20 Ağustos 2017 Pazar

İnsanla ilgili düzenli bilgi yani Antropoloji


Antropoloji
Bilim, bir özneye ya da bir grup özneye ait bilginin dizgesel (sistematik) anlatımı ve sınıflandırılması olup, bu bilgi araştırmalar sonucu olduğu denetlenebilen ilkeler ve yasalar olarak düzenlenmiştir. Buradaki teme ölçü, “bilginin dizgesel araştırmalar sonucu doğruluğu denetlenebilen” ilkeler ve yasalar halinde düzenlenmiş oluşudur. S. 11
Bugün bilimsel bilgi alana psikolojik tepkilerden anlık (zihinsel) etkinliklere, Termodinamiğin matematik yararlarından ırklar arası ilişkilere, yıldızların oluşumu ve parçalanmalarından kuşların göç yollarına, ultramikroskobik virüslerden extragalatik kitlelere, kültürlerin yok oluşundan evrenin parçalanmasına kadar yayılan bir alanı kapsar. Bu derece birbirinden farklı konuları kapsayan bir alanın, herkesçe kabul edilen bir tanımı yapmak ise olanaklı değildir. S. 12
Açıklama ile varsayım kesinlikle birbirinden farklı şeylerdir. Genellikle sosyal bilimlerde ilişki bildirilerinden daha çok kavram açıklamaları yapılmıştır. Burada akla gelen, “Acaba insan davranışlarıyla ilgili varsayımlar ortaya konulamayacağı için  mi sosyal bililmlerde varsayımlardan daha çok açıklamalar yapılıyor?” sorusudur. Bu sorunun cevabı ise belki şu olabilir: İnsan davranışlarının son derece karmaşık olması nedeniyle ilişki bildirilerine, yani varsayımlara ulaşmak güç olabilir. Ancak asıl neden: sosyal bilimler üyelerinin bu yolda düşünmeye başlamalarının çok yeni oluşudur. Üstelik sosyal bilimler alanında genellikle “açıklamalarla” “varsayımlar” yani ilişkiye işaret eden bildiriler karıştırılmıştır. Bu hususta bir örneği antropoloji alanında verebiliriz<. Bir antropoloğa Çinlilerin neden süt sevmediğini sorsanız muhtemelen “kültürleri” sebebiyle der. Ama bu soruyu açıklayan bir cevap değildir. Ancak şu da belirtilmelidir ki, sosyal bilimlerdeki kavramları ve özelliklerini saptamak tümüyle faydasız sayılmaz. Aksine bunlar olmaksızın “ilişki bildirileri” anlamsızdır. S. 19
Antropoloji kelime yapısı olarak iki yunanca kelimenin birleşimidir. “insan”” anlamına gelen Antropos ile “düzenli bilgi” anlamında olan Logos. Böylece kelime anlamı olarak Antropoloji, insanla ilgili düzenli bilgi anlamındadır. S. 21
Antropoloji birey olarak insanla ilgilenmez. İlgisi grup içinde yaşayan insan ve bu insanın yaptıkları ve davranışlarıdır. S. 21
İnsan davranışlarının ne denli çeşitli ve farklı olduğunu göstermek üzere çeşitli davranış anlamlarına bakalım: Örneğin, gıdalanma sonsuz biçimde gruptan gruba değişir. Arktik bölgelerde yaşayan Eskimolar hemen hemen sadece et ve balıkla yaşarlar, buna karşılık Meksika yerlisi insanların gıdası tahıl ve sebzedir. Doğ Afrika’da yaşayan Baganda gruplarında süt ve sütlü gıda vazgeçilmez bir gıda türüdür. Batı Afrika’da ise yenilmese de olur. Amerikan yerlileri arasında balık aranılan bir gıdadır. Fakat Yeni Meksika  ve Arizona yerlilerinden olan Navaholar ve Apacheler balığı mide bulandırıcı bir şey olarak kabul ederler. Yine bazı Meksika yerli grupları ve diğer bazı insan grupları köpeği lezzetli bir gıda türü sayarlar ve özel olarak beslerler, ama diğer bazıları için düşüncesi dahi mide bulandırıcıdır. Müslümanlar ve Museviler için domuz eti yenilecek şey sayılmaz; başkaları için pek leziz ve besleyici bir gıdadır. Pek çoğumuz tavşan eti ya da kaplumbağa bacağı ya da kızarmış salyangozu iştah açıcı bulmayız. Buna karşılık bazıları ise bunları nadide bir yiyecek olarak addederler. S. 128
Taylor kültürü şöyle tanımlar: bir toplumun azası olarak insanoğlunun kazandığı bilgi, inanç, sanat, ahlak, hukuk, örf, yetenekler ve adetleri içeren karmaşık bir bütündür. Linton kültürü “sosyal kalıtımla” eşleştirir. Lowie “Sosyal gelenekler bütünü” olarak tanımlar. S. 129
Hayvanlar aleminde kültür mevcut olmaksızın “toplumun” var olduğu bir gerçektir. Arılar, karıncalar toplumu bunun en bilinen örnekleridir. Böylece kültür insan türüne has olup hayvanlar aleminde başka hiçbir canlı toplumunda var olmayan bir olgudur. S. 129
Kültürün en önemli özelliklerinden biri de ilerlemiş kültürlerin gittikçe artan bir güçle doğayı kontrolü altına alabilmesi ve insanın doğaya hakimiyeti arttığı nispette  doğaya bağımlılığının azalmasıdır. S. 132
Bir toplumun yapısı, birbirinden farklı tipte kurallardan oluşur. Bireyler grupların temel birimleridir. Kurumlar ise sosyal bir hedefe varabilmek için bir grup içindeki bireylerin çalışmlarından doğan belirli ilişkiler kümesidir. Başka bir deyimle, kurumlar insanın çeşitli gereksinmelerini karşılamak üzere gösterecekleri etkinlikler için toplumca kabul edilmiş ve yerleşmiş usullerdir. S. 133
Çeşitli toplumlarda kadınlara ve erkeklere has olarak gösterilen faaliyetler göz önüne alınırsa, bu farklılaşmanın hemen tamamıyla kültür işi olduğu açığa çıkar. Arapesh kadınları genel olarak erkeklerden daha ağır yük taşırlar. Kabilenin inancına göre bunun nedeni “kadınların başlarının daha kalın ve kuvvetli oluşudur”. Bazı toplumlarda ağır işlerin tamamı kadınlar tarafından yapılır. Tchambuli buna örnektir. Marques adalarında yemek pişirmek, bütün ev işleri, çocuk bakımı, erkeklerden beklenen işlerdir. Kadınlar zamanlarının çoğunu süslenmekle geçirirler. Yine bazı ilkel topluluklarda hareketli ödevler kadınlara verilmiştir. Tasmanya yerlilerinde oldukça güç bir iş olan ayı balığı avcılığı kadınların işidir. Ağaç tepelerinde yaşayan opossum avcılığı da ağaçlara tırmanmak suretiyle kadınlardan beklenen iştir. Kadınların ve erkeklerin yapacakları işler toplumdan topluma değişmekle beraber her toplumda iş dağılımı bakımından daima kadın ve erkek farkı yapılır. S. 134
Belirli bir kültür, bir toplumun üyeleri tarafından paylaşılan yaşama düzeni olup, topluma ait aletler, teknik, sosyal kurumlar, davranışlar, tavır alışlar, inançlar ve değer yargılarının bütünüdür. S. 136
İnsan içinde yaşadığı doğanın açıklayamadığı güçlerini merak etmeye ve bunları da anlamaya çalışıyordu. İçinde yaşadığı doğanın açıklayamadığı güçlerini kendine benzeyen fakat kendinden daha güçlü varlıklar olarak düşünmeye başladı; ve bu kudretli varlıkları kendine yararlı bir şekilde hareket ettirmeyi ve kullanmayı düşünmüş olmalı; böylece sihre, büyüye başvurdu. Sonuçta, toplum içinde gıda maddelerini üretenlerin ve alet yapanların yanında, görünmeyen bir alemin güçlerini kendilerine yarar şekilde kullanmaya çalışan ve bu kudretli varlıkların yardımlarını sağlamaya çaba gösteren bir sınıf belirdi; bunlara ruhban sınıfı diyoruz. Bu sınıf, sihir ve büyü yoluyla evrenin üstün güçlerini kontrol altına almaya ve onların yardımını sağlamaya çabalıyor, aynı zamanda içinde yaşadıkları dünyayı anlamaya ve açıklamaya da gayret ediyordu. S. 146
Sanılır ki doğada bir düzen olduğu düşüncesini insana ilham eden gökyüzü olmuştur. Güneşin hep aynı yerden doğuşu hep aynı yerden batışı, ayın gökyüzünde değişmeyen bir yol izlemesi, insanı hiç kuşkusuz hayretlere boğmuş ve bu düzeni saptamaya gayret etmişti. S. 147
Rahipler gökyüzü gözlemlerini sırf bir merak yüzünden yapmış değillerdi. Yıldızların hareketleriyle insanların gelecekleri arasında bir bağ olabileceğine inandıklarından gök cisimlerinin hareketlerine anlam vermeye çalışıyorlardı. Bilinmeyen bir yıldızın gökyüzünde görülüşü, güneşin tutulması bir harbin olacağına ya da salgın bir hastalığın, kıtlığın geleceğine bir işaret olabilirdi. Rahiplerin görevleri ise, bunların olacağını daha önce tahmin edip krallarına bildirmekti. İşte bu çabalar sonucu bir tip falcılık gelişti ki buna astroloji diyoruz. S. 147
Batı felsefesinin tarihini anlatan Bertrand Russell’e göre; büyük bir filozofun özellikle Aristo’nun eserleri okunurken iki özellik gözden kaçırılmamalıdır: Birincisi, kendisinden önce gelenlerle olan ilişkisi, ikincisi de kendisinden sonra gelenlere etkisi. Aristo, kendisinden önce gelen filozoflar ve matematikçilerden olumlu yönde sonsuz derecede faydalanmış, kendinden sonra gelenleri de sonsuz derecede olumsuz yönde etkilemiştir. Aristo, Grek düşünüşünün en yaratıcı devresinde gelmiş ve ölümünden sonra 2000 yıl onun ayarında bir filozof daha çıkmamıştır. Matematik, fizik, politik, etik alanındaki fikirleri tartışmasız kabul edilmiş ve bu nedenle felsefenin ve bilimin gelişmesinde önemli bir engel oluşturmuştur. S. 151
Romalıların kökeni kesinlikle bilinmez. Yaklaşık olarak M.Ö 2000 senelerinde, Greklere akraba olan ve Hint-Avrupa halklarından bir grup İtalya’da gözükür. M.Ö 1000 tarihlerinde Güney İtalya’ya ve Sicilya’ya yayılır. 900 senelerinde, nereden geldikleri kesinlikle bilinmeyen bir başka grup, Etrüskler, Tiber nehrinin kuzeylerine yerleşirler. M.Ö 8.asırda ise Grekler, Güney İtalya’da ve Sicilya’da koloniler kurarlar.
7.asırda Roma’daki küçük grup, kuvvetlenmeye başlar. Halkın büyük bir kısmı Latin olup kökeni Hint-Avrupa’dır. Fakat Etrüsklerle karışmış olmaları da çok muhtemeldir. Kuruluşlarında idare şekli krallık olup sonra Cumhuriyete dönüşür. Bundan sonra iki asır Roma toplumu siyasal çatışmalara sahne olmuş ve sonuçta M.Ö 451-450 yıllarında demokratik bir yönetim Roma’da yerleşmiş ve yavaş yavaş İtalya’ya egemen olmuştur. S. 152
“Hristiyanların, hastalıkların iyi olması için mumlar diktikleri devirlerde Müslümanlar doktora giderdi” diyor bir yazar. Yalnız Bağdat’ta 864 kayıtlı hekimin olduğu bilinmektedir. 9.asrın sonlarında ve 10.asrın başlarında ilerleyen bilgiler arasında kimya, cebir, astronomi, trigonometri, optik ve botanik sayılabilir. S. 154

