1 Haziran 2015 Pazartesi

Mazlum Doğu’nun Mağrur Çocukları - Alev Erkilet



İslamcılığın Muhafazakarlıkla İmtihanı
         


Wallerstein, muhafazakârlık, liberalizm ve radikalizm arasında bir ayrım yapar ve bu ideolojileri kapitalist dünya-sistemin ayakta kalmasını meşrulaştırmak üzere inşa edilmiş jeo-kültürün parçaları olarak ele almak gerektiğinin altını çizer. S. 125

·         Muhafazakarlara göre değişim normal bir şey değildir. “Onları özellikle rahatsız eden şey, toplumsal düzenin sınırsızca biçimlendirilebilir, sınırsızca geliştirilebilir olduğu ve insani
politik müdahalenin değişimleri ivmelendirebileceği gerektiği argümanıydı. S. 125

·         Kendi dindarlar kazandıkları parayı kişisel zevkleri için harcamak yerine yeniden yatırıma yönlendirmiş ve iş alanındaki başarılarını kurtulmuşluklarının bir işareti addetmişlerdir. “iş başarısı” ile “rıza” arasında kurulan bu bağlantı, kent dindarlığını köy dindarlığından radikal bir şekilde ayırmaktadır. (Turner) s. 128


  • İslamcı tutum, kurulu düzeni muhafaza etmekten ziyade, gerek düzenin gerekse değişimin temel ilkeler çerçevesinde gözden geçirilmesini önceler. İslamcılara göre değişim haktır; Sünnet’in gereğidir. S. 129

  • Gelenek yüzyıllar boyunca atalarımızın yapıp ettikleri şeylerdir ve kuşaklar arasında aktarılmak suretiyle bugüne kadar gelmiştir. Muhafazakar düşünce bunu olduğu gibi kabul eder, sorgulamaz. İslamcı düşünce ise, tam tersine atalardan gelmiş olan düşünce ve pratiklerle Allah’ın vahyi arasında bir tutarlılık olup olmadığını sorgular. Muhafazakarlar geleneği şeklen korumak ve taklit etmeye devam etmek gerektiğini düşünürlerken, İslamcılar içeriğe bakmak gerektiğini iddia ederler. S. 129

  • İslamcı yaklaşım halifeyi sadece ulu’l-emr çerçevesinde –yani içinizdeki emir sahiplerini uyun- ayeti çerçevesinde değerlendirmez, kayıtsız şartsız itaati savunmaz.  S. 130



  • Geleneksel kurumların, “ne biçimde” ve “ne pahasına” olursa olsunb ayakta tutulması yönündeki bakış açısı muhafazakar yaklaşıma örnek oluştururken, bu kuramların içeriğini temel ilkelere göre değerlendirme ve gerekiyorsa yeniden ve yeniden değiştirme eğilimi İslamcı yaklaşıma örnek teşkil eder. S. 130

“Yoksun Bırakma” ve “Dışlamadan” “Özgürleşim” Olanaklarına Başörtüsü-Kamusal Alan İlişkisi
  • Toplumsal dışlama kavramı –kültürel dışlama bağlamında, modernite ve “diğerleri” arasındaki ilişkileri betimlemede de kullanılmaktadır. “Öteki” sorunu, “medeni ve ilkel ayrımı” bu bağlamda değerlendirilebilecek konu başlıklarından bazılarıdır. S. 135

  • Weber’in ortaya attığı “toplumsal kapanma” terimi, kendi mensuplarının dışında kalanlar hilafına elde tutulan ve güvenceye alınan ayrıcalıklarla nitelenen bir statü grubuna referansta bulunur. Üst statü grupları kendileriyle diğerleri arasına mesafe koymak yahut onları dışlamak suretiyle kendi statülerini vurgular ve pekiştirirler. “Diğer”lerini belirli pratik ve ayrıcalıklardan yoksun bırakarak aralarındaki mesafeyi belirginleştirirler: “Özel giysiler giyme”, “belirli yemekleri yiyebilme”, “belirli ticari faaliyetleri tekeline alma” yahut onlara “hiç bulaşmama” ayrıcalığı gibi. S. 136
  • Başörtüsü yasağı, ekonomik, politik ve toplumsal haklardan, bizzat dışlama amacıyla ve hukuksal temeli olmaksızın, mahrum bırakma girişimi olarak okunmalıdır. S. 138

  • T: H. Marshall dışlama olgusunu sivil, politik ve toplumsal haklardan yoksun bırakma bağlamında ele almıştır. S. 141

  • Heredot’tan bu yana batının doğu haklarına yaklaşımını belirleyen “uygar-barbar” ayrımı, 11 Eylül sonrası haydut devlet-anayurt güvenliği kavram çifti ile birlikte kullanılarak küresel ölçekte “damgalama” ve “stereotipleştirme” üzerinden sürdürülen bir dışlama sürecine zemin hazırlamıştır. S. 146

