30 Haziran 2011 Perşembe

Kadı Burhaneddin


Tuyuğ

Güzelin işşi azarlamak ve naz etmek olur,

Gözleri bir büyücü cadı, gamzesi de ortalığı karıştırıcı olur.

Ey gönül! Sen bütün bunlara tahammül et, sabret;

Çünkü, sevgiliye kavuşmak zamanla, yavaş yavaş olur

"Bunca ki yandım yanarım, billah ki usanmamışım"

Kadı Burhaneddin maceracı bir kişiliğe sahip ilginç bir şairdi. Kadı olarak çalıştığı devlet içinde saltanat soyundan gelmese de iktidara ulaşabilen bir kişi. Şair. 18 yıl kendi adını taşıyan bir devleti idare eediyor. İlim adamlığı yanında sanatçı ve siyasi kişiliğini de aynı ölçüde öne çıkarıyor.

Yukarıdaki mısra onun Sivas kalesinde Akkoyunlularca idamıyla sona eren renkli ve maceracı hayatının bir yansıması gibidir. Üzerinde çalışılmayı hak eden, merak uyandırıcı bir isimdir Kadı Burhaneddin.

Tuyuğ

Hakka şükür koçlarun devrânıdur.
Cümle âlem bu demün hayrânıdur.
Gün batardan gün toğan yire değün.
Işk erinün bir nefes seyrânidur.

Şeyyad Hamza(14 yy)

Gazel

Ecel eline kocaman bir kadeh almış

O kadehin içi ibret verici olaylarla dolu


Kimine kadehi yeni sunuyor,kimine de içirmiş,

Kimi de sarhoş olmuş, sürekli olarak toprakta yatıyor.


Zengin, yoksul, büyük, küçük, herkes

O sakinin elinden birer birer içer.


Ne güzel şerbet ki ondan bir defa içen

Ne sabah olduğunu bilir ne akşam olduğunu bilir.


Bu nasıl şerbet ki rengi ve mahiyeti bilinmez;

Kırmızı mı, beyaz mı, yıllanmış mı, taze mi?


Bu saki nice arslan gibi kişilerin sırtını yere getirmiştir.

Nice ejderhalar ona boyun eğmiştir.


Bu saki sultanları (bile) yatırdı.

Ki Anadolu ve Şam onların bir köyü idi.


İnternette bulduğum çeviri:

Ecelin elinde bir ulu kadeh var
Ki içi dolu ders verici olaylar

Kimine ayak sunar kimine içirmiş
Kimi toprakta esrik sürekli yatar

Ki bir bir içer o sakinin elinden
Zengin yoksul küçük büyük olanlar

Ne güzel şerbet ki bir kez içenler
Ne sabah ne akşam olduğunu anlarlar

Ne şerbettir ki bu hiç rengi bilinmez
Kızıl mı ak ham ya olgun anlamazlar

Ne aslanları yatırmış bu saki
Boyun eğmiştir ona ne ejderhalar

Nice sultanları yatırdı bu saki
Ki Anadolu’yu Şam’ı köy sayardı onlar

Özgün Metin:

Ecel tutmuş elinde bir ulu câm
Ki ol câmın içi dolu ser-encâm

Kime ayak sunar kime içürmiş
Kimi esrük yatur toprakta mûdam

Ki bir bir içer ol sâkî elinden
Bay u yohsul ulu kiçi has u âm

Zehî şerbet ki bir kez andan içen
Ne subh olduğunu bilür ne ahşam

Ne şerbettir bu hiç rengi bilünmez
Kızıl mı ak mıdur yâ puhte yâ nâm

Ne arslanları yaturmuş bu sâkî
Ne ejderhâlar olmuştur ana râm

Selâtinleri yaturdu bu sâkî
Ki bunlar bir köyü idi Rum u Şâm

29 Haziran 2011 Çarşamba

Azizler ve Alimle

"Soyut bilgi masum değildir. Zehirdir: Karanlık, şiddet dolu, acımasızdır. Yaşamdan kopuk olmakla kalmaz, yaşamı terörize eder, kanla canla beslenir." (s: 24)

"Her şeyin gözle görülür olması katlanılmaz bir şey. Gördüklerimizin görülebilecek bütün herşey olması." (s: 25)

"Bir derinlik hayaline saplanmış budalalar olduğumuz için gizli olanı arıyoruz. Gerçekliğin dayanılmaz budalalığını görmemek için elimizden geleni yapıyoruz." (s: 25)

"Burjuva mantığının yasalarıyla partinin gücü ancak otuz-kırk kişi kadardı, ama diyalektik anlamda dallar ülkedeki her fabrikaya uzanıyordu." (s:32)

"Gerçeklikle onun temsili arasında, adı konmamış bir uçurum vardı." (s: 43)

"Dilin de kendi sınırları vardır. Dilin sınırları dünyamızın sınırlarıdır." (s: 114)

"Yalnızca geçmişi unutabilirsek özgür olabiliriz." (s: 125)

"Bizi umutsuzluğa sürüklüyor, sonra da biz şiddetle karşılık verdiğimizde, kendi alınlarındaki Kabil işaretini görmezden gelip, bize vahşi damgası vuruyorlar. Kendilerine, tıpkı Kızılderililerin Batılı göçmenlere baktıkları gibi, yabancı işgalciler gözüyle baktığımızı anlamıyorlar." (s: 126)

"Mizah değerli bir devrim silahıdır." (s: 128)

"İnsanın kim olduğunu söylemesi her zaman zordur. Bu üzülünecek değili kutlanacak bir şey." (s: 130)

"İnsanı hayvandan büyük yapan dildir. Trajedisi de budur." (s: 132)

"Fikir insanın hamurunda vardır. Onunla yaşarlar ya da onunla ölürler." (s: 133)

"Sizin şu felsefe dediğiniz şey, insanlarla ilgilenmemenin bir diğer adı sadece." (s: 135)

"Birey son derece değerlidir. Aynı zamanda yüce bir kurgu." (s: 135)

