Grafikleri bütün olarak değerlendirdiğimizde harika bir tablo ortaya çıkıyor adeta. Fakat her güzel gelişme bir takım olumsuzlukları da barındırma ihtimali bulunuyor. Tıpkı Marvel ve DC dünyasında bir süper kahraman ortaya çıktığında illa ki ona meydan okuyan süper kötülerin türemesi gibi. Burada da benzer bir durum var aslında. Tamam matbaa ile aydınlanma çağının temeli atıldı diyebiliriz çünkü artık bilgiye ulaşma el yazması eserlere kıyasla çok daha kolay ve ucuz. Bunu teknolojik gelişmeler, gsmh artışı ve doğal olarak nüfus artışı izledi. Öte yandan ise iki dünya savaşı, karbon salınımı ve küresel ısınma, göç dalgaları... Aynı anda oluyor bunlar...
11 Eylül 2021 Cumartesi
22 Ağustos 2021 Pazar
Açlık Oyunu Bozar mı? Bisiklet Hırsızları - Cennetin Çocukları 2
Suç
olgusu sosyolojik, psikolojik, hukuki ve kriminolojik boyuttan farklı
tanımlarla değerlendirilen bir olgudur. Genel olarak suç, yasak olan kural ya
da yasaları çiğneyen, buna bağlı olarak otoritenin müdahalesini gerektiren
fiillerdir. Suç birtakım nedenlerden ötürü meydana gelir ve bu nedenlerin
farklılığı nedeniyle suçlar farklı türlere ayrılmıştır. Aynı zamanda suçun
oluşması bir takım bireysel ve toplumsal faktörlerden kaynaklanmaktadır. Suçun
nedenleri arasında işsizlik, aile içi sorunlar, psikolojik sorunlar, kentleşme
gibi olgular yer almaktayken genel olarak suçun türleri cinayet, ırza geçme, hırsızlık,
kapkaç gibi türlere ayrılmaktadır. Suçun faktörleri ise bireysel ve toplumsal
faktörler olarak ikiye ayrılmaktadır. Bireysel faktörlerde yaş, cinsiyet,
medeni durum ve eğitim seviyesi yer alırken toplumsal faktörler arasında
kentleşme, göç, işsizlik ve ekonomik krizler, aile yapısı, medya yer
almaktadır.
Genel
olarak suçun nedenleri arasında yer alan unsurlar tek başlarına etkili
oldukları yani “Ya şu nedenden ya da bu nedenden dolayı suç işlenmiştir” demek
mevcut suçun neden işlendiğinin izahı için her zaman yeterli olmayabilir. Suçu
işleyen kişi ekonomik sorunlar nedeniyle işsiz kalıp psikolojisi bozulmuş olabilir
ve aile içi huzursuzlukların arkasında neden bu olabilir. Nitekim bu tür “hem-hem
de…” şeklinde suç olgusunun altında yatan farklı faktörlerin birlikte yer
alması mümkündür.
Suçun
neden işlendiğine yönelik ortaya atılan iki ekonomik model bulunmaktadır.
Bunlardan ilki, suçu işleyen kişi bir maliyet hesabı yapar. Yani işleyeceği suç
karşısında elde edeceği menfaat ile yakalanması durumunda alacağı ceza
neticesinde uğrayacağı zararı hesaplar. Eğer maliyet hesabı neticesinde söz
konusu suçu işlemeye değerse birey bu suçu işler. İkinci modelde ise
ekonomistler, suç eylemini gelir getirici bir eylem olarak görmekte ve
suçluların suçu bir meslek olarak değerlendirdiğini iddia eder. Kişisel görüşüm
bu iki ekonomik model farklı eğitim seviyesinde olan bireyler için geçerlidir.
Örneğin, daha üst düzey eğitim almış beyaz yaka denilen kesimden biri mala
yönelik suçlarda daha ziyade rüşvet, para aklama gibi suçlar işlerken eğitim
düzeyi düşük olan insanlar TV, bilgisayar gibi satabileceği eşyaları çalar.
Dolayısıyla maliyet hesabı modeli eğitim düzeyi yüksek bireylerin
işleyebileceği suçlar için, suçun bir mesleğe dönüşmesi ise düşük eğitim
düzeyli suçlular için geçerlidir.
Suçun
bireysel faktörleri arasında önemli bir diğer unsur ise medeni haldir. Genel
olarak en fazla suç işleyenlerin boşanmış ve boşanma aşamasında bireyler
tarafından işlendiği, en az suçun ise evli bireyler tarafından işlendiği
görülmektedir. Bekarlar ise bu iki kesimin arasındadır. Evlilerin suç
oranlarının düşük olmasında evliliğin getirdiği sorumluluk duygusunun etkili
olduğu ifade edilmektedir.
Suçla
ilgili toplumsal olgular arasında yer alan işsizlik ve ekonomik sorunlarda ise
genel olarak işsiz bireylerin suç işleme oranının daha yüksek olduğu ve aynı
zamanda ülkeler ekonomik krizde olduğu dönemlerde suç oranlarının yükseldiği
görülmektedir.
Bisiklet
Hırsızları adlı film İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalya’sında geçmektedir.
Filmden anlaşıldığı üzere ülkede ekonomik sorunlar ciddi bir şekilde
hissedilmektedir ve işsizlik oranı hayli yüksektir.
Başrol
oyuncusu Antonio işsiz bir aile babasıdır fakat sorumluluk sahibi, ailesiyle
ilgilendiği ve iyi bir ailesi olduğu anlaşılan biridir. Tek sorun yoksulluk ve
işsizliktir. Antonio afiş yapıştırma işi bulur fakat bu iş için bir
bisikletinin olması gerekmektedir. Eşinin desteği ile bir bisiklet satın almayı
başarır fakat kısa süre içinde bisikletini çaldırır.