  • Stereotip zihinlerdeki “sabit” “dar ufuklu”, “değişime dirençli” ve “aşağılayıcı” resimlerdir. Örtülü Müslüman kadın bu bakımdan tümüyle stereotipleştirilmiş ve damgalanmıştır. Türkiye örneğinde bunun en ağır biçimlerinden birine başörtülü bir kadını domuz suratı ile betimleyen bir karikatürde rastladık. S. 147

  • Toplum, tek tip kalabalıklar şeklinde resmedilen ve tek bir erkeğin ardında sessizce yürümekte olan dört tane çarşaflı kadın karikatürlerine alışkındır. Bu kadınlar edilgen, renksiz, ruhsuz ve sonuçta da kişiliksiz birer nesne gibi sunulur. Yani, Müslüman kadın seçim yapmaz, düşünmez, özgür olamaz ve dolayısıyla da özgürlük talep edemez. Reşit değildir. S. 147

  • Türkiye’de genelde Müslüman grupların ve onların temsil ettiği siyasal ve toplumsal  luşumların kadını eve döndürmeye çalıştığı iddia eden “modernist” kesimlerin örtülü kadınların kamusal alana çıkış imkanlarını ortadan kaldırmaları söz konusudur. Kamusal alana çıkışın, eğitime, üretmeye ve çalışmaya bağlı olduğunu kabul edersek, o zaman kadınları eve, kadınlığa ve doğurganlığa mahkûm edenin Müslüman kitleler değil de, modernist seçkinlerin ta kendileri olduğu da kabul edilmek durumundadır. S. 149

  • Türkiye’de Din, Toplum ve Siyaset başlıklı araştırmada, başörtülü kadınların örtünme nedenleriyle ilgili bir soruya %71.5 oranı ile “dinin emri olduğu için” cevabu verilmiş; ailesinin veya ailedeki erkeklerin isteğiyle örtündüğünü söyleyenlerin oranı %1.1 de kalmıştır. Ayrıca “çarşaflı” kadınların %100ü, başörtülü kadınların %87.7si, “türbanlı kadınların da %94.1İ çevresi başını a.sa bile kendisinin kesinlikle açmayacağını belirtmiştir. (Çarkoğlu-Toprak) s. 152

  • Kamusal alan kavramını siyaset felsefesine ve sosyolojisine kazandıran kişi Jürgen Habermas’tır ve o kamusal alanı yasakların ve sınırlandırmaların değil – tam tersine- özgürlüklerin alanı olarak tanımlamaktadır. S. 153

  • Türkiye kamusal alanı ise, özgürlükleri kısıtlamanın belli ölçütler üzerinden tanımlanmış dışlamaların, özgürleştirici eylem anlamında “konuşma”yı engellemenin, temel hakları gasp etmenin alanıdır. S. 155

Edebiyatta Sömürgecilik Tartışmaları ve Kara Afrikaya Bakış: Joseph Konrad ve Tayeb Salih Örnekleri

  • Sömürgeciliğin temel meşrulaştırıcı ilkesi “uygarlaştırma misyonu” ya da “beyaz adamın yükü” deyimleriyle ifade edilmiştir. S.233

  • Conrad’ın, sömürge mağduru yerlileri betimleme biçimlerine baktığımızda, tamamen olumsuz niteliklerle karşılaşırız: “Mutsuz vahşilerin o katıksız ölüm gibi kayıtsızlıkları”, “ehlileştirilmiş yerliler”, “acının, teslimiyetin, çaresizliğin tüm halleri içerisinde ağaçların arasına sinmiş, uzanıp yatmış karanlık şekiller”, “kara hastalıklı gölgeler”, yaratıklar, adi pamuklu, boncuk ve pirinç alaşımlı teller karşılığında çok değerli bir ticari meta olan fildişi veren ticari aklı olmayan insanlar, yamyamlar, vahşiler, aşağılık vahşiler, yabaniler, barbarlar, zamanın kavramını batılı anlamda kavramaya muktedir olmayan zamanın başlangıcına ait varlıklar… s. 235

31 Mayıs 2015 Pazar

Bulutların yağmuru taşıması gibi, kapitalizm de savaşı taşır. Kapitalizmin Tarihi - Michel Beaud




"Anne üşüyorum. Sobayı yakamaz mısın?"
"Kömürümüz yok."
"Neden?"
"Çünkü baban işsiz kaldı."
"Neden?"
"Fazla kömür olduğu için."