*Terry Eagleton-Azizler ve Alimler

Ölü Filozoflar Kahvesi


"Bizler yaşlandıkça bu yaşam akıntısı da büyüyor ve onu aşmak gittikçe zorlaşıyor."
J.J.Rousseau

"Tanrı, gerçekliği göstermek için bazen bizi yanıltır."
Descartes

"Düşünmek ruhun kendi kendine konuşmasıdır."
T. Bernaro

"Düşünceler bedenin ve bilincin ötesinde üçüncü bir dünyadır."
Augustinus

"Nesnel bir gerçek olsa da, onu kendime mal eden benim."
Kierkegaard

"İnsanın umudu kalmazsa, çaba da sarf etmez."
Kant

"İnsanın büyüklüğü eyleminden değil, etkisinden gelir."
Laotse

"Suyun ve dağın güzelliğini hissetmiyorsan, artık bir çocuk gibi sevinemiyorsan, çok ileri gitmişsin demektir."
Dschuang Dse

28 Haziran 2011 Salı

Traş olurken yüzümü kestim..



hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , insanlar

müziğin sesi , sözcüklerin

yazılışı ,

hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , bütün

bize öğretilenler , peşinden koştuğumuz aşklar ,

öldüğümüz bütün ölümler , yaşadığımız

bütün hayatlar ,

hiçbir zaman olması gerektiği gibi değiller ,

yakın bile değiller..

birbiri arkasından yaşadığımız

bu hayatlar ,

tarih olarak yığılmış ,

türlerin israfı ,

ışığın ve yolun tıkanması ,

olması gerektiği gibi değil ,

hiç değil ,

dedi..

bilmiyor muyum ? diye

cevap verdim..

uzaklaştım aynadan..

sabahtı , öğlendi ,

akşamdı ,

hiçbir şey değişmiyordu

her şey yerli yerindeydi ,

bir şey patladı , bir şey kırıldı ,

bir şey kaldı..

merdivenden inip içine

daldım..

CHARLES BUKOWSKI..

‘Gülün Gölgesinde.. Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi 2. Cilt..’ , CHARLES BUKOWSKI , Çeviri : AVİ PARDO , PARANTEZ Yayınları , Kasım 2002 , 174 Sayfa..



Kitap Hırsızı

"İlk önce renkler. Daha sonra insanlar. İnsanlar genellikle bir günün renklerini sadece gün başlarken ve sona ererken fark ediyorlar, ama benim için günün her anı, her dakikası değişen, içiçe geçen yığınla farklı renk tonu içeriyor. Tek bir saat bile binlerce değişik renkten oluşabilir. Mumsu sarılar, bulutsu maviler. Kasvetli karanlıklar." (s.3-4)

"Çocuklar, çoğu zaman hantal sersemlikteki yetişkinlerden çok daha kurnaz olabiliyor." (s.31)

"Sözcüklerini avucunda biriktirip, iyice yoğurduktan sonra masanın üzerinden fırlatır gibi konuştu." (s.32)

"Sessizlik, kopmak için yakaran bir lastik gibi uzadı. Kız kopardı. "(s.129)

"Her yerde kitaplar! Bütün duvarlar oldukça kalabalık ancak mükemmel sıralanmış raflarla giydirilmişti. Duvarın boyasını görmek neredeyse mümkün değildi. Siyah, kırmızı, gri, her renkten kitabın sırtında değişik renkte ve boyada yazılar vardı. Liesel Meminger'in hayatında gördüğü en güzel şeylerden biriydi.
Hayretle gülümsedi.
Böyle bir oda nasıl olabilirdi! (...)

Gitgide oda küçüldü, ta ki, kitap hırsızı birkaç adımla uzanıp raflara dokunana dek. Tırnaklarının kitapların sırtına değip geçerken çıkarttığı tıkırtı sesini dinleyerek elinin tersini ilk raflarda gezdirdi. Çıkan ses bir çalgı sesi gibiydi ya da koşan ayakların notaları gibi. Peşpeşe raflar boyunca ellerini yarıştırdı. Ve kahkahalar attı. (...)
Kaç kitaba dokunmuştu? Kaç kitabı hissetmişti?
Raflara doğru ilerleyip bu kez daha yavaşça ve elinin içiyle tekrar kitaplara dokundu; avuçlarının içinde her kitabın sırtının oluşturduğu engebeyi hissediyordu. Işıklı bir hüzmeden yayılan parlak hüzmeler gibi büyülü bir histi, kusursuz bir güzellik karşısında duyulan his gibi. Birçok kez neredeyse yerinden çekip çıkaracaktı kitaplardan birini ama düzeni bozmak istemedi. Fazla mükemmeldiler." (s.129-130)


"Çevirdikçe, sayfalar yazılmış hikayenin yükü gibi gürültü çıkardılar." (s.233)

"Hiçbir insanın benimki gibi bir yüreği yoktur. İnsan yüreği bir çizgidir, oysa benimki bir daire ve doğru anda, doğru yerde olabilmek gibi sonsuz bir yeteneğim var. Bunun sonucu olarak insanları hep en iyi ve en kötü anlarında yakalayabiliyorum. Onların hem çirkinliklerini hem de güzelliklerini görüyorum; aklıma takılıyor, ikisini birden nasıl barındırabiliyorlar? Yine de kıskandığım bir yanları var. İnsanlar hiç değilse ölecek kadar sağduyulular (Ölüm) (s.480)

"Sözcüklerden nefret ettim ve onları çok sevdim, umarım onları doğru kullanmışımdır." (s.515)

Markus Zusak - Kitap Hırsızı (Book Thief) (Encore Yayınları)