İslamiyet’te bilimin en yüksek devreye eriştiği devirlerde bilim adamları gözleme ve deneye de önem vermekteydiler. Bu yöntemin en önemli temsilcilerinden ikisi Jabir ve Al-Razi’dir. S. 154

 Nephan Saran, Antropoloji, İnkilap Kitapevi, İstanbul, 1992   




18 Ağustos 2017 Cuma

Gün Doğmaz Gece Batmaz



Gözlerinin yeşili
Kaderimin dövmesi
İçindeki ben, kendimden daha canlı
Konuştuğumda ağlayan ses,
senin sesin
Güldüğümde, çıkan mutluluk, senin mutluluğun

Gece ile iyi geçinir çoğu hüzne gebe duygular. Kimi buna yalnızlık der. Birileri bunu kabullenemez. Müzik, yalnızlığını kabullenemeyenlerin söyleyemeyeceği, kendine dahi itiraf edemediği şeyleri fısıldar gecenin karanlığına, içimizdeki sosnuzluğa.

Karanlığa ışık tutma sakın
içindeki acılar çıkar meydana
geceye kulak verme sakın
tüm sırlar çarpar suratına
karanlığa elini uzatma sakın
kaybolursun zamansız mekanlarda
geceye gönlünü verme sakın
gün doğmaz, gece batmaz ruhunun karanlığına... Durukan


Fotoğraf: Herbert List

Cemal Süreya- Uzaktan Seviyorum Seni


Uzaktan seviyorum seni!
Kokunu alamadan,
Boynuna sarılamadan.
Yüzüne dokunamadan.
Sadece seviyorum!