Cehenneme Övgü

Ortaçağ’ın ahlak anlayışı tam fiyattan yanaydı ve faizle borç vermeyi yasaklıyordu; ama bu kabul, Calvin’in “Tanrı katında muteber olmak için önce ticari başarı sağlamak gerektiği” yollu teziyle ticari ve faiz karşılığı ödünç vermeyi meşrulaştırmasıyla ciddi olarak sarsılmıştı. S.18



Resmi verilere göre, 1521 ile 1660 arasında Amerika’dan İspanya’ya 18 bin ton gümüş ve 200 ton altın taşındı. Başka tahminler, transferin bunun iki katı olduğunu ileri sürüyor. S.19



Kristof Kolomb, “Altın dünyanın en mükemmel şeyidir. O kadar ki, ruhları cennete bile gönderebilir.” Diyordu. Yüz yıldan biraz fazla bir zamanda, Meksika’da yerli nüfus %90 oranında(25 milyondan 1.5 milyona düştü) azaldı.

Peru’da da %95 oranında azaldı. Las Casas’ın tahminine göre, 1495 ile 1503 arasında adalarda 3 milyondan fazla insan kayboldu, savaşta katliama uğradı, köle olarak Kastilya’ya gönderildi veya başka işlerde telef oldu: “Gelecek nesillerden kim buna inanabilir? Ben ki, bu satırların yazarı ve gözleriyle görmüş, her şeyden haberdar biri olarak, böyle bir şeyin mümkün olduğuna zorlukla inanabiliyorum.” Diyordu dönemin bir tanığı. S. 20



Machiavelli “ İyi örgütlenmiş bir hükümette, devlet zengin, yurttaşlar da yoksul olmalıdır.” S.22



İspanya’da daha XVI. Yüzyılın başından itibaren altın ve gümüş ihraç edenler için ölüm cezası getirildi. Fransa’da maden paranın ülkeden çıkarılması, önce 1506’da, daha sonra da 1540, 1548, 1574 de yasaklandı. S.22



Prens’in kendisi ve aynı zamanda aralıksız devam eden savaşların finansmanı için zenginliğin artırılması gerekiyordu. Reçete çok basitti: Değerli madenlerin ülkeden çıkışını engellemek, ithalatı kısıtlamak, ihracat artışına imkan verecek malların girişini kolaylaştırmak, krallığa gerekli olmayan ürünlerin ihracatını teşvik etmek. S. 23



Thomas More 1516 yılında Ütopyayı yazarak o sıralar dünyaya yeni bir tanrının, paranın egemen olacağını fark eden ilk düşünür. Söz konusu eserde Portekizli denizci Hytlode'nin ağzından, "Sevgili More, sana asıl düşüncemi söylemem gerekirse, her şeyin parayla ölçüldüğü bu ülkede, kamu yaşamında refahın ve adaletin tecellisi hemen hemen imkansız gibidir...” dedirtmiyor muydu? S. 25



Merkantilistler tarafından önerilen bir başka reçete de, başka ülkelere daha çok satıp onlardan daha az satın almak, bu amaçla da kaliteli ve çok üretmekti. S. 27

 

1614’te Henri de Mesme, “Üç sınıf da kardeştir ve her üçünün de anası Fransa’dır” dediğinde, soylu sınıfın buna cevabı, ayakkabıcıların ve ayakkabı tamircilerinin çocuklarının kendilerini kardeş olarak çağırmalarını istemediklerini, onlarla aralarında uşakla efendisi arasındaki kadar fark olduğunu söylemek olmuştu. S. 28



Özgürlük ve demokrasiyi daha çok ticaret ve banka burjuvazisinin üyeleri, hukukçular, kanun adamları talep ediyorlardı. Serbest meslek erbabı, kırsal kesimin ileri gelenleri, tacirler ve zenginleşmiş çiftçiler ve ünvansız soylulardan da destek görüyordu. S. 39



Merkantalist ideal:

Montchrestien, yüzyıl başında Fransız Merkantalizmini açık bir biçimde dile getiriyordu…. Burjuvazinin zenginliği olmadan devletin de zengin olamayacağını, dolayısıyla kamunun(ekonomik) ve hazinenin (politik) refahının birbirine bağlı olduğu inancıyla 1616 yılında Ekonomi Politik Elkitabını yazdı.

Adam olmadan savaş imkansızdır, para olmadan da adam tutamazsınız, vergi almadan hazinenizde para olmaz, vergi almak için de ticaret şarttır.  S.43



Gerçek mutluluğu meydana getiren şeyler bakımından yoksullar, kendi üzerlerinde yer almış gözükenlerden hiç de aşağı değildirler. Vücut sağlığı ve ruh huzuru bakımından toplumun bütün sınıfları, aynı düzeydedir; ve bir çit boyunca güneşte ısınan dilenci, aslında, dünyanın bütün hükümdarlarının arayıp da bulamadığı o barışa ve tasasızlığa, adeta kendiliğinden sahiptir. David Hume – İnsan Doğası Elkitabı s. 88



Liberal ütopya baştan itibaren kendini bilimsel dayanağı olan bir düşünce akımı olarak sunma vecerisini ortaya koyabildi. Sosyalistler bir fanteziler toplumu hayal edip sonra da mevcut toplumdan doğacak bir insan vicdanından söz ediyorlar. S. 102