27 Haziran 2011 Pazartesi

YORGUN SERSERİ Neal Cassady


Bu kadarı yetebilir belki. Kimsenin ortalıklarda olmadığı bir saatte ağlayabiliriz de istersen. Şimdilik bir bira daha söyleyelim. Kadınlar istedikleri kadar girmeye çalışsınlar hayatımıza; biz bir bize yer ayırdık orada. Biliyor musun, aslında her şey başladığı yerde biter ve bir bitki biter oracıkta. Benim bitkim küçük kısır bir zeytin ağacıdır. Güneye doğru yola çıktığımda hep yolumu kesen ve yollarda tüm kasvetimi bir paket sigaraya kurban eden küçük kısır bir zeytin ağacı. Bir gün bir bahçem olacak ve zeytin ağaçları yetiştireceğim. Anason , afyon ve zeytin ağacı. Bir gün bir bahçem olacak ve kurtulacağım tüm lanet arka bahçelerden. İnsan olacağım. Sevgili, koca ya da metres olmayı bırakıp; bırakıp araba yıkamayı, bulaşıkçılığı, dost olmayı, insan olacağım. Kimseye yer ayırmıyorum bahçemde, yalnız ve mutsuz olacağım. Gittiğim güne dek hayatın beyin damarlarındaki bir hava kabarcığı olacağım. Bir gün patlayacağım ve her şey sona erecek. Ne güzel, değil mi? Hala hayal kurabiliyor olmak, bekar olmak, her gün kansere, aids’e ve tüm illetlere biraz daha yakın olmak ne güzel. İstersen cevap da verebilirsin, ya da en iyisi sus biraz. Çünkü hep ben konuşmalıyım ki gerçek gibi dursun tüm bunlar. Sahi, bunca ifrit gerçek olabilir mi?

Gerçek olamayacak ne var ya da? Sence, bence ve bencilce. Gerçek olamayacak tek bir an, tek bir figüran girmişse hayatına, gerçeklik seni ne kadar yalanlar. Umurumda değil ne kendi söylediklerim ne de senin bana söylemek istediklerin. Sevişmek üzerine uzun uzun konuşmuştuk bir gece seninle ve sabaha kadar üç esmer iki sarışınla yatmıştın sen ben kaldıramayacağım kadar içmiştim ve kaldıramamıştım. Ne komikti bunca rezalet. Hayatımıza onca zilli girmişti ve birkaç hanım hanımcık yosma. Ki biliyorsun ben hepsinde bir şeyler unuttum ayrılırken. Şimdi düşünüyorum da ne gerek vardı. Ne menem bir haykırıştı o her ayrılık. Hayır, kadınları küçümsemiyorum; onlar zaten küçükler. Küçücük dünyaları hep dar geldi bana. Bense hep kendimi okşadım üşüdüğüm her yanlış durakta.

Büyük serseri büyük vurgunlar yiyendir ve tüm vurgunlardan biraz yitik çıkandır mı demiştin; yoksa ‘ siktir et bunları’ mı?

Eski günlerdeki kadar karanlık olabilseydim umursardım bana vereceğin cevabı; şimdilerde hiç olmadığım kadar net’im, her şey o kadar belirgin ki kimsenin düşünceleri, düşüşleri beni ilgilendirmiyor.

Neyse, bizi nasıl olsa anlamayacaklar dostum. Ardımda hamile bir sevgilim olsaydı yinede düşerdim yola ama kafamda bunca acı varken kıpırdayamıyorum bile. Ardımda mutlu bir an bıraksaydım yinede düşerdim yola ama içimde bunca kirli yalnızlık varken kıpırdayamıyorum bile. Ardımda bir ceset bırakabilecek olsaydım yinede düşerdim yola ama kendi cesedimi sırtımda taşıyorken kıpırdayamıyorum bile. Bir bira daha söyle de susalım biraz, ki azıcık da gece konuşsun.

Lanet olsun mu derdin en çok yoksa Allah belanı versin mi? Sanırım ben bu iki kelimeyi de bakire bir kızın dokunulmazlığı olarak görüyorum ve sen böylesine küfürbaz olabildiğin için imreniyorum sana. Bu kadarı yetebilirdi belki ama ben ağlamak istiyorum yinede. Eski, küflü bir ford’un arka koltuğunda göz yaşlarım ve kusmuğumdan oluşan bir gölün içinde ölü bulunmak istiyorum.

Baki


Baki

Dünyanın süslerinden el çekmeye niyetim var
Yakında yokluk derler bir şehre seyahatim var

Uçtu gitti bu göklerden inleyen gönül kuşum
Fırsat bulamaz oldum yolculuk kederim var

İçse bir aşık -ta kıyamete kadar ayılmaz
Feleğin meclisinde -bilmem kadehinde ne haller var

Bu haller ile ey gönül sağ olmaktansa alemde
Dilberlerin gam derdinden ölmekte incelik var

Gittikçe viran gönül ülkesini harap ediyor
Zamanın bu cefasından bir şaha şikayet var

Baş vermeye razıdır da dünyaya gönül vermez
Ayrılık ehlinin ey Bâkî başında saadet var.

(Günümüz diline uyarlayan: Adnan Durmaz)

Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege niyyet var
Yakında adem dirler bir şehre azîmet var

Uçdı bu fezâlardan mürg-ı dil-i nâlânım
Ârâm idemez oldum efkâr-ı seyâhat var

Nûş eylese bir âşık tâ haşre dek ayılmaz
Bezm-i feleğin bilmem câmında ne hâlet var

Bu hâlet ile ey dil sağ olmada âlemde
Derd ü gam-ı dilberle ölmekte letâfet var

Gitdükçe harâb eyler mülk-i dil-i vîrânı
Dehrün bu cefâsından bir şâha şikâyet var

Ser terkine kâ'ildir dünyâya gönül virmez
Terk ehlinin ey Bâkî başında sa'adet var.