Çalınan
bisikletinden dolayı polise gider. Fakat polisler bu durumla pek ilgilenmezler.
Bu nokta suç sosyolojisi bağlamında önemlidir. Suç olgusunun önlenmesinde
güvenlik birimlerine önemli bir sorumluluk düşmektedir. Genel olarak güvenlik
birimlerinin sayısal olarak fazlalaşması bile suçu önleyici bir nitelik
taşımaktadır. Ayrıca bireylerin güvenlik birimlerine karşı güven duygusu da suç
oranlarının düşük olmasına neden olmaktadır. Fakat filmde güvenlik birimlerinin
güvenilir olmadıkları ve dolayısıyla suçluları adeta cesaretlendirdikleri
söylenebilir.
Polisten
umduğunu bulamayan Antonio bisikletini kendi imkanlarıyla bulmaya çabalar.
Bisikletini çaldığı kişiyle ilişkili birini bulur fakat o kişi hırsızı korumaya
çalışır ve yerini söylememeye direnir. Sonraki süreçte hırsızın izini bulur ve
peşine düşüp yakalar. Fakat mahalleli hırsızı savunarak Anronio’nun üzerine
gelir. Artık bisikletini geri alma umudunu kaybettikten sonra ise kendisi de
bir bisiklet çalmaya yeltenir. Fakat tam çalacağı esnada yakalanır. Çalacağı
bisikletin sahibi Antonio’nun oğlunu görünce şikayetçi olmaktan vaz geçer.
Antonio
sorumluluk sahibi bir aile babası olarak hırsızlık yapmaya karar vermesinde
suçu bir meslek olarak görmek gibi bir neden söz konusu değildir. Maliyet
yaklaşımı bakımından ise Antonio’nun yaptığı rasyonel bir eylem değildir. Çünkü
bisikletin kendisine getireceği ekonomik yarardan çok daha fazla ceza çekmesi
söz konusudur. Dolayısıyla Antonio hırsızlığı ne maliyet hesabı yaparak karar
vermiştir ne de hırsızlığı meslek olarak edinmiştir. Antonio sadece çaresiz
kalmış biridir. Öte yandan hırsızı saklayan mahalle halkı muhtemelen hırsızlığı
bir meslek olarak edinmiş olma ihtimalleri söz konusu olabilir.
Önceki film analizimde “açlık oyunu bozar” mı
başlığı kullanmıştım. “Yoksulluk insanların suç işlemeleri için bir neden
olabilir mi?” sorusunu yanıtlamaya çalışmıştım. Doğu-Batı kültürel
farklılıkları ekseninde bu soruya yanıt aramıştım. Cennetin çocukları adlı
filmde suç işlenmezken Bisiklet hırsızları adlı filmde suç unsuru işlenmeden
önlenmişti. Suç olgusu ile yoksulluk arasında korelasyon olmakla birlikte
yoksul insanların kültürleri nedeniyle gene de suç işleyemeyebileceklerini
söylemiştim. Fakat bu değerlendirmemde bir başka noktanın daha üstünü çizmek
istiyorum ve önceki yazımın aksini iddia ediyorum. Cennetin Çocukları adlı
filmde cemaatçi bir toplum görmekteyiz. Yoksul olsalar bile toplumsal dayanışma
söz konusudur. Oysa Bisiklet Hırsızları adlı filmde cemiyetçi bir yapı söz
konusudur. Dolayısıyla bireycilik ön plandadır ve toplumsal dayanışma zayıftır.
Bu nedenle Doğu kültürü – Batı kültürü ayrımı bu bağlamda yoksulluk suç
ilişkisi açısından doğru bir analiz niteliği taşımamaktadır.
Doğru Doğru Olduğu İçin Mi Doğrudur, Yoksa Çoğunluk Kabul Ettiği İçin Mi? 12 Kızgın Adam
Doğru
Doğru Olduğu İçin Mi Doğrudur, Yoksa Çoğunluk Kabul Ettiği İçin Mi?
Kitleler, zekâyı değil, vasat şeyleri bir araya
toplarlar.
Çoğu defa tekrar olunduğu gibi elalem
Voltaire’den dah
a fazla zekâ sahibi değildir.
Bir
kitleye mensup olması yüzünden insan,
Medeniyet
merdiveninden birçok basamak aşağı iner.
G.L. Bon –
Kitleler Psikolojisi
Daha önce hiç görmediğimiz birinin ilk bakışta
güvenilir biri olup olmadığına, suç işlemiş olma ihtimaline nasıl karar
verebiliriz? İnsanların ses tonları ile ikna kabiliyetleri arasında ilişki var
mıdır? Vücut dilimizi kullanarak yaptığımız konuşmalar daha anlaşılır mıdır?
Fiziksel temas güven hissini arttırır mı? Belirli bir grup içinde yer alan insanların
eylemleri bilinçli eylemler midir? Hafızamız yüzünden yalan söylememiz, iftira
atmamız mümkün müdür? Bunlar ve benzeri birçok konuya ilişkin birçok deneye
Mlodinov “Subliminal Bilinçdışınız Davranışlarınızı Nasıl Yönetir” adlı
kitabında bahsetmiştir.
Yapılan deneyler neticesinde insanların seslerinin
kalınlığının ikna kabiliyetleri ile ilişkili olduğu bulgusuna ulaşılmıştır.