Örneğin bir kurum olarak aileyi alalım. Kapitalizmle birlikte aile, işgücünün yeniden üretilip devamlılığını sağlayan bir çekirdek haline geldi, ama aynı zamanda toplum bütününün karmaşık yeniden üretim odağı olmaya da devam etti. Gerileyen sınıflar onun sayesinde varlıklarını sürdürebildiler ve yine onun sayesinde eski sınıflardan yenileri doğdu, köklerinden koparılan köylüler ve zanaatkarlar işçi konumuna geldiler. Aynı şekilde ticarete, bankacılığa ve sanayiye bağlı bir “burjuva hanedanı” kurmak üzere bankacılar ve tüccarlarla bağlaşan soylu aileler aynı durumu kabullendiler. Aile aracıyla toplumun temel kuralları yayılıp sürdürülüyor(hiyerarşi, disiplin, tasarruf, tüketim); ama aile olmadan işçi hareketinin birçok mücadelesi gelişemez ve sayısız grev de başarıya ulaşamazdı. S.148

Aynı şey okul için de geçerlidir. 1968 sonrasında kapitalist okulu mahkum etmek moda haline geldi. Şüphesiz okul, kapitalist toplumun fikirlerini, kurallarını, değerlerini yayan bir kurum işlevi gördü. Ama aynı okul cumhuriyetin ideallerini, ilkelerini, demokratik ve çoğu zaman sosyalist propaganda biçimlerinin ortaya çıkmasını sağlasa da, okuma, yazma ve bilgi özgürlüğünün ve demokratik yaşamın temelini oluşturmuştur. S.148

 

Kapitalizmin egemen olmadığı dönemde ekonomik yaşam, meteorolojik koşullara, hasat durumuna, demografik dengelere, savaşlara bağlı, az çok düzenli sarsıntılara maruz kalmıştı. Tüm kapitalist sanayileşme aşaması da refah dönemleri, büyümeyi kesen durgunluk veya krizle sonuçlanan belirli bir düzenlilik arz eden dairevi hareketler ortamında gerçekleşti. S.151



Otto Bauer, 1913’te “Emperyalizm aslında sermaye birikiminin sınırlarını genişletmenin bir aracıdır” diyecekti. Eğer dünya ekonomisi, “dünyayı kapsayan üretim ilişkileri ve ona uygun ticaret ilişkilerini ifade ediyorsa” emperyalizm de bu üretim ve ticaret ilişkilerinin dünya ölçeğine yayılmasıdır. Yirminci yüzyılın başında bu yayılma İngiliz, alman, Fransız ve amerikan kapitalizmlerinin egemenliği biçiminde tezahür ediyordu. s.182



1914-1918 büyük savaşının gerisinde XIX. Yüzyıl sonu ve XX. Yüzyıl başındaki ulusal kapitalizmlerin emperyalist yayılması yatıyordu. Öylesine müthiş bir mezbaha ki, bunu sadece “der dest der (dünyanın en son büyük savaşı olacağı umulan I. Dünya Savaşı)” düşüncesi katlanılır kılabilirdi. S. 183



 Jaures, “bulutların yağmuru taşıması gibi, kapitalizm de savaşı taşır” demişti. S.190



Nasyonal sosyalist partinin 1920’deki programı açıkça anti-kapitalist bir içeriğe sahipti. Hisseli şirketlerin millileştirilmesini öngörüyordu ve bunlar “ulusal toplumun malı” olacaktı.



Nazi marşından bir kısım:

Gamalı haçla silahlandık;

Kızıl bayrakları dalgalandırın,

Alman işçileri için istediğimiz

Özgürlüğün yolunu açmaktır.



Hitler de Mein Kampf’da(1925-1927)

Nasyonal sosyalistler olarak, bayrağımızda programımızı buluyoruz. Kırmızı, hareketimizin sosyal düşüncesini; beyaz da milliyetçi düşünceyi ifade ediyor; gamalı haçta da aynı zamanda yaratıcı düşüncenin de zaferini, ezelden beri Yahudi düşmanı olan ve ebediyete kadar da Yahudi düşmanı kalacak olan Ati ırkının savaş misyonunu temsil ediyor. S. 223



XVI-XVIII yüzyılın pamuklu dokuması; XIX yüzyılın büyük maden ve demir çelik işletmeleri; otomobil ve elektrik işletmeleri, daha sonra bilişim ve teletransmisyon  -bütün bumlara hep aynı mantık işlemeye devam etti: Aşırı çalışmaya zorlama, üretilen değerin gerçekleşmesi(satılması) ve artı değerin sağlanması, daha çok mal ve artı değer üretmek için sermayenin genişlemesi. Bu bir büyüme mantığıdır, ama aynı zamanda da bu kriz mantığıdır; zira artan üretim şu ya da bu şekilde pazarın doyuma ulaşması engeliyle karşılaşılıyor, gelir dağılımı dengesizliği, rekabetin sertleşmesi ve karlılık oranının düşmesi sonucu kriz ortaya çıkıyor. Kriz demek kullanıma hazır sermaye, kullanılamayan daha büyük iş gücü rezervi demektir ki bu da yeni Pazar, yeni üretim yöntemleri ve yeni ürün arayışını gündeme getiriyor. S287
 Michel Beaud






