Takas usulünden
para kullanılmaya geçildiğinden bu yana sosyo-ekonomik yapının işleyişinde para
adeta vazgeçilmez bir organ niteliğindedir. Para, bir yönüyle sosyal
sözleşmeyle ortaya çıkmış bir değer niteliğindedir. Bir maden veya kağıt
parçasına kazılan semboller ve yüklenen anlamlarla belirli bir kültürün,
belirli bir ulusun, egemenliğin ve ekonomik sistemin temsilcisi haline gelir.
Fakat bu sistemde, Marks’ın ifadesiyle “parasız işçiler, boş mide…” yaşam
mücadelesinin diğer adı para kazanma mücadelesine dönüşmüştür. Çünkü ona sahip
olmak demek, hayatı yaşayabileceğin anlamı şeklinde yorumlanmıştır. Aksi
durumda, yani para olmaksızın yapılan aynı eylemler ise ahlak dışı olarak
yorumlanabilir. Sorokin’in ifadesiyle “Anlam öğesi olmadan, ırza geçme, evlilik
dışı-içi, ensest, zina arasında herhangi bir farklılık yoktur, çünkü kültürel
anlamı ortadan kaldırdığımızda temelde hepsi sadece fiziksel cinsel ilişki
haline dönüşmektedir”. Paranın ahlaki konumlandırılışı da Sorokin’in cinsellik
üzerinden verdiği örnekte olduğu gibi belirli bir anlam öğesi üzerine
kuruludur. Paranın anlamı neticesinde yoksul fakir, toplumsal sınıflar,
ekonomik kurumlar ve insanlar arası ilişkiler kültürden kültüre farklılık
gösterebilmektedir. Burada parayı maddi güç, sahip olma gücü olarak da
değerlendirebiliriz. Bu güce sahip olanlar varlıklı insanlar, bu güce sahip
olmayanlar ise yoksullardır.
Marksist teoriye göre yoksulluk toplumsal bir sorundur. Toplumsal bir olgu olarak yoksulluğun nedeni ise kapitalist sistemdir. Çünkü sermaye sahipleri mevcut birikimlerini arttırabilmek için alt sınıfı düşük ücretle çalışmaya zorlar. Alt sınıftan insanların dikey yükselişi bu bakımdan arzu edilecek bir şey değildir. Eğer kapitalist sistemde sermaye adil bir şekilde dağıtılmış olsaydı yoksulluk olgusu da hiç olmayacaktı. Böylece çözüm, mevcut sermayenin adil bir şekilde dağıtılmasından geçmektedir. Marksist teorinin aksine Neo-Marksistler için yoksulluğun nedeni az gelişmiş ülkelerin gelişmiş ülkelere olan bağımlılığından kaynaklanmaktadır. Bu yaklaşım bize merkez-çevre kuramını anımsatmaktadır. Siyasette, göç sosyolojisinde ve toplumsal yapıda olguları izah etmek için kullanılan merkez-çevre yaklaşımına göre belirli gelişmiş merkezler vardır ve bu merkeze hizmet eden/ona bağlı-bağımlı az gelişmiş merkezler bulunmaktadır. Örneğin Wallerstein’ın geliştirdiği kuramda siyasi birlikten ziyade ekonomik birlik önemlidir ve ekonomi merkezleri ile az gelişmiş ülkeler arasında hiyerarşik ilişki bulunmaktadır. Yukarıda zikredilen kuramların aksine Yapısal İşlevselciler için yoksulluk bireysel eksiklikten kaynaklanmaktadır. Bu teoriye göre bireyler çalışmayı sevmedikleri için yoksuldurlar. Aynı zamanda bu bireyler mesleki beceri ve yetenek açısından da yetersizdirler. Fakat çalışmaları halinde içinde bulundukları yoksulluk halinden kurtulmaları mümkündür. Böylece yapısal işlevselciler açısından yoksulluk yapısal bir sorun değildir, aksine bireylere indirgenen bir ahlaki sapmadan kaynaklanmaktadır.
Açık Oyunu Bozar mı? Bisiklet Hırsızları – Cennetin Çocukları Film Kıyaslaması
Yoksulluğun nedeni ister toplumsal ister bireysel sorunlardan kaynaklansın, yoksulluk ile suç arasında korelasyon var mıdır? İnsanların yoksul olmaları onların suç işlemelerine neden olur mu? Her iki filmden aradığım bu sorunun yanı oldu. Biri Batı kültürünü, öteki Doğu kültürünü temsil eden ortak paydada yoksulluğu işleyen filmler üzerinden yoksulluğun toplumsal bir sorun olduğu yönündeki Marksist kuramın görüşlerini daha doğru buluyorum. Her iki filmin baba karakteri mevcut yoksulluk hallerinden kurtulabilmek için iş aramaktadırlar. Bu durum yapısal işlevselcilerin yoksulluğun nedeni üzerine yaptıkları açıklamayı yanlışlar niteliktedir.