Öyle uzaktan seviyorum seni!
Elini tutmadan.
Yüreğine dokunmadan.
Gözlerinde dalıp dalıp gitmeden.
Şu üç günlük sevdalara inat,
Serserice değil adam gibi seviyorum.
Öyle uzaktan seviyorum seni,
Yanaklarına sızan iki damla yaşını silmeden.
En çılgın kahkahalarına ortak olmadan.
En sevdiğin şarkıyı beraber mırıldanmadan.
Öyle uzaktan seviyorum seni!
Kırmadan,
Dökmeden,
Parçalamadan,
Üzmeden,
Ağlatmadan uzaktan seviyorum.
Öyle uzaktan seviyorum seni;
Sana söylemek istediğim her kelimeyi,
Dilimde parçalayarak seviyorum.
Damla damla dökülürken kelimelerim,
Masum beyaz bir kağıtta seviyorum.''

Cemal SÜREYA

12 Ağustos 2017 Cumartesi

Sosyolojik Düşünme Yöntemi Sosyoloji Bilimine Giriş

Kitabın ismine bakarak bir ders kitabı şeklinde yazıldığını veya sıkıcı olabileceğini düşünebilirsiniz. Eğer bu konulara ilgi duymasaydın sadece ismine bakarak ben de bu kanıya varabilirdim. Bu kitabı öneriyorum herkese. Emin olun sıkılmadan okuyacaksınız. Her konunun başında ufak bir tanım olmakla birlikte geri kalan kısımlarda sosyologların nasıl araştırma yaptıklarını mevcut geçmişte yapılan araştırma örnekleri üzerinden anlatılıyor. Kitaptaki bir takım araştırma örnekleri ise şunlar: İnsanlar neden intihar eder, insanlar neden korkar, hastalıklara fiziksel ve psikolojik sebeplerden başka sosyolojik sebepler de etken olabilir mi, Sokak Köşesi Cemiyeti, Kentli Köylüler, Sefalet Mahallesinin Toplumsal Düzeni…

Kitapta altını çizip bloğa koyabilecek kısımlar yoktu. Kitapta anlatılmak istenilen her şey örnekler üzerinden anlatıldığı için eğer kitaptan alıntı yapmak neredeyse imkansızdı. Kitabı tanıtma amacıyla ve gerçekten ilginç bulduğum için akıl hastanesinde yapılan bir deneyi eklemeye karar verdim. Bu deneyi okurken aklıma Şizofreni adlı izlediğim kısa film geldi. Filmde ilk söz şu: “Ben deli değilim. Benden başka herkes deli olduğu için beni zannediyorlar.”

Sosyolojik Düşünme Yöntemi

Sosyologlar akıl hastanelerinin içinde olduğu kadar dışında da “deli” bulunduğunu düşünmektedirler. Bir kişinin akıl hastası olarak sınıflandırılmasına ve akıl hastanesine yatırılmasına götüren etkenler, kuralları çiğneyen kişilerin özelliklerinden çok, onlara karşı yapılan toplumsal tepkiyle ilişkilidir. Şöyle bir delil ileri sürmektedirler: Ruh hastalığı gerçekten hastalık ise ve ruh hastası “normal” insanlardan önemli ölçüde ayrılıyorsa o zaman doktorların teşhislerinde anlaşmaları ve ruh hastaları ile “normal” insanları birbirinden ayırmaları gerekir.
Fevkalade sağlıklı bir grup insan hastane kliniğine gidip iç ağrısı hissettiklerinden ve kanser olduklarını sandıklarından şikayet etselerdi acaba ne oldurdu? Testler yapıldıktan sonra doktorlar hastaların kansere yakalanmadığını ve hastalık hastaları oldukları sonucuma varacaklardır. Bir grup “normal” insanın akıl hastanesine gidip “sesler işittiklerini” şikayetlerinde bulunsalardı sence ne olurdu? Psikiyatristler bu insanlarla görüşme yapabilir, bazı psikiyatrik teşhis testleri uygulayabilir ve “normal” insanların gerçekten normal olduklarını ve tedaviye ihtiyaçları olmadığı sonucuna varacaklardır.
İşte sosyal psikiyatr D.L. Rosenhan böyle bir test yaptı. Daha önce psikiyatrik bir sorunu hiç olmayan 8 kişiden 12 farklı hastaneye gitmelerini ve kendilerini hasta olarak göstermelerini istedi. Bu 8 kişinin hepsine “boşluk” “yankıyan ses” ve “gümbürtü” gibi şeyler söyleyen sesler duydukları şikayetlerinde bulunmaları kendilerine söylenmişti. Bu sahte şikayet ve meslekleri konusunda yalan söylemenin dışında (bazıları psikologdu), diğer sorulara dürüst cevap verdiler. Hastaneye kabul edilmeden önce bu 8 kişinin hepsi kendilerinin sahtekar olduklarının hemen açığa çıkacağından korkuyorlardı. Ancak bunların bir tanesi bile yakalanmadı. Hepsi hastaneye kabul edildi ve hepsine şizofren oldukları teşhisi konuldu. Yattıktan sonra, semptomlarının kaybolduğunu söylediler normal davrandılar ve taburcu olmaya çalıştılar. Hastanede yatma süresi ortalama 19 gündü ve 7 ile 52 gün arasında değişik süre yattılar. En nihayet “hafifleyen şizofreni” teşhisiyle serbest bırakıldılar. Akıl hastanesinde kaldıkları süre zarfında bir tek hastane görevlisi bile bu normal insanların buraya ait olmadığı şüphesine kapılmadı.
Rosenhan bulgularını meşhur bir üniversitenin tıp merkezindeki doktorlara sunduğunda, bulguları hastane personelinin yetersizliğine yordular ve böyle bir şeyin kendi üniversitenin idare ettiği hastanede asla olmayacağı iddiasında bulundular. Rosenhan da gelecek üç ay zarfında bir veya daha fazla yalancı hastayı hastanelerine göndereceğini söyledi. Kendisini hastaneye kabul edilmesini isteyen her hastanın potansiyel yalancı bir hasta olabileceği konusunda hastane personelinin hepsine talimat verilmişti. Bu süre zarfında hastaneye yeni kabul edilen 200’e yakın hasta üzerinde kanaat belirtilmişi, kırk bir hasta, personel tarafından yalancı hasta olma ihtimali yüksek hasta olarak değerlendirilmiş; 23’ü en azından bir psikiyatr tarafından şüphelenilmiş; ve 19’unda da en az bir psikiyatr ve bir personel şüphelenmiştir. İşin gerçeği hiçbir yalancı hasta gönderilmemişti. Bu neyi ispat eder? Personel akıl hastanesinde gelen her kişinin deli olduğunu kabul etmekte ve ona böyle davranmaktadır. Bu “ruhi kurgu” bozulduğunda ve bazı hastaların deli olmadığı konusunda personel uyarılınca, o zaman hastaların önemli bir azınlığının ciddi bir sorunu olmadığı kabul edebilmektedirler.
Rosenhan ve diğer bir çok kişi tarafından yapılan araştırmaların sonuçları akıl be sinir hastalıkları hastanelerinde yatan bazı hastaların, hastanenin dışındaki bazı insanlardan daha fazla hasta olmadıkları sonucuna götürmektedir. S. 162-164