Toplumsal Değişme ve Türk Sineması - Gülseren Güçhan



İçinde yaşadığımız yüzyılın kolektif dili olduğu söylenen sinemanın, günümüzde bu işlevini televizyona bıraktığı tartışılıyor olsa da, kimi nitelikleri onun, diğer iletişim araçları ve sanatlar içinde hala ayrıcalıklı bir yeri olduğunu söyleyebilmeyi kolaylaştırmaktadır. Örneğin; toplu seyrin içerdiği paylaşma ve arınma duygularını yaşatması, .ok kanallı TV’leri başında yalnızlaşmış, ortak kültürel yaşamı unutmuş kitlelere birlikte yaşanabilecek düşleri sunması ve hepsinden önemlisi “duyarlılık yaratması” önemini belirleyen farklılıklarıdır. S. 5

Genel olarak tüm sanatlar belli bir dünya görüşünü, yaşama biçimini yansıtırlar. S.5


Linton’a göre, toplumdaki egemen ideoloji filmlerde sunulan ideoloji ile daha da güçlenmektedir. (J. M. Linton) s.7

Kitapta analiz edilen filmler şunlardır:

·         Gurbet Kuşları          Halit Refiğ                 1964
·         Bitmeyen Yol            Duygu Sağıroğlu        1965
·         Düğün                       Lütfü Akad                1973
·         Sultan                       Kartal Tibet                1978
·         At                            Ali Özgentürk            1983
·         Bir Avuç Cennet       Muammer Özer          1985

Şu soruların yanıtları filmlerin içeriklerinde aranmıştır:

  1. Kente göç edenlerin sosyo-ekonomik kimlikleri nelerdir?
  2. Kente göçün nedeni olarak neler yansıtılmaktadır?
  3. kentte karşılanılan toplumsal sorunlar –iş/çalışma sorunları, göç edenlerin yaşama alanları ve kentsel mekanlarla ilişkileri- nasıl yansıtılmaktadır?
  4. kente göç edenlerin toplumsal ilişkileri –kadın-erkek ilişkileri, kuşaklararası ilişkiler, çevre ile ilişkiler- nasıl yansıtılmaktadır?
  5. kente göç edenlerin yaşama biçimlerinde ne tür değişmeler vardır?
  6. iç göç filmlerinin ana ve yan temalarındaki değişmeler nelerdir?
 
Modern toplumlarda sinemanın işlevi nedir? İnsanlar teknolojik olanaklarla görsel-işitsel imajları kolaylıkla elde edebildikleri bir dünyada sinemaya gitmeyi neden sürdürüyorlar? Bu konuda çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Önceleri sinema bir eğlence şekli ya da seyircinin psikolojik ihtiyaçlarını, “stres”lerini giderme işlevini yerine getiren bir araç olarak görülmekteydi. Halley “insanlar sorunlarından uzaklaşmak için sinemaya giderler” görüşünü test etmiş ve şu sonuca varmıştır; “İnsanlar ekonomik krizler ve savaşlar sırasında daha çok sinemaya giderler. İnsanların duydukları endişe bazı yorumlar, açıklamalar ya da inanç kazandırmalarla giderilmelidir. Örneği; A.B.D’ deki ekonomik kriz, II. Dünya Savaşı, Kore Savaşı sırasında seyircinin katılımı artmıştır. Bu da sinemaya gitme olgusunu, toplumun tansiyonunun bir göstergesi olarak düşünmemizi kolaylaştırır.” (G. Jowett, M. Linton) s. 64

George Gerbner’in belirttiği gibi: “Mesaj sistemlerinin kitlesel üretimi ve dağıtımı şahsi bakış açılarını geniş halk bakış açısı haline dönüştürür ve halk kitlesi yaratır.” S.67

Bir toplumun yaşadığı hayata veya kültüre şekil veren çok sayıda etki vardır. Sinema sadece bunlardan biridir. Maddi kültür sinema tarafından yaratılan ve beslenen görüntülerle doğrudan etkilenir. Çünkü sinema bireyleri yada grupları ile kolayca özdeşleştirebileceğimiz görüntü çeşitleri sağlar. Örneğin; “ Bütün İtalyanlar gangsterdir, bütün Fransız kadınları yada erkekleri aşık olmaya meyillidir, bütün Amanlar güçlü, sarışın ve serttir ve İngiliz erkekleri, şaşkın ve iyi terbiye görmüştür, vc..” gibi imajlar tamamen popüler kültürün klişeleridir, fakat sinema içinde anlam kazanırlar. Çünkü onların gücü görsel takviyelerindedir. S.67

