabilir; acı ise sadece insanın kendisine aittir." (J.B. Pontalis)

Acı hiç kuşkusuz insanın ölümle birlikte en güçlü biçimde paylaştığı deneyimdir: Hiçbir ayrıcalıklı onu bilmezlikten gelemez ya da herhangi birinden daha iyi bilmekle övünemez. İnsanın içinde doğmuş bir şiddettir acı.

Rene Leriche: Katlanılması kolay tek bir acı vardır: Başkalarının acısı.

Virginia Woolf: En sıradan bir kız öğrenci aşık olduğunda derdini anlatmak için Shakespeare ya da Keats'ten yararlanır. Ama bir adam hekime baş ağrılarını anlatmak istediğinde dil kaçar. Acısını bir eline alır ve kendinden bir parçayı da öbür eline; bunları birbirleriyle çarpıştırıp içlerinden yeni bir sözcük çıkarabilmek amacıyla.

"Acı hisleri, öteki hoş olmayan hisler gibi cinsel tahrik alanını aşarlar ve bir zevk durumu yaratırlar." diyor Freud. Acının erotikleşmesinin başkasına yapılan işkencelerle özdeşleşerek zevk duyma yoluyla sadik bir karşılığı vardır. Ama mazohist kendi fantazma alanları dışında öteki insanlar gibi acı çeker.

J. Sarano: Acı, bir işlev değildir; bir işlevin hasar görmesidir.

Acının karmaşıklığı, insanın bilincinde dolambaçlı bir biçimde ilerlemesi, onu üstlenme biçimlerine yansır. Ötekinin bakışının gücü tedavilerde placebo'ların etkisiyle yansır. Hastaların %35'i bir yalancı hap aldıktan sonra çok açık seçik bir rahatlama hissettiklerini söylemişlerdir. Morfinin çok şiddetli ağrı ya da acılarda sadece %75 oranında etkili olabildiği gözönüne alındığında çok daha kafa karıştırıcı bir orandır bu. H.K. Beecher'ın çalışmalarından alınan sonuçlara göre hastanın içinde bulunduğu stres ne kadar şiddetliyse, yalancı ilaç da o kadar etkilidir. Sözgelimi bu ilaçlar çok sıkıntı veren bir acı ya da ağrıyı kesmek amacıyla kullanıldıklarında, test amacıyla oluşturulan bir ağrı ya da acıyı kesmek amacıyla alındıkları durumlara göre 10 kat daha etkilidirler.

Katherine Mansfield: Boyun eğmek gerekir. Direnme. Kabul et! Acını hayatının bir parçası yap. Yaşamda, gerçekten kabul ettiğimiz her şey dönüşüme uğrar.

Teşhis edilmiş, nedeni belirlenmiş bir ağrı ya da acı belirsiz, teşhis edilmemiş, anlamsızlık içinde kalmış, aktör tarafından anlaşılmamış bir acıya göre daha katlanılabilirdir.

Şiddetle direnen insana boyun eğdirebilecek bir güç yoktur.

Acı katıksız, biyolojik bir olgu değildir; her zaman insanın yüklediği anlamın damgasını taşır; asla ulaşılmaz ve egemenlik altına alınamaz değildir.

İslamın etimolojik anlamı "Tanrının buyruklarına boyun eğme"dir. Müslüman, başına gelen talihsizlikler ve çektiği acılar karşısında isyan etmez. Bunlara karşı, bir insan olarak elindeki olanaklarla mücadele eder, isyan etmez, beddua etmez. Bu dünyada çekilen acılar ve sıkıntılar imanın gücünü denerler. Acı, bir insanı Yaradana yakınlaştıran bir olgudur. Bir Hıristiyan ya da Yahudi, iyi ve doğru insanın acı çekmesi paradoksuyla daha çok karşı karşıyadır bir Müslümana göre; çünkü onlara göre Tanrı sevgidir; Müslümana göre ise özellikle kadiri mutlaktır. Mümin kendini Tanrıya teslim eder ve sabreder ve acı karşısında direnç gösterir.