Sosyolojik Düşünme Yöntemi Sosyoloji Bilimine Giriş, Stephan Cole, Vadi Yayınları, Çev. Bekir Demirkol, Ankara, 1999

10 Ağustos 2017 Perşembe

Cemil Meriç ile Sohbetler

Ömer Hayyam’ın “Ben düşündükçe var dünya, ben yok o da yok” sözü dünyada en çok Cemil Meriç’i anlatıyor. Çocukluğundan itibaren insanlar dünyasından kopuk bir yaşam sürmüş Cemil Meriç. Daha çocukken diğer çocuklar oyunlarına dahi almamış. Bu yüzden her şeyi dışarıdan gözlemlemek durumunda kalmış, kitaplarla arkadaş olmuş. Gözlerini kaybettikten sonra ise artık tamamen düşüncelere gömülmüş. Tefekkür etmenin ne olduğunu, bir insanı nasıl var ettiğini anlamak için Cemil Meriç okumak lazım. Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varım” sözünün yaşam bulmuş halidir Cemil Meriç. Ömrünü düşünmeye ve okumaya adamış. Artık düşünemez hale geldiğinde ise “Tıkandım” demiş. Son sözlerinden biri bu olmuş ve hayata gözlerini yummuş.
Bu kitabı okurken Cemil Meriç’le karşılıklı oturup hiç konuşmadan onunla sohbet ediyor hissine kapılacaksınız. O kadar çok şey söyleyecek, bilgi bombardımanına tutulacaksınız ki zaten ağzınızı açıp fikir beyanında bulunamayacaksınız bile. Bazen düşünceleri sizi rahatsız edecek, hatta sinirlerinizi de bozacak. Benim için durum böyleydi. Eğer söylediği bazı sözleri başka biri söylemiş olsaydı “hadi oradan saçmalama” derdim. Fakat söyleyen kişi Cemil Meriç olunca durup bir düşünme ihtiyacı duydum. Kitap sohbetlerden oluştuğu için ve konu konuyu açtığı için bahsettiği konuların detayını, iddia ettiği şeylerin sebebini haliyle öğrenemiyoruz. Bunun için diğer tüm yazılarını, kitaplarını okumak gerekiyor sanırım.
Kitabı okurken şahsen çok eğlendim. Tenkit (eleştiri) yapmadığı isim kalmadı; Necip Fazıldan tutun da Yaşar Kemal’e, Shakespeare’den tutun da Kafka’ya kadar sayısız isim Cemil Meriç’ten paylarına düşün tenkiti aldılar. Cemil Meriç’in bu tenkitlerine katılmak veya katılmamak mühim değil. Benim için mühim dokunulmaz kimse yoktur. Kimse mükemmel değildir. Zaten bunu kendisi de “İçtimai konularda katiyen ittifak yoktur. Birisi anasına söver, diğeri göklere çıkarır” diyerek belirtiyor. Kimse dokunulamaz veya ulaşılamaz değil içtimai konularda. Sosyal bilimlerde, fen bilimlerinde olduğu gibi evrensel kanunlar ortaya konulamayacağı için her mevzu tartışılmaya açıktır. Bu yüzden ötürü bu kitaptan çıkartılması gerekilen en mühim dersin tenkit nasıl yapılır olmalıdır.