Nitekim fiziksel temaslar (örneğin omzuna dokunmak, el sıkışmak gibi)
insanlarda karşı tarafa karşı güven duygusunu arttırdığı yönünde bulgular
bulunmaktadır. Fakat 12 Kızgın Adam kapsamında en önemli çalışmalardan biri suç
konusuna ilişkindir. Defalarca tekrarlanan bir deneyde bir suça şahitlik eden
kişilerden suçu işleyenin teşhis edilmesi istenildiğinde suça şahit kişiler çoğu
defa yanlış kişiyi işaret etmişlerdir. Bu tür deneylerde şüphelilerin çoğu
cezaevinde yatan mahkumlardan oluşmaktadır. Böylece o suçu işlemiş olma
ihtimali olmayan insanlar şahitler tarafından işaret edilmiştir. Nitekim
insanların hafızası baskı altındayken manipüle edilebildiği, yanlışa
yönlendirilebildiği ve hatta yanlış yeni hatıralar üretilebildiği
kanıtlanmıştır.
12 Kızgın Adam adlı filmde bir odada genç bir çocuğun
suçlu olup olmamasına karar verilecektir. Kural olarak 12 jüri üyesi oybirliği
ile suçlu veya masum olduğuna karar vermeleri gerekmektedir. İlk yapılan
oylamada 11 kişi suçlu bulurken sadece bir kişi suçsuz olduğu yönünde şüpheleri
vardır. Çocuğun suçlu olduğuna kanaat getiren üyelerin neden suçlu bulduklarını
izah ederken pek sorgulamaya ihtiyaç duymaksızın böyle bir karara vardıkları
anlaşılmaktadır “O suçlu, eğer o suçlu olmasaydı onu yargılamazdılar.” Böylesi
bir durum Muzaffer Sherif (Şerif)’in otokinetik algı deneyini akla
getirmektedir. Bu deneyde gözlemcilere belirli bir ışık kaynağının başta
bulunduğu noktadan ne kadar uzaklaştığı sorulmuştur. Katılımcıların tahminleri
bireysel gözlemlerde farklılık gösterirken grup halinde olduklarında üyelerin
grubun genel kararına uydukları gözlenmiştir. Farklı şekilde tekrarlanan
deneylerde de insanların grup içi normlara ve fikirlere katılım sağladıkları,
kendi görüşlerinin hatalı olduğu yönünde şüpheye düştükleri görülmüştür.
Filmde dikkat çeken bir diğer husus ise çocuğun
yabancı olmasına yapılan vurgudur. Muhtemelen bir göçmen olan çocuk zanlının
sözlerine inanmayan jüri üyeleri, cinayeti gördüğünü iddia eden komşu kadının
sözlerine inanmıştır. Bu durum, çocuğun suçsuz olduğuna inanan jüri üyesinin şu
sözleriyle eleştirilmektedir: “Çocuğun hikayesine inanmıyorsan, kadının
hikayesine neden inanıyorsun?” Mlodinov’a göre “İnsanların temel arzusu,
kendilerine ilişkin olarak kendilerini iyi hissetmektir ve bu nedenle,
bilinçdışı bir şekilde, kendilerininkine benzeyen özellikler lehinde
önyargılıdırlar; isterse bu soyadı gibi görünürde anlamsız bir özellik olsun.”
Nitekim jüri üyelerinin bir yabancıya karşı ön yargılı olmaları ve söz konusu
yargılarının zor bir şekilde değişmesi Mlodinov’un görüşünü haklı çıkarır
niteliktedir.
Film boyunca çocuk zanlının suçlu olduğunu düşünen
bireylerin “otorite” olan mahkeme heyetinin görüşlerine göre hareket ettiği,
fakat suçsuz olarak oyunu değiştirenlerin daha eleştirel düşünmeye
başladıkları, tüm bu yaşananlara karşı daha şüpheci bir gözle baktıkları
görülmektedir. Le Bon’un Kitleler Psikoloji adlı kitabında da değindiği nokta
budur. Tek başına bir kişi, belirli bir gruptan, Le Bon’un ifadesiyle “Elalem
Voltaire’den daha fazla zeki değildir.”
E. Durukan Abdulhakimoğulları
Bitik Adam – La Haine
Bitik
Adam – La Haine
‘Kuramda
anlıyoruz insanları fakat uygulamada onlara katlanamıyoruz, diye düşündüm, onlarla
çoğunlukla isteksiz birlikte oluyor ve onlara kendi bakış açımızla
davranıyoruz. Oysa insanlara kendi açımızdan değil her açıdan bakmalı ve ona
göre davranmalıyız, diye düşündüm, onlara öyle davranmalıyız ki, onlara
önyargılı davranmadığımızı söyleyebilelim, fakat bunu beceremiyoruz, çünkü
gerçekten de herkese karşı önyargılıyız...’
Thomas Bernhard – Bitik Adam
Türkçe’ye
Protesto adıyla çevrilmiş olan La Haine’ı izkerken Hakan Günday’ın “Kinyas ve
Kayra”, “Zargana”, “Az” Thomas Bernhard’ın “Bitik Adam” adlı kitabını okur gibi
hissettim. Toplumun değer ve normlarına uymayan, sosyalleşemeyen ve aynı
zamanda toplum tarafından da dışlanmış, aile ve arkadaş ilişkileri sorunlu
karakterleri görmekteyiz. Filmdeki karakterler ve sözünü ettiğim romanlarda yer
alan karakterler adeta Oğuz Atay’ın Tutunamayanları gibi toplumsal yaşama
tutunmayı başaramamış kişilerdir. Dolayısıyla olabildiğince öfkelidirler.
“Benim adım
Kinyas. Gün ağrıyor. Başım ağrıyor. İsmimi kendime ben verdim. Bitmeyen bir
öfke ve bitmeyen bir mutsuzluğun ifadesi. Bütün insanlara kızgınım. Yaşadıkları
için. Hayattan midem bulanıyor... Ateşle oynarım. Yeterince benzin ve karşımda
oturan adamın ceketinin iç cebindeki çakmakla dünyayı yakabilirim. Benim adım
Neron. Geceleri, çaldığım arabalarla gezerim. Tokyo'da doğdum. İki zenciye üç
gram kokain karşılığında bileklerimi kestirttim. Sabah uyandığımda okyanus beni
yıkadı. Benim adım Steve McQueen. Bütün bildiklerimi kusarak hayatta kalıyorum.”