Bisiklet
Hırsızları filmi, İkinci Dünya Savaşının pençesinden yeni kurtulmuş İtalya’nın
gündelik yaşamından bir kesiti yansıtmaktadır. Oldukça yoksullaşmış işi olmayan
kitlelerin olduğu, temel ihtiyaçların karşılanmasında zorluk çekilen bir
dönemdir. Cennetin Çocukları adlı filmde ise İran’da yoksul bir mahallede
yaşayan bir ailenin iki kardeşinin yoksulluk nedeniyle aynı ayakkabıyı
giymesini konu alıyor.
Bisiklet Hırsızları adlı filmde işsiz bir baba düşük ücretli de olsa bir iş sahibi olabilmek için kendisi gibi birçok insanla birlikte iş aramaktadır. Ailesini geçindirebilmek için mücadele veren adam sonunda afiş yapıştırma işi bulur fakat bu işi alabilmesinin şartı bir bisiklete sahip olmasıdır. Her ne kadar bir bisikleti olmasa da bisikletinin var olduğu şeklinde bir yalan söyler. Eşinin fedakarlığı neticesinde pek iyi durumda olmayan bir bisiklet alırlar fakat ilk iş gününde bisikletini çaldırır. Polise başvurduğunda ise güvenlik görevlisinin ilgisizliğiyle yüzleşir. Tüm mücadelesine rağmen bisikletini bulamaması neticesinde evini geçindirebilmek uğruna hırsızlık yapmayı göze alır.
Cennetin Çocukları
adlı filmde ise evini geçindirmekte zorluk yaşayan bir baba, hasta bir anne ve
bunların biri erkek (Ali) diğeri kız (Zehra) iki çocuğunun yoksul bir
mahalledeki yaşamını izlemekteyiz. Ali, kız kardeşinin ayakkabısını tamire
götürür fakat ayakkabılar görme engelli bir çöp toplayıcısı tarafından alınması
neticesinde Zehra’ya eli boş gider. İki kardeş okula giderken aynı ayakkabıları
giymek zorunda kalırlar. Zehra kendi ayakkabılarını bir başka kız öğrencinin
giydiğini fark eder. O kızdan ayakkabılarını geri almak için gittiklerinde ise
kızın da yoksul biri olduğunu gördükleri için durumu kabullenip geri dönerler.
Baba karakteri yoksul olmalarına rağmen caminin şekerlerinden kendisi için
kullanmaz. Benzer şekilde kendileri gibi yoksul olan başka ailelerle
yemeklerini paylaşırlar.
Her iki filmde de mutlu bir aile düzeni olduğu, aile içinde huzuru mutluluğu bozan şeyin yoksulluk olduğu görülmektedir. Buna rağmen aile bireyleri arasında dayanışma yüksektir. Bisiklet Hırsızları adlı filmde Bruno ile babası arasında güçlü ilişkiye dikkat çekilmektedir. Birlikte çalınan bisikletin peşine düşerler. Fakat bisikleti bulmak mümkün olmaması nedeniyle baba Antonio bir bisiklet çalmaya karar verir. Normal şartlarda hırsızlık yapması mümkün olmayan biri, yoksulluk ve işinden olma korkusuyla bu suçu işlemeye karar verir.
Cennetin Çocuklarında da benzer şekilde Ali ve babası zengin mahallelerde birçok evi dolaşarak bahçe işleri karşılığında para kazanmak için uğraşırlar. Nitekim kardeşiyle aynı ayakkabıları giymesi nedeniyle sürekli koşmak zorunda olan Ali bir koşu yarışmasından birincilik kazanır. Filmin sonunda babanın hem Ali hem de Zehra için ayakkabı ile eve doğru gittiği görülmektedir.
Yoksulluk olgusu her toplumda görülmesi mümkün olan evrensel bir sorundur. Suç sosyolojisi araştırmalarında da yoksulluk ile suç arasında pozitif korelasyonun olduğu yönünde çalışmalar bulunmaktadır. Fakat bu çalışmalarda dikkat çeken unsur, suç olgusunun yalnızca yoksullukla ilişkilendirilemeyeceği, aynı zamanda kültürel bağlam içinde değerlendirilmesi gerektiği yönündedir. Bisiklet hırsızları filminin söz konusu soruya yanıtı, insanların yoksul olmaları neticesinde bulundukları zorlu konuşlardan kurtulmak için her ne kadar ahlaki değerlerine uymasa bile hırsızlık yapabilecekleridir. Cennetin Çocukları adlı filmde ise bu sorunun yanıtı tam aksine her ne kadar zor koşullar altında yaşasalar da fark edilmeyecek küçük hırsızlıklar bile yapılmaması gerektiği yönündedir. Bu noktada tartışılması gerekilen bir diğer unsur ise sosyoloji kuramlarının her toplumu kapsayacak nitelikte olup olmadığıdır.
Durukan Abdulhakimoğulları