Sinema, toplumların maddi kültürleri olan, sanat yapıtlarının yayılmasına da katkıda bulunmaktadır. Sinema bu işlevi ile; giysi, saç, ev dekarasyonu, hatta konuşma biçimleri gibi, kültürel ifade biçimlerinin başlatıcısı olarak hizmet eder. S.68

Sinemanın, “içinde kültürümüzün görsel hazinelerinden birini bulacağımız bir ansiklopedi” olduğunu söyleyen Jowett ve Linton, bunu şöyle kanıtlamak isterler: “… Gözlerimizi kapatıp, mümkün olduğu kadar çok ayrıntıyla, Romalılar devri gibi tarihsel figürleri kafamızda görüntüselleştirmeye çalışalım. Düşündüğümüz bu imaj nereden gelmektedir? Çoğı durumlarda bu TV ya da sinemadan biri olacak, çok az kişide kaynak olarak bir kitap akla gelecektir.” S.68

Sinema, diğer kitle iletişim araçları gibi, resmi olmayan güçlü bir eğitim kaynağıdır ve bu nedenle içeriği ne kadar zararsız görünürse görünsün, hiçbir zaman değer yargılarından ve hatta ideolojik ve politik eğilimlerden uzak değildir. Sinemanın içeriği, toplumun o andaki inançları ve tavırları ve değerlerini yansıtır. Başka bir deyişle, toplumdaki baskın ideoloji filmlerde sunulan ideolojiyle daha da güçlenir. S.69
 
Sinema-toplum ilişkilerindeki yakın birlikteliği gösteren örneklerden biri de, filmlerin içerikleri ile paralel giden toplumsal değişmelerdir. Başka bir deyişle, film içeriklerinin değişmesi, toplumun geniş bir kesiminin değer yargıları, inançları, bakış açılarının da değişmesini gösterir. Sinema kimi zaman “önce” diye nitelenen filmleri ile toplumsal değişmelere yön de verebilmiştir. S.70

Sinema işçinden çıktığı toplumun/kültürün bir yansımasıdır, toplumsal yapının diğer öğeleri ile etkileşerek değişmektedir. S. 71

Sinemanın icadından(1894) kısa sayılabilecek bir süre sonra Osmanlı sarayında gösterilmeye başlanmış, İstanbul’da halka açık ilk sinema salonu 1918 de kurulmuş, Fuat Uzkınay’ın Ayastefanos Abidesinin Yıkılışı (1914) adlı filmi, Türkiye’de sinemanın başlangıcı ve çevrilen ilk Türk filmi olarak bilinmektedir.   S. 72-73
Ateşten Gömlek 1923

1970’li yıllarda Türkiye’de köyden kente göç yoğunlaşmış, kentlerde sayısı giderek çoğalan yen ive geniş bir kitle oluşmuştu. Hepsi Anadolu’nun çeşitli yörelerinden ve folklorik kültürlerinden delmiş bu insanlar ne kendi kültürlerini devam ettirebildiler ne de kent değerlerini benimsediler, ikisinin arasında yen  bir alt kültür oluşturdular. Yeni yaşam biçimini simgeleyecek değerler birbiri ardına gelmeye başladı. Arabesk müziğin doğuşu ve giderek yaygınlaşması bu döneme rastlar. Kitle iletişim araçlarının yaygınlaşması bu müzik türünü geniş kitlelere duyurmuştur. Arabesk yalnız müzikle değil, sinemada, romanda, basında ve günlük hayatın içinde de kök salmıştır, boyutları büyümekte giderek karmaşıklaşmaktadır. S. 92

1975-1976 yılları sinemanın üniversitelere girdiği yıllardır.

1970 yılına ait verilere göre: Sanayi: %38.9, Hizmetler: %56.2 oranındadır. Kente göçen nüfus, sanayi dışında kalan ekonomik etkinlik alanlarında yoğunlaşmaktadır. S. 108

Bildiğin orman şu İstanbul, Ağaç denizi değil, İnsan denizi! S. 109

Kentte karşılaşılan toplumsal sorunlarda değişmeler
  • sınıfsal sorunlar
  • iş/çalışma sorunları
  • göç edenlerin yaşama alanları ve kentsel mekanlarla ilişkileri

Göç edenlerin Toplumsal ilişkilerinde değişmeler
  • aile yapısı
  • kadın erkek ilişkileri
  • kuşaklararası ilişkiler
  • çevre ile ilişkiler 

8 Mayıs 2015 Cuma

27 Mart 2015 Cuma

Kendilerini Unutanlar: Bir Alzheimer Hastasının Hikayesi





Kendilerini Unutanlar: Bir Alzheimer Hastasının Hikayesi

Gelip geçen zaman değil
Göçüp giden bedenler
Göçüp giden eşimiz, dostlarımız…
Göçüp giden heyecanımız ve rüyalarımız….
Göçüp giden anılarımız ve artık ansıyamadıklarımız
Göçüp giden biziz!