(Hakan Günday – Kinyas ve Kayra)
Etnik
azınlıklar, dini azınlıklar ve alt kültürler egemen kültürün tahakkümü altında
kalma ihtimali bulunmaktadır. Etnikmerkezcilik ve zenofobi gibi ötekiye karşı
ayrımcılığı körükleyen yaklaşımlar azınlıklarla egemen kültür arasındaki
mesafenin daha da artmasına neden olabilmektedir. Bu nedenle La Haine adlı
filmi kültürlerarası uyum modelleri çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiğini
düşünmekteyim.
Berry
tarafından geliştirilen kültürlerarası uyum modeline göre egemen kültür ile
öteki kültürden bireyler arasında bütünleşmenin gerçekleşebilmesi her iki guruptan
insanın eylemleri etkili olmaktadır. Buna göre kültürel, etnik, dini guruplar
arasında yakınlaşmanın olması Entegrasyon/Çokkültürcülük veya
Asimilasyon/Eritme potası ile mümkündür. Eğer iki gurup arasında ilişkiler
olumda yönde ilerlemiyorsa azınlıkta olan gurup “ayrılma” ve egemen kültüre
mensup insanlar ise “ayrım” eyleminde bulunur. En kötü senaryonun yaşanması
durumunda ise azınlık gurup marjinalleşirken egemen kültürün oluşturduğu gurup
ise bu kesimden insanları dışlamayı tercih etmektedir. Yani her durumda
yalnızca bir kesimden uyum sağlamaları beklenmesi doğru değildir. Uyum çift
yönlü bir süreçtir, dolayısıyla her iki gurubun da aynı yönde adım atması
beklenmektedir.
Navas’ın
kültürlerarası uyum modelinde ise Berry’nin modelinden farklı olarak söz konusu
entegrasyon / çokkültürcülük,
asimilasyon / eritme potası, ayrılma / ayrım ve marjinalleşme / dışlama
unsurları her iki gurup için de sosyo-kültürel yaşamın farklı alanlarında
farklılık gösterebileceği vurgulanmıştır. Buna göre insanlar ekonomik açıdan
topluma entegre olurken dini açıdan ayılmayı, siyasi açıdan marjinalleşmeyi
tercih etmeleri mümkündür. Bu bağlamda Navas; dini inançlar, düşünme yolları,
sosyal ilişkiler, aile ilişkileri, ekonomi, iş, siyaset alanlarında farklı
kültürel uyum stratejilerinin tercih edilebileceğini belirtmektedir.
La
Haine adlı filmde yer alan 3 arkadaşı incelediğimizde görgü kurallarına
uymayan, oldukça kaba ve istedikleri şeylere norm ve yasalara aykırı
yöntemlerle sahip olmaya çalışan etnik ve dini azınlık gurubunda
değerlendirebileceğimiz, düşük eğitimli kişiler olduğunu görmekteyiz. Örneğin,
bir sanat galerisinde kızlarla tanışırken ne denli uyumsuz olduklarının, görgü
kurallarından, insan içinde nasıl davranılmaları gerektiğinden habersiz
oldukları görülmektedir. Bu durum içinde yaşadıkları toplumda adeta mor koyun
gibi sürekli dikkat çekmelerine ve dışlanmalarına neden olmaktadır
(dışlanmalarının sebebi sadece egemen kültür değildir, kendileri de
dışlanmalarından doğrudan sorumlu oldukları söylenebilir). Konu bakımından
önemli gördüğüm bir başka sade ise Vinz, arkadaşı Abdel ölürse bir polisi
öldüreceğini söylemektedir. Buna karşılık arkadaşı Hubert, Vinz’e “eğer okula
gitseydi, nefreti nefretle yenemeyeceğini öğrenirdin” der. Vinz eğitimsiz
biridir ve sistem nedeniyle adeta fare deliklerinde yaşıyor gibi hisseder. Bu
bakımdan Vinz ve arkadaşları uyum modelleri bağlamında marjinalleşme eğiliminde
oldukları ve dolayısıyla egemen kültür tarafından dışlanmalarına sebep olduğu
söylenebilir.
Birinci
makalede sisteme ve polislere karşı nefret besleyen Vinz ve arkadaşları ile
polislerin aynı semtte yetişen insanlar olduklarından bahsedilmektedir.
Polisler de bir zamanlar yetiştikleri semt nedeniyle sisteme karşı nefret
besleyen insanlarken polis üniformaları altında neden yaşadıkları semtin
insanlarına saldırdıkları sorulmakta ve Althusser’in Devletin İdeolojik
Aygıtları bağlamında bu soru yanıtlanmaktadır.
Althusserci görüşe ek olarak, polisler egemen kültüre en azından siyasi ve ekonomik açıdan uyum sağlamış olmaları nedeniyle eskiden taşıdıkları öfkeden arındıkları söylenebilir. Ayrıca polis olduklarına göre eğitim düzeyleri daha yüksektir. Bu durum içinde yaşadıkları topluma uyum sağlamalarını kolaylaştıran bir unsurdur. Eğer Vinz ve arkadaşları daha iyi bir eğitim almış olsalardı veya ekonomik açıdan topluma uyum sağlamayı başarsaydı çok daha farklı şekilde davranabilirdiler. Fakat sadece ekonomik hayata uyumun toplumsal uyumu sağlayabileceğini iddia etmiyorum. Sınıf çatışması, göçmenlik, etnik ve dini kültürel azınlık olma durumu bireylerin egemen kültür tarafından ayrımcılığa uğramalarına neden olabilmektedir. Örneğin, Arap Baharını başlatan olayları tetikleyen bir kadın zabıtanın erkeğe tokat atmasıdır. Otoriteye karşı tüm olumsuzluklarına ve hoşnutsuzluklarına rağmen itaat eden bireyler, kimliklerine saldırıldığı anda o güne kadar hiç görülmemiş tepkiler göstermeleri mümkündür. Hoffer bu nedenle toplumsal hareketlerin tek bir nedenle gerçekleşmediğini, mevcut eylemlerin farklı tetikleyici unsurlardan oluştuğunu belirtmiştir.