Onlar İçin Minibüs Şarkısı / Cemal Süreya

Eşyanın konumunu biçimini rengini almışlardır
Koltuğa oturdular mı koltuğun boyuna eklenir boyları
Pat pat pat diye gülerler bir motosiklet neşesiyle
Ama zariftirler de bir bisiklet kazasında ölmeyi akıl edecek kadar,
Patatesin ağaçtan mı koparıldığını tartışacak kadar naiftirler de,
Hakçası bilmedikleri yoktur, bütün balık adlarını bilirler bir kere,
Lunapark beğenisiyle düzenlenmiştir yatak odaları,
Kadındırlar nişanlıları kendilerine ada falan armağan ederler
Dardırlar da, söz aramızda, çekecek kullanarak işlemde bulunmak
gerekir,
Bayramlarda trafik noktalarına gül lokumu kutuları bırakırlar,
Ulusçudurlar bunun kanıtı olarak viskiyi kâseyle içerler
Ama batılıdırlar da lahmacuna havyar sürecek kadar,
Hekimdirler güneş gözlüğüyle kürtaj yaparlar başarırlar da
Şapkaları güzel bir niyet gibidir, öfkeleri dört mevsim reklamı,
Lirik değillerdir olmayı da istemezler zaten isteseler de olamazlar
Ama hamarattırlar uyku hapları ve bir sürü zımbırtıyla ölümü
magazinleştirecek kadar;
Padişahtırlar ferman çıkarmışlardır: hareme patlıcan ve hıyar ancak kıyılarak sokulabilir;
Sikke kesmişlerdir badem yaprağından ince kırağı tanesinden yeğni; Tecimendirler yüzyıllar boyunca karılarına hükümdarların
sataşmasını ağırca bir vergi olarak kabullenmişlerdir.
Düşünürdürler de ölülerin aile albümlerinden toplumbilim
kuralları çıkaracak kadar,
Dalgalı görürler her şeyi çiçek sayrılığını omuriliklerinde
geçirmişlerdir;
Efedirler, Nazilli'de Uzunçarşı onlarındır törenlere madalyalarla
katılırlar
Ama yük kamyonları Denizli'den geçerken plaka değiştirir
Ve sakıngandırlar sokakta konuşurken sırtlarını duvara verecek
kadar;
Düğünlerinin provası yapılır sünnetlerinin de ölümlerinin de
Kefenleri de kundakları gibi özenle hazırlanır ve aynı renktedir:
Kızlar için pembe-beyaz oğlanlar için beyaz-mavi
Dünya müzesinin en renkli portreleridirler
Tarihin sabıka kaydında fotoğrafları
Önden güleç ve edilgin yandan keskin ve firavun;
Dilenciler ve genelev kadınları üstüne sayısız özdeyiş yatar
kursaklarında,
İçlerindeki sevgi insanları atlayarak hayvanlara yönelmiştir
Özellikle kedilere ve köpeklere karşı iyice duygusaldırlar
iki gözleri iki çeşme,
Öldürmemektir felsefeleri bir karıncayı bile, ama yaşatmayı
bilmezler,
Bönlükten korkarlar, gezgin köftecilerden adamakıllı korkarlar
Fotoğrafın arabından ödleri kopar
Öğretmenlerden de korkarlar nedense
Ama elbet yerine göre gözüpektirler de
Sigaralarını yüksek fırından yakacak kadar;
Çincede demagoji olanağı var mıdır?
Arpaçay ne ilçedir?
Atçalı Kel Memet mi Manisalı Kör Bayram mı?
Yarın mı öbürgün mü?
Sorulardan korkarlar;
Yine de yanıtları hazırdır her şeye:
...dığı gibi, ...mekle birlikte, ...na karşın;
Olasılığa tanrı gibi taparlar da olağandan ödleri kopar,
Doğuran atı güzel bulur
Eski Anadolu-Bağdat demiryolu ortaklığının kitaplığında
Ve bir takım belletenlerde adları geçer,
Noterler tutar güncelerini,
Yönetmendirler kurul başkanıdırlar
Japon feneri ya da uçurtma tadı taşıyan senetlerden
Zamanaşımı süresi dolmadan tüyüp gider imzaları,
Kimi sözler onlar için kullanılır: saygın, ünlü, şahane
Kimi sözler onlar için de kullanılır
Kimi sözler onlar için kullanılamaz
Kimi sözlerin kullanılmaması doğrudur
Kimi sözler hiç kullanılamaz
Haşhaşla çalıştırırlar güzellik enstitülerini
İşbilirlik konusunda yücegönüllüdürler Svidrigaylov'luk taslarlar
Gerçekte su katılmadık birer Lujin'dirler
Taşarondurlar,
Yine de
Göçmen kuşların durumu söz konusu olunca
Bir yerlerinden birkaç Ahmet Cemil birden çıkarabilirler;
Dibe çökerler devinim evrelerinde
Durgun dönemlerdeyse kurbağa pislikleri gibi
Yan yana omuz omuza bitişe bitişe
Suyun yüzüne yükselirler
Giderek renkleri koyulaşır
Avukattırlar
Günoğludurlar
Nilüferleri kararta kararta
Kalırlar orda.

26 Haziran 2011 Pazar

Ziya Paşa Terkib-i Bend


İkbâl için ahbâbı siâyet yeni çıktı
Bilmez idik evvel bu dirâyet yeni çıktı

(Yükselmek, iyi bir mevkiye gelmek için dostlarını çekiştirmek yeni çıktı, önceleri bu beceriksizliği bilmezdik, bu da yeni çıktı)

Sirkat çoğalıp lâfz-ı sadâkat modalandı
Nâmus tamam oldu hamiyyet yeni çıktı

(Hırsızlık çoğalıp sadakat sözü moda haline geldi, namusu bitirdik, hamiyet yeni çıktı)

Düşmanlara ahbâbını zemm oldu zerafet
Dildardan ağyâra şikâyet yeni çıktı

(Düşmanlara dostları yermek bir incelik oldu; başkalarına gönül dostlarından şikayet yeni çıktı)

Sâdıkları tahkîr ile red kaide oldu
Hırsızlara ikram ü inayet yeni çıktı

(Sâdık kişileri aşağılama, reddetme benimsenir oldu; hırsızlara ikram ve yardım yeni çıktı)