Cemil Meriç ile Sohbetler
Hiç kimse, cesaretle kalkıp hakikati söyleyen kimseye karşı koyamaz, ona zor kullanamaz. S. 17
“Türkoloji” kelimesinden daha yüz kızartıcı bir kelime yoktur. Ruslar çıkarmıştır bu kelimeyi, ölü milletler için. Sümeroloji gibi. Bu kelime, Türk medeniyetlerine paranteze almak demektir. Bu müthiş yalanı bize de kabul ettirdiler. “Türkoloji” Osmanlı’yı paranteze alan, atıl bırakan bir kelimedir. Neden bir Frankoloji yok da Türkoloji var? Biz ölü müyüz? Ruslar ve Batılılar sırf bizi, yani Osmanlı’yı dikkatlerden uzaklaştırmak için bu kelimeyi icat etmişlerdir. S. 18
Batının tabular vardır. Bu tabulara dokunamazsınız. Bu tabulara bağlı ideolojiler vardır. Homeros Batı’nın mukaddesidir. Biz de Batı’nın gölgesiyiz. Batı’nın mukaddesleri aynen geçmiş bize. Bu mukaddeslerden biri de Shakespeare’dir. XVIII. asra kadar Shakespeare’den kimse bahsetmez, Voltaire’e kadar. Sonra hakkında hakaretler yazılır. Daha sonra XIX. asırda tenkit eder onu. Tolstoy, Shakespeare’i Rusça, Fransızca Akmanca ve İngilizceden okumuştur. Batı’da ciddi olarak Shakespeare’i ilk tenkit eden Tolstoy’dur. Tolstoy, Shakespeare’den daha büyüktür. Kitabı Fransızcaya tercüme edildiği halde Avrupa bu tenkidi yok telakki ediyor. Tolstoy Kral Lear’i tahlil etmiştir. S. 18
İmparator kelimesi hazin ve nankör bir kelime. İmperyum, sömürüye ve tahakküme dayanır. Osmanlı, Devlet-i Aliyye’dir. Batının anladığı manada sömürücü değildir. S. 19
Kültür kelimesinin başlıca iki manası var: Birinci manada kütüphane, bilgi demektir. İkinci manası antropolojiktir: İnsan topluluklarının büyün yaptıkları. Maşa, kap kacak, çadır, eşyadır. Kültür kelimesini dilimize Fransızcadan Ziya Gökalp getirmiştir. S. 19
Bugün Türkiye’de Said-i Nursinin görüşü ile sosyalizm dünya görüşü var. Dünya Görüşleri makalemde de üzerinde durdum. Said-i Nursi’nin görüşü İslami görüşü aksettirir. Bizi ise kısmen aksettirir. Tamamlanması gereken noksanları vardır. Yerlidir. Sosyalizm ise Batı’dan gelmedir. İlim nazarında tabu yoktur. Lügatimde tabu yok. Marx da ben-i adem, Said-i Nursi de ben-i ademdir. Biri bana uzaktır, öteki ise yakın. S. 20
Osmanlı medeniyeti fedakarlığa dayanan bir medeniyettir. Yobazlığa karşıdır. Kendi dini dışındakileri bile kanadı altına almıştır. S. 20
Yobazlık kelimelerden korkmaktır. Sosyalizm, insanın insanı istismar etmemesi, emeğin değerlendirmesi, emeğin eserine göre mükafatlandırılmasıdır. Elbette kendimize has bir sosyalizm olacak. Milli hasletlerimizle çelişmeyen bir düzen. S. 21
Kapitalizm hürriyet rejimidir. Ne gariptir ki, kapitalist rejimdeki aydınlar sosyalisttir. Adeta kendi mezar kazıcılarını besler kapitalistler. Onları kapitalistler yedirir içirir. Batı’da be bizde durum böyle. S. 25
Said-i Nursi kavliyle fiilini birleştirmiş insan. Mücahit insan. Kürtçü değil. O devirde tek başına karşı koyabilmiş. Düşüncesinde sosyalizm, sınıf çatışması da var. Adamı inceledikçe hürmetim artıyor. S. 27
Kürtçülüğü tasvip etmediğimi daha önce de söyledim. Ortada bir dil yok. Devlet geleneği yok. Edebiyat yok. Neye göre devlet kuracaklar ki? S. 27
Televizyon programı için bir sürü zahmete girmek gerekiyor. Nobel için yaptığım konuşma evde çekilmişti. Yakmışlar. Tekrar çekimi için Harbiye’ye stüdyoya götürdüler. Sonra, kamera karşısında insan rahat değil. Tesbih çekemiyorum, sigara içemiyorum. “Aman hoca, teşbihini eline alma” diyorlar. Bu korku niye? S. 29
Sovyet ve kapitalist dünyanın birleştikleri tek gerçek sanayileşmektir. Bugün dünya ikiye ayrılıyor: Sanayileşmiş ülkeler ve sanayileşmemiş ülkeler. Sanayileşmiş ülkeler de kapitalist ve sosyalist olmak üzere ikiye ayrılıyor. Ölçü, ileri gitmekte, bu ise; durum bu. Geri kalmışlık kelimesi palavra. Sanayileşmek iyi mi, kötü mü? XVI. Asrın Osmanlısı mı bahtiyar, yoksa zamanımızın Amerikalısı mı? Modernlikte örnek nedir? Hakikatte sanayileşme insanı mutlu kılar mı, kılmaz mı? XVI , XVII. Asırlarda Osmanlı bütün ülkelerden daha ileriydi. Bugünün sanayileşmiş insanının elinde sadece oyuncak makinalar var, o kadar. S. 30
Otobiyografi yazmayı J.J. Rousseau icat etti. Onun itiraflarından bu yana Batı’da hatıra yazmak alenileşti. “Benim dört çocuğum oldu, zengin değilim, çocuklarımı yetimler evine verdim; bakamadım” diyor. Dünyanın tek ve mükemmel terbiye kitabını yazan adamın çocuklarını yetimhaneye bırakası garip değil mi? Halbuki böyle bir şey yok. Araştırıcılar bunu ortaya koydular. Gaye şu: Sonrakiler kendisinden bahsetsinler de, isterse kötü bahsetsinler. Hatıra Batı’da bu. S. 35
Romalıların ceddi biliyorsun kurttur. Bazı araştırmacılara göre “Lupa” Latince fahişe demektir. Lupa aynı zamanda kurt demektir de. O araştırıcılara göre Romalıların ceddi fahişedir. Bunu gizlemek için lupa’nın kurt manasını kullanmışlardır. Fransızca lupan umumhane demektir. S. 39
“Mistik” kelimesi doğrudan doğruya hıristiyani bir kelimedir. Be bir kısım Hıristiyanlara münhasırdır. Mistik olmak için mutlaka hıristiyan olmak lazım. Bizde ise tasavvuf ve mutasavvıf kelimeleri vardır. Mutasavvıf mistik değildir. Kelimeleri yerinde kullanmak lazım. S. 39
Nurculuk, bugünün dünyasında ciddi bir kavga silahı olmaktan uzaktır. Ancak ferdi kurtuluşu sağlıyor. Haydi diyelim ki, bir milyon kurtuldu. Sonra ne olacak? Politika kabul edilmiyor. Fakat dünya şartları politikayı gerektiriyor. S. 43
Servet Armağan İslam iktisadı yok, diyor. Elbette olmaz. Evet, bir İslam hukuku var, asırlardan beri fıkhi sahada çalışılmış. İslam, iktisadi olarak bir takım pratikler getirmiş. Zekat, faizsizlik var. O kadar. S. 43