Kitle
hareketli nadiren tek yönlüdür. Genellikle kitle hareketle farklı unsurları
ihtiva eder. Örneğin Hz. Musa ile İbranilerin isyan edip Mısır’dan çıkması hem
dini hem milliyetçi bir harekettir. Fransız Devrimi yeni bir din olmuştur; “bu
dinin temel noktası, Hürriyet ve Kutsal Eşitlik şeklinde Devrimin prensipleri
halini almıştır. Hatta kendine özel ve Katolik merasiminden alınma bir ibadet
şekli de vardır. Aynı zamanda Fransız Devrimi milliyetçi bir harekettir.
Arap
kültüründe bir kadının bir erkeğe tokat atması kabul edilebilir bir şey
değildir. Toplum bir tokat vesilesiyle siyasi sisteme karşı harekete geçmiş,
ardından zincirleme bir şekilde Arap ülkelerinin mevcut siyasi sistemlerine
karşı ayaklanmalarına vesile olmuştur. Burada yalnızca alt kültür ve kültürel
farklılıklardan söz etmek mümkün değildir.
Bu
filmden çıkardığım sonuç, toplumsal olaylarda ortaya çıkan nefreti farklı
değişkenleri bir arada düşünüp değerlendirmenin, mevcut sorunları analiz
ederken çok daha doğru çıkarımlar yapmamızı sağlayacak olmasıdır.
Engin Durukan Abdulhakimoğulları
15 Kasım 2020 Pazar
Açlık Oyunu Bozar mı? Bisiklet Hırsızları – Cennetin Çocukları
Takas usulünden
para kullanılmaya geçildiğinden bu yana sosyo-ekonomik yapının işleyişinde para
adeta vazgeçilmez bir organ niteliğindedir. Para, bir yönüyle sosyal
sözleşmeyle ortaya çıkmış bir değer niteliğindedir. Bir maden veya kağıt
parçasına kazılan semboller ve yüklenen anlamlarla belirli bir kültürün,
belirli bir ulusun, egemenliğin ve ekonomik sistemin temsilcisi haline gelir.
Fakat bu sistemde, Marks’ın ifadesiyle “parasız işçiler, boş mide…” yaşam
mücadelesinin diğer adı para kazanma mücadelesine dönüşmüştür. Çünkü ona sahip
olmak demek, hayatı yaşayabileceğin anlamı şeklinde yorumlanmıştır. Aksi
durumda, yani para olmaksızın yapılan aynı eylemler ise ahlak dışı olarak
yorumlanabilir. Sorokin’in ifadesiyle “Anlam öğesi olmadan, ırza geçme, evlilik
dışı-içi, ensest, zina arasında herhangi bir farklılık yoktur, çünkü kültürel
anlamı ortadan kaldırdığımızda temelde hepsi sadece fiziksel cinsel ilişki
haline dönüşmektedir”. Paranın ahlaki konumlandırılışı da Sorokin’in cinsellik
üzerinden verdiği örnekte olduğu gibi belirli bir anlam öğesi üzerine
kuruludur. Paranın anlamı neticesinde yoksul fakir, toplumsal sınıflar,
ekonomik kurumlar ve insanlar arası ilişkiler kültürden kültüre farklılık
gösterebilmektedir. Burada parayı maddi güç, sahip olma gücü olarak da
değerlendirebiliriz. Bu güce sahip olanlar varlıklı insanlar, bu güce sahip
olmayanlar ise yoksullardır.
Marksist teoriye göre yoksulluk toplumsal bir sorundur. Toplumsal bir olgu olarak yoksulluğun nedeni ise kapitalist sistemdir. Çünkü sermaye sahipleri mevcut birikimlerini arttırabilmek için alt sınıfı düşük ücretle çalışmaya zorlar. Alt sınıftan insanların dikey yükselişi bu bakımdan arzu edilecek bir şey değildir. Eğer kapitalist sistemde sermaye adil bir şekilde dağıtılmış olsaydı yoksulluk olgusu da hiç olmayacaktı. Böylece çözüm, mevcut sermayenin adil bir şekilde dağıtılmasından geçmektedir. Marksist teorinin aksine Neo-Marksistler için yoksulluğun nedeni az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelere olan bağımlılığından kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşım bize merkez-çevre kuramını anımsatmaktadır. Siyasette, göç sosyolojisinde ve toplumsal yapıda olguları izah etmek için kullanılan merkez-çevre yaklaşımına göre belirli gelişmiş merkezler vardır ve bu merkeze hizmet eden/ona bağlı-bağımlı az gelişmiş merkezler bulunmaktadır. Örneğin Wallerstein’ın geliştirdiği kuramda siyasi birlikten ziyade ekonomik birlik önemlidir ve ekonomi merkezleri ile az gelişmiş ülkeler arasında hiyerarşik ilişki bulunmaktadır. Yukarıda zikredilen kuramların aksine Yapısal İşlevselciler için yoksulluk bireysel eksiklikten kaynaklanmaktadır. Bu teoriye göre bireyler çalışmayı sevmedikleri için yoksuldurlar. Aynı zamanda bu bireyler mesleki beceri ve yetenek açısından da yetersizdirler. Fakat çalışmaları halinde içinde bulundukları yoksulluk halinden kurtulmaları mümkündür. Böylece yapısal işlevselciler açısından yoksulluk yapısal bir sorun değildir, aksine bireylere indirgenen bir ahlaki sapmadan kaynaklanmaktadır.