Hak söyleyen evvel dahi menfûr idi gerçi
Hainlere amma ki riayet yeni çıktı

(Her ne kadar doğruyu söyleyenler de önceleri nefretle karşılanmışsa da ancak hainlere uyma yeni çıktı)

Evrak ile ilân olunur cümle nizâmât
Elfâz ile terfîh-i ra'iyyet yeni çıktı

(Bütün düzenlemeler bazı kâğıtlar ile ilan olunur, söz ile halkın refaha eriştirilmesi ise yeni çıktı)

Âciz olanın ketm olunur hakk-ı sarîhi
Mahmîleri her yerde himâyet yeni çıktı

(Güçsüz olanın en belirgin hakkı saklı tutulur, himaye görenleri her yerde korumak yeni çıktı)

İsnâd-ı ta'assub olunur merd-i gayûra
Dinsizlere tevcîh-i reviyyet yeni çıktı

(Gayretli kişiler taassubla suçlanırken dinsizlere özgü derin düşünce yeni çıktı)

İslam imiş devlete pâ-bend-i terakki
Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı

(Devletin yükselmesine engel olan İslamiyet imiş, önceleri yoktu, bu rivayet yeni çıktı)

Milliyyeti nisyan ederek her işimizde
Efkâr-ı Firenge tebaiyyet yeni çıktı

(Her işimizde millî benliğimizi unutarak Batı düşüncesine körü körüne bağlılık yeni çıktı)

Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık
Zîra ki ziyan ortada bilmem ne kazandık

(Eyvah bu oyunda bizler yine yandık, çünkü zarar ortada bu konuda bilmem biz ne kazandık)

Ziya Paşa

Siham-ı Kazadan – Nef’i


Siham-ı Kaza’dan

Gürci hınziri a samsunı muazzam a köpek

Kandesin kande nigehbanii alem a köpek

(kande: şeker,

nigehbani : gözetmen,bekçilik)


Vay ol devlete kim ola mürebbisi anın

Bir senin gibi deni cehli mücessem a köpek

( mürebbi: terbiyeci, terbiye eden.

Deni: soysuz, alçak,

Cehl: cahil

Mücessem:tecessüm etmiş,cisimlenmiş)

Ne güne kaldı medet Devleti Ali Osman

Hey yazık hey ne musibet bu ne matem a köpek



Ne ihanettir o sadra bu zemanda andan

Olmaya sahibi bir asafı Ekrem a köpek

(sadr: Meclisin önü ve en muteber yeri. Reisin oturduğu yer.

Asaf: vezir

Ekrem: çok cömert)

Paymal eylediniz saltanatın ırzını hep

Yok yere oldu telef ol kadar adem a köpek

(Paymal: Ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, sürünmüş.)

Sen kadar düşmeni devlet mi olur a hınzir

Ne durup saltanatın sahibi bilmem a köpek



Addolunsa eğer esbabı nizamı devlet

Seni katleylemedir cümleden akdem a köpek

(Add: Hesablamak. Saymak.

Esbab: sebep,

Nizam: İcaba göre yapılan kanun,sıra, dizi,düzen)

Ehli dil düşmeni din yohsulu bir mel’unsun

Öldürürlerse eğer can becehennem a köpek



Sende İslam eseri olsa eğer zerre kadar

Eylemezdi Alamanzadeyi hemdem a köpek

(hemdem: canciğer arkadaş)

Bu kadar cürm ile sen sağ olasın da yine ben

Vecibülkatl olam ey bahteki azlem a köpek

(cürm: kabahat,kusur

katl edilmesi gereken,

Bahtek: şanslı)

Hele bu hükme gavur kadısı olmaz razi

Kande kaldı müselmanı müsellem a köpek

(kande: şeker)

Seni hicvetmek ile katle neden istihkak

Sen nesin bilmem eya kafiri müphem a köpek

(istihkak: hak edilen.

Müphem: Mutlak âşikâr olmayan. Belirsiz.

Eya: acaba)

Sana şetmeylemek olursa eğer katle sebep

Katliam eyle hemen durma demadem a köpek

(şetm: sövme, sövüp sayma)

Bigüneh katle rıza var mı şeraitte sora

Gör ne der hazreti müftii mükerrem a köpek

(mükerrem: Hürmet ve tâzim edilen.)

Tutalım müfti sükut eylese hak söylemede

Yok mu bir dadğerü a’delü ahkam a köpek



File naçar meğer yükledeler tabutun

Çeke mezciyfli murdarını adem a köpek

(naçar: çaresiz,

Mezc:katmak,karıştırmak)

Filler de çekemezse ne acep laşeni kim

Var mı bir sencileyin divi mücessem a köpek

(senc: tartan, ölçen, değerlendiren.

Div: dev

Mücessem: cisim))

Çak çak etmiş iki tiği zebanımla seni

Kande buldum bu kadar yareye merhem a köpek



Ki firamuş edüp ol mertebe zahmın acısın

Kurtulup yine ısırdın beni muhkem a köpek



Sonra duydum sen ol fahişe kişkirdiğini

Hak belasın vere ol fahişeye hem a köpek



Ondan a’la bilür olmazdı benim kadrimi hiç

Yalınız ben demezim der bunu alem a köpek



Garazım cehlini tahkiktir anın yoksa

Sen kadar har olayım kendim öğersem a köpek

(cehl: cahillik,

Har: adi)

Sana nisbetle her ender har iken Veysi’ye

Yaraşır dense hari Deccal ile tev’em a köpek

(tev’em: ikiz,benzer,eş)

Sen karar har da olur mu acaba dünyada

Harsın amma hari Deccal ile tev’em a köpek



Kafirim ger seni hicvettiğime nadim isem

Hak huzurunda ya senden unutursam a köpek

(nadim: pişman

Ger:eğer\ Ger: uyuz hastalığı)

Her ki ba ma bisitized behude istized

Hak elimde ne kadar çerb çalarsam a köpek

(ma: biz,

Çerb:Besili, semiz, yağlı. Muvafık, münasib, uygun.)