Nurculuğu tarihe ve imana bağlı kalmakla faydalı bir hareket olarak kabul ediyorum. Batı’ya karşı bir müdafaanın içindeler. Fakat atıl. İslam’da atalet yoktur. Nurculuk bu tarafıyla İslam’a aykırıdır. S. 43
Görüyorsun. Burada benim de içinde bulunduğum nesli perişan ediyorum. Tanzimat’tan beri bütün nesiller birer kaçış neslidirler. Kimi İran’a, kimi Turan’a, kimi de Yunan’a kaçmış. S. 46
Voltaire “Metafizik, inanmayanların meydanıdır” der. Ben Allah’ı Spinozadan mı öğreneceğim? Metafizik, imanla inkarın arasında bocalayan insanın çırpındığı, sallandığı, sürüklendiği bir sahadır. Necip yazdı: “Edebiyatımızda metafizik ürperti yok” dedi. Canım niye olsun? Metafizik, Aristo’dan, Heraklitus’tan beri hiçbir şüpheye cevap vermemiştir. Kapalı kapıyı tekrar açmaya ne lüzum var. S. 49
Ben 1940’larda Tercüme Dairesi Müdürü idim. Aşağı yukarı 40 senedir tercüme işi ile uğraşıyorum. Şuna kaniyim ki, tercüme yapılamaz. Bir dilde söylenen şey başka bir dilde ifade edilemez. Edilse bile tam değildir. Ben bir günde ancak bir sahife tercüme yapabiliyorum. Fakat, günde yirmi sahife tercüme yapanlar da var. Olur mu? Olmaz tabii. Onun için tercüme edebiyatımız böyle. S. 52
Bin küsür senelik dinimizi bırakıp neyi benimseyeceğiz? Biz Hz. Muhammed’e, sahabiye inandık, diye mi yıkıldık? Hadisler’e sarıldık diye mi yıkıldık? Ne kadar abes bir şey… s. 56
Avrupalı bizi hiçbir zaman kabul etmedi ve etmeyecektir. Batı karşısına , kapitalizmin kuyruğuna girerek değil, çağdaşlaşmış bir Osmanlı düzeninin temsilcileri ve mümessilleri olarak çıkabiliriz. S. 58
Kendi dilimizi, tarihimizi tedkik etmek için illa milletler arası bir dile mi ihtiyaç var? Türk ve loji kelimeleri nasıl çiftleşir? Türk Türk’ün, loji Rum’un. S. 61
Rönesans diye bir hareket yoktur evladım, yoktur öyle bir şey. Rönesans bir ideolojidir. Hela Almanya’da Rönesans hiç yoktur. Avrupa için Rönesans bir çürüyüştür, diyor birçok filozof.
Rönesans Batı’da iktisadi bir yükseliştir. Amerika’nın keşfi, sömürgeler altın yağdırmıştır Avrupa’ya. Rönesansta göze hitap eden ihtişamlı mimari eserler, heykeller yapıldı sadece. Bunu orta çağın fikirlerine bina ettiler. Bir ahmak seneler sonra kalktı bu harekete Rönesans dedi, yeniden doğuş manasına. Halbuki öyle bir şey yok.
Rönesans’ın fikri kaynağı şarktaki İslam medeniyetidir. Dante şiirin unsurlarını ve ölçülerini Endülüs Müslümanlarından alır. Batı’nın o zamana kadar şiirinde aşk, kadın, gül, bülbül yoktur. S. 69
İbn Haldun en büyük rasyonalisttir. İlmi ve dini ayırır birbirinden. Din nastır, inanılır; ilim akıl yoludur, ondan şüphe edilir. Şüphe edilince düşünülür. Düşünce de medeniyeti doğurur. İbn Haldun gibi İbn Rüşt de rasyonalisttir. İbn Haldun tek başına rasyonalist değildir; öncesi de vardır ve sonra onun yetiştirdikleri. Müspet düşünce İslam medeniyetinde vardır. Medeniyet onun için kurulabilmiştir. S. 73
Bir medeniyet diğer bir medeniyetten ancak malzeme alabilir. Sentez peşinde koşulduğu için iki yüz seneden beri yükselemedik. Sentez Hegel’den beri gelen bir pisliktir. S. 73
“Mesaj” değil “tebliğ” kullanılmalı. Kendimize ait bir hadisenin kendimize ait bir kelimesi olmalı. S. 78
Evvela “milli kültür” olmaz, “milli irfan” olur. Cumhuriyet’in getirdiği kültürdür, yıktığı ise irfan. S. 78
Batı, neden kelimeler üzerinde durmuş?
Batı medeniyeti kelime medeniyetidir. Kavga önce kelimeyle yapılır, sonra silahla. S. 80
Bunları sana söylüyorum: Dünyanın hiçbir devletinde İstiklal Marşı diye bir şey olmamıştır. Biz esir miydik ki kurtardılar. S. 82
Tanpınar, Cenab’ın üçte biri kadar Fransızca bilmez. “Müstehzi, alaycı” kelimesi varken ne diye “ironik” dersin be birader? S. 84
Halk, adam, insan istiyor. Kendi kahramanlıklarını dile getirecek insan, kahraman istiyor. Şuur altı emellerini dile getiren adamlar arıyor.
Sonra Avrupalılaşmayacağım diyorsun. Nasıl mümkün? Hiçbir şeyin kalmadı. Dert çok, hemdert yok, düşman kavi tali zebün… Tasavvur et, bazı yakın dostlarımızın bile Frenkçe kelimeler kullanmasına mani olamadım. S. 93
Tekkeler sevgi ocağı idi. Rejimle bağdaşamazdı elbette. Kapatılmazsa o rejimi yıkardı. S. 98
Kırk derecelik ateşle yatsam bile cümle hatası yapmam. Cümlelerim o kadar sağlamdır. Ben hezeyan söyleyemem. Kafam öyle ayarlı. S. 98
Japonlar maddi medeniyeti kurmuşlar. Neden zorlanmamışlar? Hürriyet içinde tercihleri var. Bize ise herifler ne isterlerse onu veriyorlar. Bize Kanun-i Esasi’yi kravatı, poker oynamayı, dans etmeyi verdiler. S. 99
Kültür emperyalizmi diyorlar. Kültür demek Kant, Hegel demektir. Halbuki başta orospusunu getirip veriyorlar. S. 99
Kafka kadar adi bir adam gelmedi edebiyata. Pis adi. İmanını kaybetmiş, pısırık, ezik bir adam. S. 100
Tolstoy’un tenkitleri görülmeden Shakespeare nasıl incelenir? Tolstoy Shakespeare’den daha büyük bir insan.
Shakespeare, aslında İngiliz emperyalizminin empoze ettiği bir adam, diyor Tolstoy. Shakespeare’de insan yoktur, bir gevezedir Shakespeare. S. 101
İnsan iman demektir. S. 102
Buhran çağlarında güneşin batmadığı göstermek için bazı adamlar çıkıyor. Said-i Nursi gibi. S. 102
Şarlo’nun hikayesi: Hipnotizmanın kurucusudur Şarlo. Uyuttuğu adama “Uyur uyumaz odaya gelen adamı vuracaksın” der. Adam, vurmak için harekete geçtiğinde tutarlar adamı ve sorarlar: “Niye vurmak istedin?”. “Vallahi bu adam bana çok büyük kötülük yaptı” der. İnsan bir hareket yapıyor, gayri şuuri. Şuuru da onu izaha çalışıyor. Uykuda yaptığımızı uyanıkken izaha çalışıyoruz.
Ne yapmalıyız?
1.      İlk şart, karşımızdakini anlamaya çalışacağız, müsamaha ile.
2.      Acaba ben mi yanılıyorum? Doğru düşünmek için gereken şartlara malik miyim? Karşımdakinin bilgisinin karşılığı nedir? Bunu tesbit. S. 102-103