Açık Oyunu Bozar mı? Bisiklet Hırsızları – Cennetin Çocukları Film Kıyaslaması
Yoksulluğun nedeni ister toplumsal ister bireysel sorunlardan kaynaklansın, yoksulluk ile suç arasında korelasyon var mıdır? İnsanların yoksul olmaları onların suç işlemelerine neden olur mu? Her iki filmden aradığım bu sorunun yanı oldu. Biri Batı kültürünü, öteki Doğu kültürünü temsil eden ortak paydada yoksulluğu işleyen filmler üzerinden yoksulluğun toplumsal bir sorun olduğu yönündeki Marksist kuramın görüşlerini daha doğru buluyorum. Her iki filmin baba karakteri mevcut yoksulluk hallerinden kurtulabilmek için iş aramaktadırlar. Bu durum yapısal işlevselcilerin yoksulluğun nedeni üzerine yaptıkları açıklamayı yanlışlar niteliktedir.
Bisiklet
Hırsızları filmi, İkinci Dünya Savaşının pençesinden yeni kurtulmuş İtalya’nın
gündelik yaşamından bir kesiti yansıtmaktadır. Oldukça yoksullaşmış işi olmayan
kitlelerin olduğu, temel ihtiyaçların karşılanmasında zorluk çekilen bir
dönemdir. Cennetin Çocukları adlı filmde ise İran’da yoksul bir mahallede
yaşayan bir ailenin iki kardeşinin yoksulluk nedeniyle aynı ayakkabıyı
giymesini konu alıyor.
Bisiklet Hırsızları adlı filmde işsiz bir baba düşük ücretli de olsa bir iş sahibi olabilmek için kendisi gibi birçok insanla birlikte iş aramaktadır. Ailesini geçindirebilmek için mücadele veren adam sonunda afiş yapıştırma işi bulur fakat bu işi alabilmesinin şartı bir bisiklete sahip olmasıdır. Her ne kadar bir bisikleti olmasa da bisikletinin var olduğu şeklinde bir yalan söyler. Eşinin fedakarlığı neticesinde pek iyi durumda olmayan bir bisiklet alırlar fakat ilk iş gününde bisikletini çaldırır. Polise başvurduğunda ise güvenlik görevlisinin ilgisizliğiyle yüzleşir. Tüm mücadelesine rağmen bisikletini bulamaması neticesinde evini geçindirebilmek uğruna hırsızlık yapmayı göze alır.
Cennetin Çocukları
adlı filmde ise evini geçindirmekte zorluk yaşayan bir baba, hasta bir anne ve
bunların biri erkek (Ali) diğeri kız (Zehra) iki çocuğunun yoksul bir
mahalledeki yaşamını izlemekteyiz. Ali, kız kardeşinin ayakkabısını tamire
götürür fakat ayakkabılar görme engelli bir çöp toplayıcısı tarafından alınması
neticesinde Zehra’ya eli boş gider. İki kardeş okula giderken aynı ayakkabıları
giymek zorunda kalırlar. Zehra kendi ayakkabılarını bir başka kız öğrencinin
giydiğini fark eder. O kızdan ayakkabılarını geri almak için gittiklerinde ise
kızın da yoksul biri olduğunu gördükleri için durumu kabullenip geri dönerler.
Baba karakteri yoksul olmalarına rağmen caminin şekerlerinden kendisi için
kullanmaz. Benzer şekilde kendileri gibi yoksul olan başka ailelerle
yemeklerini paylaşırlar.
Her iki filmde de mutlu bir aile düzeni olduğu, aile içinde huzuru mutluluğu bozan şeyin yoksulluk olduğu görülmektedir. Buna rağmen aile bireyleri arasında dayanışma yüksektir. Bisiklet Hırsızları adlı filmde Bruno ile babası arasında güçlü ilişkiye dikkat çekilmektedir. Birlikte çalınan bisikletin peşine düşerler. Fakat bisikleti bulmak mümkün olmaması nedeniyle baba Antonio bir bisiklet çalmaya karar verir. Normal şartlarda hırsızlık yapması mümkün olmayan biri, yoksulluk ve işinden olma korkusuyla bu suçu işlemeye karar verir.
Cennetin Çocuklarında da benzer şekilde Ali ve babası zengin mahallelerde birçok evi dolaşarak bahçe işleri karşılığında para kazanmak için uğraşırlar. Nitekim kardeşiyle aynı ayakkabıları giymesi nedeniyle sürekli koşmak zorunda olan Ali bir koşu yarışmasından birincilik kazanır. Filmin sonunda babanın hem Ali hem de Zehra için ayakkabı ile eve doğru gittiği görülmektedir.
Yoksulluk olgusu her toplumda görülmesi mümkün olan evrensel bir sorundur. Suç sosyolojisi araştırmalarında da yoksulluk ile suç arasında pozitif korelasyonun olduğu yönünde çalışmalar bulunmaktadır. Fakat bu çalışmalarda dikkat çeken unsur, suç olgusunun yalnızca yoksullukla ilişkilendirilemeyeceği, aynı zamanda kültürel bağlam içinde değerlendirilmesi gerektiği yönündedir. Bisiklet hırsızları filminin söz konusu soruya yanıtı, insanların yoksul olmaları neticesinde bulundukları zorlu konuşlardan kurtulmak için her ne kadar ahlaki değerlerine uymasa bile hırsızlık yapabilecekleridir. Cennetin Çocukları adlı filmde ise bu sorunun yanıtı tam aksine her ne kadar zor koşullar altında yaşasalar da fark edilmeyecek küçük hırsızlıklar bile yapılmaması gerektiği yönündedir. Bu noktada tartışılması gerekilen bir diğer unsur ise sosyoloji kuramlarının her toplumu kapsayacak nitelikte olup olmadığıdır.
