Aleksander Blok, “Şair,
kargaşadan uyum yaratır” demiştir. Puşkin, şairi peygamberlik yeteneğiyle
donatır…
Sanatsal görüntü daima, birinin
yerine ötekini, büyüğün yerine küçüğü geçiren bir göstergedir. Canlıdan söz
etmek isteyen sanatçı ölüden bahseder, sonsuz hakkında konuşabilmek için
sınırlı olanı sunar… Bir yedek! Sonsuzu maddeleştirmek mümkün değildir, ancak
onun yanılsaması, görüntüsü yaratılabilir.
Bence, çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın
bugün, güzeli ve gerçeği olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış
olmasıdır. “Tüketicilere” göre biçilmiş günümüz kitle kültürü –bir protezler
medeniyeti- ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel
soruları sormasını, bir ruhsal varlık olarak kendisinin bilincine varmasını
giderek artan bir şekilde engelliyor.
Ama bir sanatçı, gerçeğin sersine kulaklarını tıkamamalıdır, tıkayamaz, çünkü
ancak ve ancak bu çağrı, yaratıcı iradesini belirleyecek ve disiplin altına
alacaktır. Sanatçı ancak bu sayede inancını başkalarına da aktarabilme
yeteneğine kavuşacaktır. Bu inanca sahip olmayan bir sanatçı ise doğuştan kör
bir ressama benzer.
Her doğal organizma gibi sanat
da birbiriyle çelişen öğelerin mücadelesi sonucu yaşar ve gelişir. Zıtlıklar
burada iç içe geçer, yani bir anlamda düşünceyi sonsuza dek tekrarlar.
1848 yılında Gogol, Şukovski’ye
şu satırları yazmıştı:
“… vaaz vererek öğretmek benim işim değil, sanat zaten
başlı başına bir öğrenme süreci. Benim işim, yaşayan görüntüler aracılığıyla
konuşmaktır, yargılar aracılığıyla değil. Hayatı, hayat olarak ele almalı ve
asla ucuzlatmamalıyım.”
İnsanoğlu, dört bin yıldır
hiçbir şey öğrenemediğini yeterince göstermedi mi?
Sanatın deneyimlerini, sanatta
ifade edilen idealleri hakikaten benimseme yeteneğimiz olsaydı, hiç şüphesiz,
çok daha iyi insanlar olurduk.
Sanatın büyüklüğü ve iki
anlamlığı, “Dikkat! Radyoaktivite! Hayati Tehlike!” diye uyarı levhaları astığı
yerlerde bile herhangi bir şey ispatlamaya, açıklamaya ya da cevaplamaya
çalışmamasında yatar. Sanatın etkisi, töresel ve ahlaksal sarsıntılarla
yakından ilgilidir. Kim sanatın duygusal tezlerinden etkilenmez, onlara
inanmazsa o, radyoaktif bir hastalığa –bilinçsizce ve hiç farkına bile
varmadan- yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır… Hem de, dünyanın üç
balinanın sırtına yerleştirilmiş bir tepsi olduğuna inanan insanların geniş
yüzünde beliren o aptal, huzurdolu tebessümle…
Leo Tolstoy, 21 Mart 1885’de,
günlüğüne son derece isabetle şu satırları kaydetmişti: “Politika sanatı dışlar, çünkü hedefine varmak için tek taraflı olmak
zorundadır.”
Genel dünya görüşüne uymadı diye
bir şeyi “başarısız” addetmek acaba ne dereceye kadar doğrudur. Bir dahi özgür
değildir. Thomas Mann, bir keresinde şöyle bir söz sarf etmişti: Özgür olan, yalnızca kayırsızlıktır.
Kişilik sahibi olan özgür değildir, aksine kendi damgasının izini taşımak,
gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır…
Stavrogin: “…Apocalyps’te melek, bundan bçyle zamanın
olmayacağını ilan eder.”
Krillov: “Biliyorum. Orada bu, yoruma yer bırakmayacak
açıklıkta yer almış. Bütün insanlar mutluluğa kavutçuğunda zaman da ortadan
kalkacak, çünkü artık gerekmeyecek… Çok doğru bir düşünce.
Stavrogin: “Peki ama zamanı nereye saklayacaklar?”
Krillov: “Hiçbir yere. Zaman bir eşya mı, hayır, yalnızca
bir düşünce. Zihinlerinden silinip gidecek.”
Zaman, “ben”imizin varlığına
bağlı bir koşuldur. Zaman bizi besleyen bir atmosferdir. Varlık ve varlık
koşulları arasındaki bağ kopunca kişi ve onunla birlikte kişisel zaman ölünce,
zaman da ölür.