Hazret-i İsa’yı taşlıyorlarmış. “Allah’ım bunları affet, ne yaptıklarını bilmiyorlar” demiş. S. 103
Biz üniversiteyi yabancılara kurdurduk. Evvela “üniversite” ne demek? Senin dilinde yok bu kelime. Bu kelimeleri kabul ettiğin andan itibaren sen yoksun. En mahrem, en milli müesseselerinin başına Hıristiyanları geçireceksin, onların dilini alacaksın. S. 103
Ne demek inkılapçılık? Milliyetçilik, tarih, dil, din demektir. İmanını, dilini, tarihini mahvet, hürriyetçiyiz de. Ortada bir şey kalır mı? S. 104
Düşünce, insanı cemiyetten koparır. Düşünce, düşünene zarar getirir, bela getirir. Düşünmek demek, cemiyetten kopmak demektir. Düşünmeyi yasak etmişsin, yasak etmesen ne yazar? Dünyada zaten düşünen adam çok az. Kolay mı düşünmek? S. 104
Kırk senedir yazıyorum. Cumhuriyet gazetesi benden tek kelime ile bile bahsetmez. Çünkü hakikatin temsilcisiyim. Şöhreti onlar dağıtıyorlar. S. 104
Orhan Veli, Arif Nihad’ın potin bağı bile olamaz. Şair değildir Veli. Zeki fakat cahil. Ataç çıkardı bunları ortaya. Tek kitabı vardır: Nasreddin Hoca. Türkçesi mazbuttur. Çok sığdır. Hiçbir irfanı yoktur. Şiiri bir kümes hayvanına çevirdi. Şiir artık uçamıyor. S. 105
Hayat kavgadan ibaret çağdaş cemiyette. Kapitalizm, aydınları dizginleyemez. Bu bütün hürriyetleri yok etmektir. Kapitalizm kendi düşmanlarını korur her zaman. S. 106
Hakikatte bu eğitimin tek amacı bizi unutturmak… s. 107
Cumhuriyetin en büyük hatası dinden uzaklaşmaktır. Din sevgidir, insanlıktır. Din damarlarımızdaki her kanda mevcuttur. Bundan tecrit edilen Türk insanı kabile insanı gibi ayakta duramaz. Dilimiz de bir parça dinimizdir. S. 109
Bizi yükselten de yıkan da ordudur. Batı bizi, ordumuzun içine sızmak suretiyle yıktı. S. 114
Almanya’da Rönesans yoktur. Rönesans yalnız İtalya’da ve Fransa’da olmuştur. Almanya ise romantizmle karşı gelmiştir Rönesans’a. Bir nevi İtalya ve Fransa’ya karşı bir isyan. Ama beraberinde milli duyguları da sürükleyip getiren bir isyan. S. 137
Son devirde Yahya Kemal, Necip Fazıl ve Nazım Hikmet vardır şair olarak. Necip hecede ustadır. Nesrinde iş yoktur Necibin. Günümüzde şair yetişmez, yetişemez. Evladım, artık şiirle kavga yapılamaz. Kavganın vasıtası nesirdir. S. 149
Türkiye’de her şeyden önce İslam olmak mecburiyetindedir. Çünkü: 1. Bir cemiyet dinsiz olamaz. 2. İslam akla aykırı değildir. S. 150
Üç çeşit liberalizm var: 1. İktisadi liberalizm. 2. Fikri liberalizm. 3. Siyasi liberalizm. S. 151
Bürokrasi insan iradesini felce uğratıyor. Liberal cemiyetlerde burjuvazi adına, sosyalist cemiyette ise preloterya adına hareket ediyor. Bürokrasi kalıplaşmadır. S. 160
Edebiyat Osmanlı için katiyen ciddi bir iş değil. Ulvi ve muhteşem bir eğlence, musiki ile beraber. Hatta şiirden üstün tutulur musiki. Çünkü musikinin telkin gücü, din için de çok daha fazla. S. 171
Klasik şiirde “ben” yoktur. Pascal “ben zamiri şayan-ı nefrettir. Şiir “ben”den bahsetmeyecektir” der. Romantizm şiire ben’i sokmuştur, yani nefreti. S. 172
Ahmet Hamdi’nin (Tanpınar) şimdi, niçin yalnız kaldığını anlıyorum. Ne Necip, ne Nazım bu adamla mukayese edilebilir. Diğerleri onun yanında kapıcı dahi olamaz. S. 172
Dostum Sabih Bey’in, hırsız girer bir gün evine. Sabih Bey, hırsızı görünce kafasını yorgana sokar, elini uzatır. “Al şu yüzüğü! On bin liradır. Kandırmasınlar seni. Bana getir, ben vereyim. Yüzünü görmeyeyim diye sokuyorum kafamı yorgana. Yakalanırsan benden bilme. İhbar etmiş olmayayım” der. Balzac’dan: Hırsız kasayı kucaklar gece. Balzac uyanır: “Boşuna uğraşma, ben gündüz arıyorum, bir şey bulamıyorum. Sen ise gece hiçbir şey bulamazsın” der. S. 175
Hırsız, Kırgız’dan geliyormuş. Malum gece baskını yapıyorlarmış Kırgızlar. S. 176
Benim doğumum 1917. Halk Partisinin bütün dehşetiyle yaşadım. Faşist Halk Partisi, kelimenin tam manasıyla faşist. S. 178
Tonybee, “Çöküş devirlerinde her şey adileşir, bayağılaşır” der. Ne kadar da haklı. Hiçbir işimizde ciddiyet, vakar kalmadı. “Zühtü”yü milli marş haline getirdiler adeta. Ne bu akşam sabah radyoda falan?.. s. 184
Evladım, evvela şunu öğreneceksin: İçtimai konularda katiyen ittifak yoktur. Birisi anasına söver, diğeri göklere çıkarır. S. 184
Ben CHP’de sol temayül göremiyorum. Yalnız Atatürkçü’dür, tarihten kopmuştur. Konuştuğu dil bizim dilimiz değildir. İdeolojik bir sol da yoktur. Türkiye’de sol, kulağa Moskova’nın fısıldadıkları ile soldur. S. 192
Ah evladım, bu kitap (Ümrandan uygarlığa) yayılmalı. Tek yazıyı Hilmi Yavuz yazdı. Methediyor ama “İslamiyet”i tekrar diriltmek istiyor” diye de kötülüyor. S. 201
Bu memleket çok garip memleket. Tasavvur et, Komünizmle mücadele derneğinin dergisinde ben Nazım’ı methediyorum. S. 210
Evladım aslında demokrasi diye bir şey yok Türkiye’de ve olamaz da. Demokrasi kapitalist cemiyetlerde tatbik edilir. Şöyle: Batı sömürdü bütün dünyayı. Büyük bir sermaye birikimi oldu. Bunda payı olan sınıflar paylarını istediler. Yönetici sınıf, burjuvazi de sus payı verdi onlara. Buna demokrasi dediler.
Demokrasi olamaz. Kapitalizm milletler arasıdır. Her memlekette temsilcileri vardır. İkinci Dünya Harbi’nde Rus fabrikaları niye bombalamadılar? İngiliz, Fransız, Amerikan kapitalistlerinin hissesi vardı çünkü. S. 212
Ben Batı’ya ve hiç kimseye düşman değilim. Ben herkesin eşit olmasına taraftarım. Batı’nın bizden üstün olmadığını gösteriyorum. Avrupa’nın rezilliğini göstermeğe çalışıyorum. S. 213
Tiyatro ve tiyatroculuk Avrupalılaşmış zümrelerin tutkusu. Kendi rezaletlerini, fuhşiyatını e zinalarını görüyorlar, seyrediyorlar. Halk pek itibar etmemiştir. S. 214