Durukan Abdulhakimoğulları
14 Kasım 2020 Cumartesi
Postmodernizm: Yaşamı Sevmemize Ramak Kalmıştı (Dövüş Kulübü)
Yaşadığımız, postmodern olarak tanımlayabileceğimiz
toplumlarda zevk almaya mecbur tutuluruz.
Zevk almak sapkınca bir göreve dönüşür adeta.
Arzu etmek, belirli bir nesneye karşı durulan arzu değildir.
Bu aynı zamanda arzulamaya karşı duyulan bir arzu olagelmiştir.
Arzulamaya devam etmeye karşı duyulan arzu.
Belki de en çok arzu ettiğimiz şeye kavuştuğumuzda
artık onun bir şey ifade etmemesinin nedeni de budur.
O isteğimiz tatmin olduğundan artık arzulamayız.
(Slavoj Zizek- Sapığın İdeoloji Rehberi)
Postmodernizm,
küreselleşme, popüler kültür, ağ toplumu, tüketim toplumu gibi kavramların
sıkça konuşulduğu bir dönemdeyiz. Bu kavramlar birbiriyle ilişkili olmakla
birlikte modern dönemden bir kopuşu ve farklılaşmayı göstermektedir.
Dolayısıyla söz konusu kavramlara postmodernizm çatısı altında yer vermek
gerekmektedir. Postmodernizm temelde modernizm sonrasına işaret etmekle
birlikte kavramın mevcut tartışmalar ışığında farklı anlamları ihtiva ettiği
görülmektedir. Bu tartışmalar ekonomik, siyasi ve kültürel düzeyde meydana
gelen değişimlerle ilgili olduğu kadar kavramın modernizmden tam anlamında bir
kopuşun olmaması çerçevesinde gerçekleşmektedir. Nitekim, Mike Featherstone
postmodernizm için “hiçbir anlamı yoktur, olabildiğince sık kullanın” diyerek
kavramın ne denli farklı anlamlara işaret ettiğini ironik bir dille eleştirmiştir.
Fakat postmodernizm -tıpkı modernite düşüncesinin süreç içerisinde belirli bir
ontolojik ve epistemolojik kabuller çerçevesinde gelişmesi gibi- modernizmin paradigmasından
daha farklı kabullerle ayrılmaktadır. Örneğin Bauman’ın ifadesiyle modernizmin
sloganı “özgürlük, eşitlik, kardeşlik”, postmodernizmin sloganı ise “özgürlük,
farklılık ve hoşgörü”dür. Özgürlüğün iki dönemde de aynı kalırken değişen diğer
iki unsur aynı zamanda modern dönem ve postmodern dönem için sosyolojik
tartışmaların hangi eksene evirildiğini de göstermektedir. Modern dönemde
mevcut sosyolojik tartışmaların merkezinde genel olarak sınıf çatılmaları yer
alırken postmodern dönemin merkezinde ise genel olarak kimlik tartışmalarının
yer aldığı görülmektedir. Temelde bu dönüşüm pozitivist paradigmanın,
kapitalizmin ve Marksizm eleştirisini de ihtiva eder. Fakat postmodernizmin
farklılıklara olan hoşgörüsü nedeniyle bu tür anlatılara karşı sert bir tutum
sergilemez ve bu anlatıları da içinde barındırır. Tıpkı Pessoa’nın “Anarşist
Banker” adlı kitabında olduğu gibi tezatlıkları iç içe barındırmaktadır.
Postmodernizm her ne kadar ekonomik, siyasi ve kültürel yaşamda yaşanan yeniliklerle modernizmden ayrılsa da ekonomik ve kültürel boyutta yaşanan kopuş daha ön plana çıkmaktadır. Ekonomik açıdan bakıldığında fordist üretim tarzının yerini post-fordist üretim tarzına bıraktığı görülmektedir. Seri üretim devam etmekle birlikte boyut değiştirerek tek tip üretim yerini bireylerin tercihlerine göre şekillenen çeşitlilikleri de içeren üretim şekline dönüşmüştür. Fakat bu dönüşüm endüstriyel kapitalizm serüveninde bir sonun değil, farklılaşarak sürekliliğinin devamı niteliğini taşımaktadır.
Ekonomik açıdan yaşanan bir diğer önemli değişiklik ise arzdan ziyade talebin öne çıktığı bir sürece geçilmesidir. Söz konusu tüketim, zorunlu gereksinimlerden ziyade gösterişçi ve sembolik tüketim ekseninde gerçekleşmektedir. Bu durum tüketim merkezli yeni bir kültürün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Nitekim tüketim kültürü çalışmaları postmodernizm çalışmalarıyla paralel gitmektedir. Modern dönemin tek tipçi, homojen yapısı postmodernizmle birlikte farklılıklara yapılan vurguyla kendini göstermektedir. Farklılıklara yapılan vurguda ise sembolik tüketim önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde öne çıkan bir diğer kavram ise küreselleşme ve kü-yerelleşme kavramlarıdır.
Dövüş Kulübü
Bizler
eşşiz değiliz.
Süprüntü ya
da pislik de değiliz.
Biz sadece biziz.
Biz sadece biziz ve hayatta başımıza gelenlerin bir nedeni yok.