İtikadımca gaza eyledim inşallah

Hak bilür yok yere ben kimseye söğmem a köpek



Men ne anem ki zebüni keşem ez çarhı felek

Feleği hicvederim cevrini görsem a köpek

Haşredek sağ kalursam da sana şetmederin



Hak sözü söylemeden hiç usanmam a köpek

(haşr: Toplanmak, bir yere birikmek.

Şetm: sövmek)

Hatırı devlet içün ya talebi cennet içün

Terkolur mu bu kadar ma’nii mülhem a köpek



Beni incitmeyiceksen yine bu hicvi cedit

Olmamıştı dahi vallahi musammem a köpek

(musammem: Kararlaşmış. Hakkında karar verilmiş olan.

Cedid: yeni)

Siham-ı Kazadan – Nef’i

Edgar Allan Poe - AMONTILLADO FIÇISI


Fortunato’nun binlerce hareketine katlanmışımdır, elimden geldiği kadar; ama onurumu kıracak sözler söylediğini görünce, intikam almaya and ettim. Sizler, benim ruhumu bu kadar iyi kavramış olan sizler, onun karşısına geçip açıkça meydan okumamış olduğumu anlamışsınızdır. Ta sonunda intikam alacaktım; bu kararım kesindi - kesinliği biraz da, herhangi bir tehlikeyi göze almak istemememden geliyordu. Sadece cezalandırmak yetmezdi, kendime bir suç yüklemeden cezalandırmalıydım. Bir yanlışın düzeltilmiş sayılması için onu düzeltene bir kötülük gelmemiş olması gerekir. Sonra bir de yanlışı yapan, yanlışı düzeltmekte olanın kendinden intikam aldığını anlamazsa, o yanlış düzeltilmiş sayılmaz.

Şu iyice anlaşılmalıdır ki, ne sözlerimle, ne de hareketlerimle, Fortunato’nun iyi niyetimden kuşkulanmasına neden olacak bir durum yaratmadım. Eskisi gibi yüzüne gülmeye devam ettim, onu nasıl boğazlayacağımı düşünerek gülmekte olduğumun farkına varmadı.

Onun da zayıf bir noktası vardı - bu Fortunato’nun - gerçi öbür bakımlardan saygı beslenecek, belki korkulacak bir adamdı, ama zayıf bir noktası vardı. Şaraptan anladığını söylerdi, gururlanırdı bununla. Gerçekten sanatçı ruhu taşıyan İtalyanlar pek azdır. Çoğu zaman güzel şeyler karşısındaki coşkunlukları gidişe uymak, fırsatları kaçırmamak içindir - bile bile takınırlar o tavırları, İngiltere’den ya da Avusturya’dan gelen milyonerleri kandırmak için. Resimler, değerli taşlar alanında Fortunato da memleketlileri gibi bir şarlatandı - ama eski şaraplar konusunda içtendi. Bu konuda hani ben de ondan pek farklı değildim: İtalyan şarapları üzerine epeyce bilgim vardı, ne zaman fırsatını bulsam, bol bol satın alırdım.

Karanlık bastırmak üzereydi, karnaval mevsiminin çılgınlıklarla dolu akşamlarından biriydi; arkadaşımla karşılaştım. Bana aşırı bir sıcakkanlılıkla sokuldu, epeyce içmişti. Soytarı kılığındaydı. Her yanını sıkı sıkıya saran, çizgi çizgi, renk renk bir elbise giymişti, kafasındaki koni biçimli şapkada çıngıraklar vardı. Onu gördüğüme pek sevinmiştim, daha önce hiç elini o kadar candan sıktığımı hatırlamıyorum.

“Sevgili Fortunato,” dedim, “ne büyük talih sana rastlamam. Bugün ne kadar iyi görünüyorsun! Bir fıçı şarap geçti elime, Amontillado diye sürdüler, benim kuşkum var doğrusu.”

“Nasıl?” dedi. “Amontillado? Bir fıçı? Olamaz! Hem de böyle karnaval ortasında!”

“Benim kuşkum var doğrusu,” diye tekrarladım, “üstelik sana sormadan bir Amontillado fıçısına verilecek parayı tamamı tamamına ödemek budalalığını da gösterdim. Sen yoktun ortalarda, bir başkasına kaptırırım diye korktum.”

“Amontillado!”

“Benim kuşkum var doğrusu.”

“Amontillado!”

“Bu kuşkudan kurtulmak istiyorum.”

“Amontillado!”

“Senin işin vardır diye Luchesi’ye gidiyorum.Şaraptan anlayan biri varsa, o da Luchesi’dir. Söyler bana-“

“Luchesi, Amontillado’yu Sherry’den bile ayıramaz.”

“Gene de bazı budalalar onun bu alanda senden aşağı olmadığını söylüyorlar.”

“Hadi gidelim.”

“Nereye?”

“Sizin mahzene.”

“Dostum, hayır, senin iyiliğinden yararlanmak istemem. İşin olduğu belli. Luchesi -“

“Hiçbir işim yok; haydi gel.”

“Dostum, hayır. İşinin olup olmamasını bırak bir yana, bakıyorum da sen iyice soğuk almışsın. Mahzenlerin rutubeti dayanılacak gibi değil. Duvarlar bütün pamuk pamuk olmuş; güherçile içinde.”

“Olsun, gene de gidelim, haydi. Bir şeyim yok benim. Amontillado! Seni kandırmış olacaklar. Luchesi’ye gelince, o Sherry’yi Amontillado’dan ayıramaz. “

Fortunato bunları söyleyerek koluma yapıştı. Kara ipekten bir maske takıp bir pelerine iyice sarındım, beni köşküme doğru koşturmasına göz yumdum.