Zaman bir kavram, biz bulduk. O, hiç değişmez. Bunu anlayabilmek için saate değil aynaya bakmak gerekir. Zaman henüz yerini başka bir şeyle dolduramadığımız en verimsiz organımız, en bereketsiz, en kısır tarafımızdır. Kanserden çok zamanla ölür insanlar! Ve bizler genelde parça parça ölürüz!

Kişinin yaşadığının belgesi anılarıdır. Anılarımız ve düşüncelerimiz ise zamanın mührüdür. Zamana bu mührü vurmak önemlidir. Başkalarının da bizi unutmaması önemlidir. Unutulmaktan endişe duyarız. En korkuncu ise kişinin kendisini unutmasıdır. Ne var ki bu gerçekleştiğinde ise kişi bunun farkında bile olmayacaktır.

Edebiyat, düşünce, duygu veya herhangi bir hakikati veya herhangi bir fikri anlatma mücadelesinin yanında unutmanın da mücadelesini verir. Yaşanılan aşk acısına ve anıların sebep olduğu mutsuzluklara karşı verilen bir tepkidir unutma çabası. Düşünen için mutsuzluk ve huzursuzluk onun yurdudur. Tek kurtuluş ise düşünmemektir. Düşünmeyi dahi unutabilmektir. Bu, kişinin kendinden kaçışı, zihniyle girdiği kıyasıya bir mücadeledir. Örneğin, Küçük Prens’te, Küçük Prens bir gezegene gider ve orada bir ayyaşı görür. Orada fazla zaman geçirmese de içi hüzünle kaplanır. Ayyaş adam sürekli içmektedir. Hem de utancını unutmak için içmekte… Eğer düşünmenin verdiği mutsuzluğun zirvesi varsa bu kesinlikle Cioran’dır. Uykusuz bir ömür geçirmiş, düşünceleri Alzheimer olana kadar yakasını bırakmamıştır. Bu konuyla ilgili olarak:  “ Bir uykusuzun, her gün çarmıha gerilmesinin yanında, İsa’nın bir kerecik çarmıha gerilmesi nedir ki?” der.  Unutmak bir dua bile olabilir bu yüzden. Jacques Brell bir şarkısında: “Size, ne sevmeniz gerekiyorsa sevmenizi ve ne unutmak gerekiyorsa unutmanızı diliyorum.” der. Bu açıdan bakınca unutmak veya düşünmemek, sağlıklı biri için huzuru bulmanın bir yolu olabilir.

Bir hastalık olarak Alzheimer’de ise, unutmamak, bu hastalığa karşı verilen mücadelenin adıdır. Bu hastalığın teşhisi(en başta), bir ömür içini doldurmaya çalıştığımız zamanın mührünün kırılması, anıların ve bilginin istemsiz olarak kaybedilmesi yani zamansız yaşamak demektir. Ülkesiz, idealsiz kalmak, yaşamı insanların arasında tek başına geçirmek, sosyal yaşamdan sürgün edilmek, hiçbir şeye hiçbir yere ait hissetmemektir.





Bir Alzheimer Hastasının Hikayesi

Varda bana bebek geldi.
El bebek gül bebek büyüttüm.
Kendimden önce ona baktım ve
benim ellerimde toprağa gidecek.
Arkasından bir zaman sonra ben de yalan olacağım.”
Alaettin Topuzoğlu, Adapazarı’nda, gençlik yıllarında fayton kullanarak geçimini sağlayan, daha sonraları nalbantlık yapan bir hayvan severdir. 1933 doğumlu Alaettin Bey, nalbantlık işini teknolojinin hızı karşısında sürdürememiş ve hayvanlar için kepek satarak ailesini geçindirmiş, yarış atı alma hayaliyle sürekli para biriktirmiştir.
“Hayal et, Hayallerin Gerçek olana dek hayal et” Aerosmith-Dream On
Alaettin Bey’in yaşamının dönüm noktası ise hayalini gerçekleştirmesiyle, Varda ve Sabire adında iki yarış atı almasıyla değişir. Varda ile Sabire henüz aldığında taydır ve Varda’nın ayağı sakattır. Çevresindeki insanlar Varda’nın koşmasının imkansız olduğunu ve onu kesmesini önerirler. Alaettin Bey ise Varda’yı ticari bir kazanç olarak görmeyip onu evladı gibi benimser. Bu iki atı sanki çocuklarıymış gibi sever ve ilgilenir. Her sabah erkenden kalkıp atlarının yemlerini bir saatlik uğraşla hazırlar, atlarını tımarlar, masaj yapar ve bu ilgisini hiç eksiltmeden her gün tekrarlardı. Tüm yaşamı boyunca atlarla iç içe olan biri için bu kadar çabanın sebebi sadece sevgidir.
Maddi zorluklardan ötürü hepimiz bazen zor bir seçim yapmak zorunda kalabiliriz. Bir seçim yapmak demek aslında başka bir şeyden vaz geçmek demektir. Alaettin Bey de bu iki ata bakacak maddi desteği zamanla sağlayamaz hale geldiği için bir seçim yapmak zorunda kalır. Evladı gibi sevdiği atlardan birini satmaya karar verir ve Sabire’yi satar. Sabire’nin satışından temin ettiği parayı Varda’nın iyileşmesi için harcar ve Varda’yı yarışlara hazırlar.