Ahlaksal bir varlık olarak insan, öyle bir anımsama
yeteneğiyle donatılmıştır ki kendi sınırlarının farkına yine kendisi varır.
Anılar bizi saldırılara açık, acı çekmeye hazır kılar.
Bir insan, yaşadığı zaman
süresince kendini gerçek peşinde koşma yeteneği olan ahlaksal bir varlık olarak
kavrama olanağına sahiptir. Zaman, insana varilmiş hem tatlı hem de acı bir
armağandır. Yaşam, varolmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir
geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir ve insan bu gelişimi gerçekleştirmek
zorundadır. Yaşamımızın sıkıştırıldığı o acımasız derecede dar çerçeve, bizim
kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu açıkça gözler önüne serer.
İnsanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla varolur.
Geçmiş, bir anlamda içinde
yaşanılan zamandan çok daha gerçektir, en azından çok daha dayanıklı, çok daha
süreklidir. Şimdiki zaman akıpgider, kaybolur, parmaklarımızın arasından kum
gibi kayar. Maddi ağırlığına ancak anılarla kavuşur.
20. yüzyılda insanın toplumsal
olaylara katılma oranı görülmedik derecede, neredeyse ölçülemeyecek derecede
yükseldi: Sanayi, bilim, ekonomi ve diğer pek çok hayat alanı insanı, sürekli
bir biçimde çaba sarf etmeye, yorulmak bilmeksizin dikkatini bir noktada
yoğunlaştırmaya zorlamaktadır, yani her şeyden önce insandan zamanını
çalmaktadır.
20. yüzyılın ikinci yarısında sanat her türlü gizemini
kaybetmiştir. Günümüzün sanatçısı, tam bir kabul görmek istiyor, hem de hemen,
manevi başarıların anında paraya çevrilmesini istiyor. Zavallı Franz Kafka!
Yaşadığı sürece hiçbir eseri basılmayan ve vasiyetnamesinde bütün metinlerinin
yakılmasını talep eden Kafka’nın dramı ne kadar sarsıcı! Bu açıdan bakıldığında
Kafka, ahlaken modası geçmiş bir dönemin parçasıydı. Zaten bu yüzden de Kafka
bu kadar acı çekti, çünkü zamanına “ayak uydurmasını” bilemedi.
Kadının güzel yada çirkin, cana
yakın ya da sıkıcı olup olmadığı konusunda bile kesin bir şey söylemek mümkün
değil. Kadın insanı aynı anda hem çekiyor hem de itiyor, hem açıklanamaz bir
güzelliği içinde barındırıyor hem de insanı ürküten, sessiz bir şeytanlığı.
İnsana hiç de romantik anlamda çekici gelmeyen şeytanca şeyleri… Olumsuz
işaretli bir büyüyü, neredeyse kokuşmuş ama gene de olağanüstü güzel bir
büyüyü…
Tek öğrenilemeyen şey bağımsız
olmak, saygın bir biçimde düşünebilmektir. Tıpkı kişilik sahibi olmanın da
öğrenilemeyeceği gibi…
İnsan çok önemli şeyler hakkında
konuşmaya başladı mı, söylediği ve savunduğu şeylere gösterilen tepkilerden çok
etkileniyor. Ne pahasına olursa olsun anlaşılamamaktan korunmak istiyor.
Bir sanatçının düşüncesi
benliğinin en gizli kalmış derinliklerinde bir yerlerde oluşur. Dışsal, “maddi”
bir tasarımla asla belirlenemez; sanatçının ruhu ve vicdanıyla bağıntılı,
sanatçının genel yaşam görüşünün bir ürünüdür. Aksi takdirde tasarıları daha
başından sanatsal açıdan boş ve verimsiz kalmaya mahkumdur. Tabii insan mesleki
açıdan sinema ya da edebiyatla
ilgilenebilir ve gene de sanatçı
sıfatı taşıyamaz, yalnızca yabancı düşüncelerin uygulayıcısı olur, işte o
kadar.
İnsana adeta dışarıdan dayatılan
bu bilgiye ulaşma gayreti kendince oldukça dramatiktir, çünkü huzursuzluk ve
mahrumiyet, acı ve hayal kırıklığı eşliğinde gelişir her şey: Son gerçeğe
varmak imkansızdır. Buna ek olarak, insana bir de vicdan verilmiştir. İnsan,
davranışlarında ahlak yasalarıyla çelişkiye düştüğü an vicdanının eziyeti
başlar. Buna göre vicdanın olması da bir anlamda trajik bir olaydır.