"Biliniz ki bu dünyadaki hayat bir oyundur, vakit geçirmedir, boş bir görüntüdür, aranızda yaptığınız bir gurur savaşıdır, zenginliklerle ve çocuklarla kibirlenmedir. Yağmura benzer bu dünyadaki hayat: Bu yağmurun yeşerttiği bitkiler inançsız insanları heyecanlandırır; sonra da solar, sararır ve kuru ot haline gelir. Bu dünyadaki hayat geçici bir zevkten başka bir şey değildir." (Kuran)

Gururla ve hoşnutluk içinde kendini acıya gark etmek, acıyı yok etmek ya da azaltmak için hiçbir çaba göstermemek bilincin sorunlu olduğunun işaretidir.

"Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi ölünceye kadar reddedeceğim." (Albert Camus)

Acı çeken insanın, çektiği acıyı adlandırması acıyla ilişkisini belirleyen bir ölçüttür. İnsan herhangi bir yaradan ya da hastalıktan çok bunların kendisi için ifade ettiği anlamlara tepki gösterir. Yaralı bir asker, bu durumu, uzun zamandan beri, yaptığı işin olası bir sonucu gibi görmeye alıştığı için, kolunu makineye kaptıran bir işçi kadar acı çekmez. Sonuç olarak asker, yaşamı kurtulmuş olduğundan ve kendisine bir aylık bağlanacağından umutludur; oysa işçi sakat kalma ve ekmeğinden olma sonucunu doğurabilecek bir sakatlık riski yüzünden dehşete düşmüştür. Asker acılarını nispeten serinkanlı bir tavırla karşılarken işçi üzüntü ve acı içindedir.

Acının sözle ifade edilmesinde örtük bir sevgi beklentisi, duygusal bağların sıklaştırılması isteği vardır.

Bir yerin havası, ortamı da hastanın, koşullarını üstlenme tarzında rol oynar. Safra kesesi ameliyatı geçiren 69 hasta üstüne yapılan araştırmalardan çıkan sonuca göre odaları ağaçlıklı bir alana bakan hastalar, odaları tuğladan örülmüş bir duvara bakan hastalara göre 2 kat daha az ağrı kesici tüketirler. Aynı şekilde son grupta yer alan hastalar ortalama bir gün daha fazla kalırlar hastanede.

"Acıdan kaçabileceğimizi düşünerek ve bu kaçış olanaklarından yararlanarak ama aynı zamanda etkilerinin olası sınırlarını da kabul ederek "acısız yaşama" sanatına sahip olamayız; daha iyi acı çekerek daha az acı çekeriz."

Jean-Paul II: Yüzyıllar ve kuşaklar boyunca acıda insanı içsel olarak İsa'ya, özel bir lutüfa yakınlaştıran özel bir güç bulunduğu gözlemlenmiştir. Çok sayıda aziz yaşadıkları derin dönüşümleri çektikleri acıya borçludurlar. Bu dönüşümün meyvesi insanın acının sadece kurtarıcı anlamını keşfetmesi değil, özellikle acıyla yepyeni bir insan haline gelmesidir. İnsan acıda tüm yaşamının ve misyonunun yepyeni bir boyutunu bulur.

David Le Breton




13 Mart 2013 Çarşamba

Harut ile Marut

Babil'de azgınlaşmış insanoğlunun işlediği günahlardan yaka silken melekler Allah'ın huzuruna çıkıp insanları şikayet etmişler; yüce Tanrı'nın onları cezalandırmasını istemişler. Allah, insanlara verilmiş olan hırs ve nefse dayalı tabiatın meleklerde olmadığını, olsaydı onların da günah işleyeceğini söyleyince itiraz etmiş ve "Haşa Allahım" demişler, "Biz olsak günah işlemezdik."