Dinleyin Sürüngenler;
Sizler özel değilsiniz,
Sizler güzel yada eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz,
sizler işiniz değilsiniz,
sizler paranız kadar değilsiniz,
bindiğiniz araba değilsiniz,
kredi kartlarınızın limiti değilsiniz,
sizler iç çamaşırı değilsiniz,
Sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz..!
Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden pislikleriyiz.
Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz ...!
Dövüş Kulübü, Palahniuk’un aynı ismi taşıyan romanından sinemaya uyarlanmış bir baş yapıttır. Temel eleştirisi artık hislerimizin körelmesidir. Tüketim vasıtasıyla kendimizi “tamamlamaya”, tüketim vasıtasıyla kimliğimizi inşa etmeye güdülendiğimizi vurgulayan eser, tüketimle tamamlanmış olmanın, kusursuz olmanın temel insani duyguların körelmesine neden olduğu yönünde eleştiriler getirmektedir. Dövüş kulübü, nitelikten ziyade niceliklerin, nasıl olduğunun değil nasıl göründüğünün önemli olduğu döneme dair bir eleştiridir. Filmde bu durum postmodernizmin, tüketim kültürünün ve popüler kültürün eleştirisi şeklinde yansıtılmıştır.
Filme farklı
sosyolojik kuramlar perspektifinden bakmak mümkündür. Yapısal işlevselci kuram
açısından filmi değerlendirirsek; insanların tüketim yönlü eylemleri
neticesinde tüketim toplumunun ortaya çıktığı söylenebilir. Bu toplumda
kültürel sistem tüketimin bir değer olarak kabul edilmesiyle gerçekleşmiş,
toplumsal sistem içinde insanlar arası rollerde tüketim ve popüler kültür
belirleyici olmuş, kişilik sistemlerinde tüketim ana motivasyon aracı olmuş ve
nihayetinde topluma uyum sağlamak için herkesin birer tüketici olmasını
gerektirmiştir. Fakat Merton’un bakış açısından değerlendirirsek, tüketimin
açık ve örtülü amaçları neticesinde tüketim bozuk bir işlev olarak varlığını
sürdürmektedir. Tüketimin bozuk bir işleve dönüşmesi toplumsal sistemin alt
sistemi olan kişilik sisteminde yarattığı tahribattan kaynaklanmaktadır. Bu
durum filmde tüketime yapılan birçok eleştiriyle yer almaktadır. Örneğin
tüketim bağımlılığın geldiği vahim boyut filmde şu sözlerle ifade edilmektedir “Onları
almazsam ölürdüm. Bütün bunları almak için ömrümü verdim ben”. Fakat
ilerleyen bir sahnede başrol karakteri ev eşyalarını bırakıp dövüşmeye
başladığı için kendini aydınlanmış biri olarak görmektedir. Böylece tüketimin
kişilik sistemine yaptığı tahribat giderilmiştir.
Tüketimin bir toplumsal sistem oluşturmasına Dahrendorf’un çatışmacı kuramı açısından bakmak da mümkündür. Dahrendorf’un kuramında yapısal işlevselcilikten farklı olarak sistem durağan değil, çatışmayla sürekli değişen bir yapıdadır. Postmodern dönem için değerlendirirsek, mevcut sistem herkes tarafından arzulandığı için değil, toplumda üst sınıfta olanların baskıları nedeniyle işlemektedir. Dolayısıyla bu durum çatışmayı da beraberinde getirmektedir. Postmodernizmde kapitalizme yönelik eleştirilerin devam etmekle birlikte kapitalizmin hiç güç kaybetmeden varlığını sürdürmesi bu çatışmayı açıklayacak bir niteliktedir. Filmde ekonomi merkezi gökdelenlere yönelik saldırı, üst düzey yöneticilere yönelik tehdit sahnesi bu çatışmaya örnek niteliğindedir.
Yukarıda bahsedilen kuramlar ışığında postmodern dönemde tam anlamıyla sınıflar arası çatışmanın sona erdiği ve söz konusu çatışmaların kimlik eksenine kaydığını söylemek doğru değildir. Bu bağlamda Bourdieu’nun sermaye ve habitus kavramları ile filmi analiz etmek de mümkündür. Filmde farklı ekonomik ve kültürel sermayeye sahip bireylerin yaşantılarına değinilmektir. Önemli bir araba firmasında risk uzmanı olarak çalışan kültürel sermayesi yüksek olduğu anlaşılan başrolün yanı sıra daha alt sınıflarda yer alan bireylerin yaşamlarına da değinilmektedir. Her biri tüketim toplumunda hiç ihtiyaç duymadıkları nesneleri satın alabilmek için çalışmaktadırlar. Öyle ki bu durum popüler kültüre bağımlılığın neticesinde uç noktalara taşınmaktadır. Örneğin, eskiden vücut geliştirme uzmanı olan Bob, popülerliğini kaybetmesi neticesinde vücudunda yarış atlarında kullanılan dopingleri kullanması neticesinde kadın göğüsleri gibi göğüslerinin oluşmasına neden olmuş, sağlığını bozmuştur. Bu durum neticesinde diyebiliriz ki tüketim toplumunda bireylerin habitusları doğal yaşamlarını tehlikeye atacak düzeyde değişime uğramıştır. Spor yapmak gibi doğal bir eylem popüler kültür nedeniyle asla spor yapmak için gerçekleştirilen bir eylem değildir; daha iyi görünmek, daha geniş kaslara sahip olmak vs gibi nedenlerle bedenin metalaşmasına hizmet eden bir eyleme dönüşmüştür. Dövüş kulübü ise farklı sermayelere sahip bireylerin tüm farklılıklarını asgari düzeye indirerek insani özelliklerini hatırlayabildikleri bir alanı sunmaktadır.