Doksanlı yıllarda Adapazarı’nda açık at yarışları yapılıyordu. Alaettin Bey, “bu at işe yaramaz, bunu kes” dedikleri atı ilgi ve sevgisiyle iyileştirmiş, açık yarışlara katılacak hale getirmişti. Varda da bu ilgi ve sevginin karşılığını katıldığı yirmi dört yarışın yirmi üçünü kazanarak fazlasıyla verir. Bu noktada dikkat edilmesi gerekilen nokta bu yarışlar günümüz Veli Efendi yarışları gibi yüklü paralar kazandıran yarışlar değildir. Alaettin Bey’in amacı da Varda üzerinden para kazanmak değildir. Yirmi üç yarış kazanan Varda’yı zengin at çiftliklerine satmaması bunun ispatıdır. Varda’yı satın almayı çok isteyen biri, atı neden satmadığını sorduğunda Alaeddin Bey’in cevabı şu olur: “Varda bana bebek geldi.
El bebek gül bebek büyüttüm. Kendimden önce ona baktım ve benim ellerimde toprağa gidecek.
Arkasından bir zaman sonra ben de yalan olacağım.”

Yaşlanmanın tek tesellisi, çevremizdeki her canlının da yaşlanması ve her nesnenin de eskimesidir. Bu konuda kimse yalnızlıktan şikayet edemez! Alaeddin Bey yaşlandı, Varda ise yaşlandı ve öldü. Alaeddin Bey de dediği gibi onu elleriyle gömdü. Varda’yla ilgilenmek için girdiği ahırın önünde boş ahıra bakıp iç çekerek bu duruma alışmaya çalıştı. Unutulmamalıdır ki ölüm, sevenleri ayırabilir fakat aralarındaki bağı koparmaya gücü yetmez.


Alzheimer

Alaeddin Bey zamanla yürümekte sıkıntı çekmeye başlar. Zaten kilolu olan Alaeddin Bey daha az hareket etmesi sebebiyle kilo almaya devam eder. Aynı zamanlarda konuşmalarında aksaklıklar, sürekli aynı soruları sormalar ve agresiflikler baş gösterir. Eve çağrılan doktorun teşhisi bellidir…

Zamanla hırçınlığı ve unutkanlığı arttı. Eskiye dair konuştuğunda ise anıları hep Varda’yla ilgiliydi. Gece uyanıp “beni vuracaklar” diye çığlıklar atan, halüsinasyonlar gören Alaeddin Bey gariptir Varda’yı öylesine içselleştirmiş ki anılarının çoğu Varda’yla ilgilidir.
Hastalıkta geldiği noktada artık maalesef Alaeddin Bey her şey için beklemek zorundadır. Yemek yemek için bekliyor, tuvalete gitmek için bekliyor, duş almak için bekliyor, yatmak için, giyinmek için bekliyor, tek başına hiçbirini yapamıyor ve sürekli birilerinin yardımını bekliyor.

Fotoğraflar, Alaeddin Bey’in torunu Emre Gülfidan tarafından, dedesinin Alzheimer ile olan mücadelesini anlatmak için çekilmiştir. Anlattığım hikaye de Emre’nin dedesinin vaktiyle kendisine anlattıklarının bir özetidir. Emre, dedesine onun fotoğraflarını çekmek için izin istediğinde Alaeddin Bey izin verir fakat bir istediği vardır;
Vardayla birlikte bir fotoğrafını çekmesini ister torunundan…

Yazı dışı, konu içi, Türkiye'de Alzheimer:
Türkiye Alzheimer Derneği’nden Prof. Dr. Işın Baral Kulaksızoğlu’nun söylediğine göre, bu hastalığın pençesinde şuan ülkemizde 65 yaş üzeri her yüz kişiden 5’i, 85 yaş üzeri yaşlılarda ise her yüz kişiden 45’i Alzheimer hastasıdır. Ülkemizde şuan 65 yaş üzeri, yaklaşık olarak 400.000 insan Alzheimer’le mücadele ediyor. TÜİK “İstatistiklerle Yaşlılar” raporunda, ölüm nedeni verilerine göre, 2010 yılında Alzheimer hastalığından ölen yaşlı nüfus oranı %2,7 iken bu oran 2011 yılında %2,9, 2012 yılında ise %3,4’e yükselmiştir.

Yazı: Durukan Abdulhakimoğulları
Fotoğraflar: Emre Gülfidan
Fanzin metresi Nisan 2015