Hizmetçiler evde değildi; karnaval mevsimi onuruna eğlenmek için sıvışmışlardı. Sabah olmadan eve dönmeyeceğimi söylemiştim onlara, sakın bir yere ayrılmayın diye de kesin emirler vermiştim. Bu emirlerin işe yaramayacağını, ben daha arkamı döner dönmez hepsinin birden ortadan yok olacaklarını biliyordum.

Duvardaki yuvalarından iki meşale çıkarıp birini Fortunato’ya verdim; iç içe odalardan eğilerek geçip mahzene giden kemerli geçide geldik. Döne döne inen yüksek bir merdivene girerken, ona dikkatli olmasını yalvardım. Sonunda merdivenin altına vardık ve Montresor’lerin mezarlarının ıslak toprağı üzerinde yan yana durduk.

Arkadaşımın adımları kararsızdı, şapkasındaki çıngıraklar, o yürüdükçe çın çın ötüyordu.

“Fıçı?” dedi.

“Daha ilerde, “ dedim. “ama önce şu mahzenin duvarlarında parıldayan beyaz örgülere bir bak.”

Bana döndü, sarhoşluğun gözyaşlarını damıtmış olan buğulu bakışlarını gözlerimin içine dikti.

“Güherçile mi?” diye sordu sonunda.

“Güherçile,” diye cevap verdim. “Nezamandan beri öksürüyorsun böyle?”

“Öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö”

Zavallı arkadaşım dakikalarca bir türlü cevap veremedi bana.

“Bir şey değil,” dedi sonunda.

“Gel” dedim, kararını vermiş bir adam tavrı takınmıştım, “geri dönelim; senin sağlığın çok daha değerli. Zengin, her yerde saygı gören, beğenilen, sevilen bir insansın; mutlusun, ben de öyleydim bir zamanlar. Aranacak, özlenecek bir adamsın. Kendim için olsa aldırmam bile. Geri dönelim; hastalanacaksın, böyle bir şeye neden olmak istemem. Hem, Luchesi var -“

“Yeter,” dedi, “öksürüğüme bakma, bir şeyim yok; öldürmez beni. Öyle öksürükle ölmem ben.”

“Doğru - doğru,” diye cevap verdim, “inan bana, seni boşu boşuna korkutmak niyetiyle söylemedim bunları; ama gerekli önlemleri de almalısın. Şu Medoc şarabından çekersek birer tane, rutubete karşı korur bizi.”

Bunu söylerken toprağın üzerine uzunlamasına sıralanmış şişelerden birini alıp boynunu kırıverdim.

“İç,” diyerek ona uzattım şarabı.

İstekli bir susuzlukla şişeyi dudaklarına götürdü. İçmeden önce durup dostça bir selam verdi bana, başındaki çıngırakları çın çın öttü.

“Şerefe,” dedi, "çevremizde son uykularını uyuyan şu ölülerin şerefine içiyorum.”

“Ben de senin uzun yıllar yaşamana.”

Gene kolumu tuttu, ilerledik.

“Bu mahzen,” dedi, ne kadar geniş.”

“Montresor’ler,” diye cevap verdim, “büyük bir aileydi, sayıca da pek çoktular.”

“Armanızı unuttum.”

“Mavi bir tarlada, kocaman, altın rengi bir insan ayağı; ayak kızgın bir yılanı eziyor, yılan dişlerini toprağa geçirmiş.”

“Ya onur tümceniz?”

“Nemo me impune lacessit.”

“Güzel!” dedi.

Şarap gözlerinde parıldadı, çıngıraklar çın çın öttü. Medoc beni de ısıtmıştı. İçleri kemik yığılı duvarlar boyunca, boy boy fıçıların arasından, mezarların ta en iç köşelerine doğru yürüdük. Gene durdum, bu kez Fortunato’nun kolunu dirseğinin üst yanından kavrayacak kadar ileri gittim.

“Güherçile!” dedim, “bak, gittikçe artıyor. Tavandan yosun gibi sarkıyor. Irmağın yatağından daha aşağıdayız. Islaklık, damla damla, kemiklerin arasında dolaşıyor. Gel, iş işten geçmeden geri dönelim. Öksürüğün -“

“Bir şey değil,” dedi, “haydi yürü. Ama önce şu Medoc şarabından biraz daha içelim.”

Ona bir De Grave şişesi kırıp uzattım. Bir dikişte boşalttı. Gözleri hırçın bir ışıkla yandı. Güldü, şişeyi havaya fırlatıp ne olduğunu anlayamadığım bir hareket yaptı.

Şaşkın şaşkın baktım ona. Hareketi tekrar etti – tuhaf birşey yapıyordu.

“Anlayamıyorsun?” dedi.

“Hayır,” diye cevap verdim.

“Öyleyse sen biraderlerden değilsin.”

“Nasıl?”

“Mason değilsin.”

“Evet, evet onlardanım.” dedim, “evet, evet”

“Sen? Olamaz! Mason?”

“Mason ya,” diye cevap verdim.

“İşaretini yap öyleyse,” dedi.

“İşte işaretim,” dedim, pelerinimin altından bir mala çıkardım.

“Alay ediyorsun,” diye bağırarak birkaç adım geri sıçradı. “Haydi, haydi şu Amontillado’ya gidelim.”

“Öyle olsun,” dedim, malayı pelerinimin altına sokarak ona gene kolumu uzattım. Ağırlığını vererek yaslandı. Amontillado’yu araya araya yolumuza devam ettik. Bir sıra alçak kemerin altından geçtik, aşağı doğru indik, yürüdük, gene aşağı doğru indik, derin bir mahzen odasına geldik, havası pek kötüydü buranın, öyle ki, meşalelerin alevi bile sindi.