Allah, onlara yanıldıklarını, hırs ve nefsin çok kuvvetli olduğunu ve yeryüzünde insanları baştan çıkaracak türlü güzelliklerin bulunduğunu anlatmaya çalışmış; ama ne kadar anlattıysa da saf melekleri bu işe inandıramamış. Bunun üzerine iradesine en güvendikleri iki meleği seçmelerini istemiş ve onlar Harut ile Marut'u seçmişler ve Allah bunları sınamak üzere Babil'e göndermiş.

Harut ile Marut gündüzleri Babil şehrinde icrayı hükümet eder, geceleri de İsm-i Azam duasını okuyarak gökyüzüne çıkarlarmış. Kimse onların melek olduğunun farkında değilmiş.

Harut ile Marut adlı melekler, ilk günler hiç günah işlememişler. Birer su damlası kadar temiz ve berrak yaşamışlar; ellerini, gönüllerini ve zihinlerini harama uzatmamışlar. Taa ki Zühre gelene kadar..

Bir gün Zühre adlı, yakıcı güzellikte bir kadın çıkagelmiş ve kocasından boşanmak istediğini söylemiş. Gözlerinde yıldızlar uçuşan, parlak siyah saçları dalga dalga beline dökülen ve görenlerde dalından koparılmış sulu bir elma gibi kütür kütür dişleme isteği uyandıran esmer tenli bir güzelmiş Zühre. Gözlerinin geçici körlükle kararmasını göze almayan hiç kimse, Zühre'nin yüzüne uzun süre bakamazmış.

Harut ile Marut bir görüşte vurulmuşlar kadına. Yüreklerini yakıcı bir sevda kavurur olmuş. İkisi birden kadınla yatmak istemişler. Kadına yalvarıp yakarıyorlarmış; ama Zühre razı olmamış; önce dileklerini yerine getirmelerini emretmiş. Harut ile Marut'un şarap içmelerini ve puta tapmalarını teklif etmiş. Kadının aşkından başı dönmüş olan melekler onun her dediğini kabul etmiş, şarap içip putlara tapmaya başlamışlar. Kadın gene teslim olmamış ve her gece göğe çıkarken okudukları duayı öğretmelerini buyurmuş. Bunu da söylemişler ve Zühre İsm-i Azam duasını okuyarak gökyüzüne çıkınca ulu Tanrı onu bir yıldız yapıp gökyüzüne asıvermiş. İşte geceleri mülkünüzün üzerinde parlayan Zühre yıldızı, melekleri aldatan o güzel kadındır.

Kadın kaybolunca melekler ne günah işlediklerini anlayıp pişman olmuşlar ve İdris Peygamber'e başvurup günahlarının bağışlanması için yalvarmışlar. Yüce Allah dualarını kabul etmiş ama dünya ve ahret azaplarından birini tercih etmelerini istemiş. Melekler dünya azabını tercih etmişler. Yüce Allah da onların Babil'deki bir kuyuya baş aşağı asılıp kıyamet gününe kadar azap çekmelerini buyurmuş. O tarihten beri Harut ile Marut bir kuyuda ters asılmış olarak kıyamet gününü bekler dururlarmış.



9 Şubat 2013 Cumartesi

Cem Karaca - Barış'a Şiir


Canım gitti canım
Canımı bilir misiniz
Gözümün ağladığı kan
O benim can içre can dostumdu
Ay canım Barış
Ak saçlı dostum benim
O dağlar hangi dağlar ki
De ben de gidem...
Sana senin dağlarından
Çiçekler derliyem...

Ay Barış, güneş Barış
Ak saçlı dostum benim.
İçim kan ağlıyor..
Bir yanımı kopardılar,
Adı sen..

Ay Barış, canım Barış
Ak saçlı dostum benim
Sen orda şimdilik bir gurbettesin
Ben burda hazin bir hasretteyim...