Avrupa İslam’ı tanımıyor ve tanıması da beklenemez. Tanısa Müslüman olur. İlmi planda, kendi metotlarına göre arıyor, araştırıyor, bunları kitap haline getiriyor ama hakikatte bu çalışmaları gerçek manada tanımak için değil, zaaflarımızı tespit etmek için. Deruni planda Avrupa İslam’ı tanımadı ve tanımak da istemiyor. S. 235
Kur’an tek. Muğlak kısmını Hazret-i Peygamber aydınlatmış. Halkı aydınlatmak için doğmuş tarikatler. Ciddi bir ihtiyaç değil, halkın cehaletinden çıkmış ortaya. Halk doğrudan doğruya metinlerle temasa geçemiyor. Hakikatte kul ile Allah arasına da girilmez. Bu manada mürşid de yok İslam’da. Kul ile Allah arasına giren ruban sınıfıdır. S. 237
Marks, “İlim için geniş, aydınlık, kolay yol yoktur. Ancak patikalardan varılır zirveye” diyor. S. 243
Avrupa’da iki düşünce adamı yaşıyor, Marks ve Weber. Marks Rusya’da, Weber Amerika’da kök salmış. S. 254
Zamanımızın tanrısı çok uluslu şirketler. Hepimiz bilerek veya bilmeyerek onlara hizmet ediyoruz. S. 254
İdeoloji ile ilim… Hakikatte ilim diye bir şey yok, ideolojiler var ortada, sosyal ilimler sahasında. S. 255
Osmanlı’da “Beyefendi” belli rütbelere denirdi. Şehzadeler “Efendi”dir. Asker menşeliler miralaydan sonra “Beyefendi”dir. Yüzbaşı, binbaşı “Efendi”dir. S. 256
“Troduttore traditore” yani her mütercim haindir, İtalyan atasözü. S. 262
Türk sözünü doğrudan doğruya Fransızlar çıkarmışlardır sahneye, son asırda. Hatta Müslüman olana “Türk oldu” diyorlardı.
Türk sözünü bizden evvel Batı kullanmıştır lügatlerinde. Şemseddin Sami de doğrudan doğruya Fransız lügatlerinden almıştır Kamus-ı Türki’ye. S. 270
Akademi meselesinin kökü şu: Akademius diye bir kahraman yaşamış. Bu adam ölmüş. Toprakları varmış, devlete bırakmış bunları. Milad öncesi bir kahraman. Bu adamın topraklarına “akademia” demişleri. Evinin etrafına da 12 adet zeytin dikmişler. Gezinti yeri olmuş orası.
Eflatun’un evi buraya yakınmış. Derslerini burada yaparmış ve burada daha sonra felsefesi de okutulmuş.
Kelime “akademia”, yüksek okul manasına kullanılıyor. İlim, şiirle uğraşılan her yere “akademi” deniliyor. Bir nevi üniversite. S. 277
Tonybee, medeniyetlerin yıkılışında argoya büyük yer verir. Terbiyeli adam argo kullanmaz. S. 280
Yabancı dil ancak cümle ezberlemekle olur kelime değil. Cümle, hatta paragraf. Cümleden kelimeye geçmek daha doğrudur. İlk okuyuşta anlaşılmaz. S. 281
Düşünceye fazla ihtiyaç olan bir devirde yaşıyoruz. Şiiri, rüyayı asırlarca yaşadık. Bir lükstü o, bir altın çağdı. Şimdi kendimizi rüyaya kaptıracak halimiz yok. S. 290
Bugün felsefe yoktur. Kendi kendini imha etmiştir adeta. Mumyalanmış düşünce enkazının nakillerinden ibaret bugünkü hali felsefenin. Felsefenin yerini ideolojiler almıştır. Hegel’den sonra büyük bir felsefi sistem kurulamamıştır. S. 296
Roman dört bin sene önce eski Mısır’da yazılmış, papirüslere. Milattan sonra binlerde Maruzaki yazmış romanı, Japon. S. 307
Türklerin destanı yok, yalnız destani şiiri, epopesi var. Destan Yunan’da vardır. Şahname de destandır. İran’ın meyus bir devrinde, hakikatte İslam’a karşı yazılan bir kitaptır Şahname. Eski İran efsanelerinden derlenme. S. 309
Beni dilhun eden İslam’ın İslam’a, Türk’ün Türk’e düşmanlığı. Halk partisi bir soyguncular partisidir. Komünist momünist ithamlarını bile kabul etmiyorum. Komünist veya bir …ist olmak için bile önce insan olmak lazımdır. Halk Partisi önce insan olsun. Bunlar perdedeki oyuncular. Bu düşmanlığı kaldırabiliyor musun? O kafi. S. 310
Dünyanın hiçbir kongresinde ciddi bir tez ortaya atılmamıştır. İlim kütüphanelerde yapılır. Kongreler eğlence, şov. S. 311
Ümit Hassan’ın kitabını tercüme de ettiler. İbn-i Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi, Ankara 1977
İnsan kavrayamayınca çıldırır. Bir çok yerlerde Dosto’da Tanrı yoktur. İsa’yı sever yalnızca. Eğer İsa Tanrı ise nasıl sever? İnsansa nasıl tanrı olur? Korkunç tezatlar. S. 321
Bugüne kadar biz dünya tefekkürü karşısında serbest olmadık. Avrupalı’nın istediği tarzda düşündük. Ve cebren Avrupalılaştık. Yani bize Avrupa, istediği kitabı okuttu. Türkiye Batı’nın çeşitli düşüncelerini kendi ihtiyariyle seçmemişti. Esasen bilmez de. S. 329
Herkese tavsiyem şu: Kolay hükümlerden kaçınmalı. Hakikat kimsenin inhisarında değildir. Bir de, büyük düşünce adamlarını ajan diye damgalamamak gerek. Ve mümkün mertebe insanlarla anlaşmağa çalışmalı, tefrikayı keskinleştirmemeli. S. 333
İslam zekası terkibci bir zekadır. Onun için İbn Haldun insanı bir bütün olarak ele almış. Batı’ya pencereleri kapamak ahmaklık, pencereleri açmak ama kendin kalmak, mühim olan bu. İslam düşüncesi de açmıştır pencerelerini. Korkuyla pencerelerini kapamak, ölmek demektir. S. 329
Fevziye rahatsız. Benim en zayıf tarafım hanım tarafım. Dünyam alt üst oluyor Fevziye rahatsız olunca. İnsanların dünyasından sadece onun yüzünü hatırlıyorum. Çocuklarım küçüktü gözlerimi kaybettiğimde. 38 senelik bir beraberlik. Mahvolurum ben sonra. Tek zatım bu. İnsansız bir yerde. S. 340-341
Yaşamak için yazmak mecburiyetindeyim. Yaşamak için yazmam lazım. Beni dünyaya yazılarım bağlıyor. İnsana ihtiyacım var. S. 342
İbn Haldun politika ile en az alimler uğraşır, diyor. Biz uğraşamıyoruz. S. 351
Düşünce bir çile. Bir insan bu oyuna talipse, bu adam yaşatılmalı. Halbuki cemiyetimiz öldürmeye çalışıyor. Herkes yangısı söndürmeğe geliyor. Milyonda bir kişi düşünür ancak. S. 354
Başka dillerden aldığımız isimleri ancak bizim telaffuzumuzla vermeliyiz. Asılları ancak akademik kitaplarda geçmeli. Ben halka hitap ediyorum. Öğrenmeğe mecbur değilim. Kimse İngilizce, Fransızca, Almanca bilmeğe mecbur değildir. S. 361
Ben yalnızım. İnsan sesine susuzum. Sağ-sol modadır. Düşünce hür ve seyyaldir. Yalnızım, çünkü sağ da, sol da anlamıyor. S. 355

Halil Açıkgöz, Cemil Meriç ile Sohbetler, Doğu kütüphanesi Yayıncılık, İstanbul, 2005