Onun da öbür ucunda daha dar bir oda vardı. Duvarları, Paris’in büyük mezarlarında olduğu gibi, tavana kadar yükselen, üst üste yığılmış insan kalıntılarıyla örtülüymüş. Gene de öyleydi üç yanı, dördüncü duvardaki kemikler ise yere indirilmiş, bir noktada büyücek bir küme yaparak toprağın üstüne gelişigüzel saçılmıştı. Kemiklerin yerlerinden oynatılmasıyla ortaya çıkmış olan duvarda bir iç hücre daha gördük, derinliği aşağı yukarı birbuçuk, eni bir, yüksekliği de iki ikibuçuk metre kadardı. Belli bir iş için hazırlanmışa benziyordu, duvardaki mezarların tavanlarını tutan iki büyük desteğin arasında bir boşluk gibiydi; arkasını da gene o mezarları çevreleyen granit duvarlardan biri kapatmaktaydı.

Fortunato elindeki alevsiz meşaleyi yukarı kaldırarak oyuğun derinliğini görmeye çalıştı, ama boşuna. Zayıf ışık onun sonunu göstermedi bize.

“Yürü,” dedim. Amontillado bunun içinde. Luchesi’ye gelince –“

“Mankafanın biridir o,” diye sözümü kesti, bu arada adımını da atmıştı, hemen arkasına takıldım. Bir anda oyuğun sonuna varmış, kayayla burun buruna gelmişti, ilerleyemediğini görünce aptalca bir şaşkınlık içinde kalakaldı. Bir an daha geçti geçmedi granite zincirleyiverdim onu. Oyuğun sonundaki düz duvarda, yatay olarak birbirinden aşağı yukarı yetmiş santim uzaklıkta iki demir halka vardı. Bunlardan birine kısa bir zincir, öbürüne de bir asma kilit takılmıştı. Zinciri onun beline dolayıp kilidi vurmak birkaç saniyelik bir işti. Karşı koyamayacak kadar büyük bir şaşkınlık içindeydi. Anahtarı çekip alarak oyuktan çıktım.

“Elini duvara sür de bak,” dedim, "her yan güherçile içinde. Çok rutubet var doğrusu. Bir kere daha yalvarıyorum geri dönmen için. Hayır mı? Öyleyse seni bırakıp ayrılmam gerek. Ama önce elimden gelen her türlü özeni göstermeliyim.”

“Amontillado!” diye bağırdı ansızın; daha şaşkınlığı geçmemişti.

“Doğru,” diye cevap verdim, “Amontillado.”

Bu kelimeleri söylerken, biraz önce andığım o kemik yığınının içinde çalışmaya başlamıştım. Kemikleri eşeleyip sağa sola fırlattım, altlarından bir miktar harç ile yapı taşları çıktı. Bu maddeleri kullanarak malamla oyuğun önüne bir duvar örmeye giriştim.

Duvarın birinci sırasını bitirmiştim ki Fortunato’nun iyiden iyiye ayılmış olduğunu gördüm. Bunun ilk işareti oyuğun derinliğinden doğru gelen inilti gibi bir sesti. Sarhoş bir adamın iniltisi değildi bu. Sonra uzun bir sessizlik oldu. İkinci sırayı çıktım, üçüncüyü, dördüncüyü çıktım; o sırada zincirin şiddetle sarsıldığını duydum. Bu zincir sesi birkaç dakika devam etti, o arada ben de işimi bırakıp kemiklerin üstüne oturdum, tadını çıkara çıkara dinledim onu. Sonunda bu şıkırtı durulunca malayı tekrar elime alıp hiç ara vermeden beşinci, altıncı, yedinci sıraları bitiriverdim. Duvarın yüksekliği göğsüme yaklaşmıştı. Gene durdum, meşaleyi kaldırıp aralığa tuttum, içerdeki biçimin üzerine birkaç zayıf ışık çizgisi düştü.

Zincire vurulu insan biçiminin boğazından birbiri ardınca fışkıran yüksek, tiz çığlıklar sanki beni geri itti. Bir an duraladım – titredim. Kılıcımı çekip oyuğa doğru bir davrandım, ama birden aklım başıma geldi, kendimi toparladım. Elimi mezarların sağlam taşlarına dayadım, durulmuştum. Yeniden duvara yaklaştım. Onun yaygarasına, bağırışlarına karşılık vermeye başladım. O bağırdı, ben bağırdım – yardım ettim ona – onunkilerden daha uzun süren, daha güçlü olan çığlıklar attım. Ben böyle yapınca, yaygaracının sesi kesildi.

Gece yarısı olmuştu, işim sona ermek üzereydi. Sekizinci, dokuzuncu, onuncu sıraları da tamamlamıştım. On birinci, sonuncu sıranın da bir bölümünü bitirmiştim; yerine yerleştirilip sıvanacak bir tek taş kalmıştı. Onu kaldırmaya çalışıyordum; kaldırıp yarı yarıya yerine soktum. Ama tam o sırada oyuğun içinden sinsi bir kahkaha yükseldi, saçlarım dimdik oldu. Bunun arkasından insanı acındıran bir ses duyuldu, soylu Fortunato’nun sesine hiç benzemiyordu. Şunları söyledi:

“Ha! ha! ha! – he! he! evet, Amontillado. Ama geç olmuyor mu? Bizi beklemezler mi köşkte. Lady Fortunato ile ötekiler? Haydi gidelim artık.”

“Evet,” dedim, “haydi gidelim artık.”

“Tanrı aşkına, Montresor!”

“Evet,” dedim, “Tanrı aşkına!”

Ama bu kelimelere bir cevap gelmesini boşuna bekledim. Sabrım tükendi. Yüksek sesle bağırdım:

“Fortunato!”

Cevap yok. Bir daha bağırdım:

“Fortunato!”

Gene cevap yok. Delikten bir meşale sokup içeri baktım. Buna karşılık sadece çın çın öten çıngırakların sesi geldi. Yüreğim sıkışmaya başladı – mezarlardaki rutubet yüzünden. İşimi sona erdirmek için acele ediyordum. Son taşı da yerine yerleştirip sıvadım. Yeni duvarın önüne kemiklerden yapılma eski duvarı ördüm. Elli yıldır insan eli dokunmadı onlara, In pace requiescat!

Edgar Allan POE - Kara Mizah Antolojisi(s.48)