Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Edebiyat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Temmuz 2016 Pazartesi

Lanet Kitabı

Kütüphanede bulduğum ilginç bir kitap. Farklı yörelerde edilen beddualardan, tarihi beddualardan hikaye ve masallarda geçen beddua ve lanetlere, dini metinlerde geçen lanet lafzı, siyasi lanetlerden türkülerde şiirlerde geçen beddualara kadar 500 sayfalık bir lanet ve beddua antolojisi. 

En komiğime giden şiir şu: 

"Meydana geldi na'ş-ı rakib-i nemime-saz
Kıldım huzûr-ı kalb ile ömrümde bir namaz"
(Sabit)

Rakibin ölüsü musalla taşına geldi de 
Ömrümde gönül huzuru ile bir namaz kıldım

Lanetin tanımını şöyle yapmışlar:
Lanetler; kültürlerin galeyanıdır. Bir reddiyedir. Teskin edilemeyen öfke ve nefretin ifadesidir. Af etmediklerimize söylenen son sözdür


12 Temmuz 2011 Salı

Albert Camus - Sözler

Çekicilik, açık seçik bir soru sormadan evet yanıtını almanın bir yoludur.

Kıyamet gününü beklemeyin. Her gün Kıyamet Günü.

Önümde yürüme, arkandan gelmeyebilirim. Arkamdan yürüme, yol gösteremeyebilirim. Yanımda yürü ve dostum ol.

Kışın ortasında, en sonunda öğrendim ki içimde yenilmez bir yaz var.

Bazı insanların, sırf normal olabilmek için olağanüstü bir güç harcadıklarını kimse fark etmez.

Deney yaparak deney edinemezsiniz. Deneyim yaratılmaz. Deneyim yaşayarak edinilir.

Başkaldıran insan nedir? Hayır diye insan.

Tek bir gerçek felsefi sorun vardır, o da intihardır.

Bir olay karşısında umutsuzluğa kapılan korkaktır, ama insanlığın durumu konusunda umut besleyen aptaldır.

Her katil öldürürken ölümlerin en fecisini göze alır, onu öldürenler ise terfiden başka hiçbir şeyi göze almaz.

Modern çağın tüm devrimleri devlet iktidarının daha da güçlenmesiyle son bulmuştur.

Entelektüel, zihni kendisini seyreden kişidir.

Mutluluk, insan ile sürdürdüğü yaşam arasındaki basit uyumdan başka nedir ki.

Hepimiz özel vakayız.

11 Temmuz 2011 Pazartesi

Yaşam üzerine fazla geldiği zaman onu zorlama,
biraz duraksa, neler olup bittiğine anlam verme.
Mutlaka yanlış bir şey oldu ve düşüncelerin ile
dileklerin aynı orantıda değildi ve varlığın ile buluşamadı.

Sorun yok, sadece bekle.

Güneş doğacaktır, çimler yeşerecektir, çiçekler açacaktır,
rüzgar esecektir ve yağmur yağacaktır, zorlamaya gerek yoktur, olması gereken kendiliğinden olur !
İzlemeye devam et, şahitlik güzeldir, hem olayın dışındasındır hem de içinde, o bir dengedir, o anlamlıdır, şahit ol, tanık ol, olan ile bütünleş, güzellik olanların içinden filizlenecektir; zorlamaya gerek yoktur, olması gereken kendiliğinden olur !..

Hayat üçbuçukla dört arasındadır... Ya üçbuçuk atarsın ya da
dört dörtlük yaşarsın...


Neyzen Tevfik

10 Temmuz 2011 Pazar

Ölüme Hazırlık - Charles Bukowski

Çoğu insan ölüme hazır değildir, ne kendi ölümlerine ne de başkalarının. Şoka girerler, ödleri patlar, beklenmedik bir sürprizdir ölüm onlar için. Olmamalı oysa. Ben ölümü sol cebimde taşırım. Bazen cebimden çıkarıp onunla konuşurum: "Selam yavrum, nasılsın? Ne zaman geleceksin beni almaya? Hazırım."
Bir çiçeğin büyümesi bizi ne kadar kederlendiriyorsa, ölüm de o kadar kederlendirmeli. Korkunç olan ölüm değil, yaşanan ya da yaşanamayan hayatlardır. İnsanlar hayatlarına saygı duymuyorlar, işiyorlar üstlerine, sıçıyorlar. Geri zekalılar. Tek düşündükleri düzüş-mek, sinema, para ve düzüşmek. Hiç düşünmeden yutuverirler Tanrı’yı, hiç düşünmeden yutuverirler Vatan’ı. Çok geçmeden düşünme yeteneklerini yitirir, başkalarının onlar için düşünmelerine izin verirler. Pamuk beyinliler. Görünümleri çirkin, konuşma biçimleri çirkin, yürüyüşleri çirkin. Yüzyılların olağanüstü bestelerini çalın onlara, duymazlar. Çoğu insanın ölümü bir aldatmacadır. Ölecek bir şey kalmamıştır geriye.

Charles Bukowski


Uykunun Sızdırdığı Sözler

Gerçeği insan hafızasındakiler kadar yaşar, beyninin daha derin katlarındakiler kadar değil.

Nesneleri anlamak için sadece nesneler yetmez, onların öncesi ve sonrası da gerekir.

Yapıcı olmak için yansızlaşmak gerekir

Taklit, bütünleşme yanılsaması yaratarak var olmayanın varoluşunu destekler

Dağ baba, ana tarla, gençlik at, bebek denizdir, dere hepimiz, su içimiz, ev cinselliktir

Benim beynim kendini ve bedenini, yanı sıra karşısındakinin beynini ve bedenini kullanıyor ve başkasının beynine kendini ve bedenini kullanma izni veriyor; aramızdaki ortaklık böyle sağlanıyor, sorun bu izin verilmediğinde çıkıyor, bu bir sorundur çünkü insanların bizde doğmadan önce bile hakları ve payları var

İyi ki analar babalar bizi çok sevmiyor da başkalarına gidiyoruz

Yankesiciler en çok parti mitinginde cepçilik yapar, boş vaatleri alkış için eller kalktığında cepler korumasız kalır ve sandıktan sonra gidecek paralar daha meydanda gitmeye başlar

İnsanların kendine karşı değil insana karşı cesareti var, halbuki ilki olsaydı, olaylara karşı da cesareti olurdu

Çıngıraklı bir topla körlere futbol oynatmak, dünyanın halini analoji ile anlatmakta iyi bir yol.

(Tahir M. Ceylan - Aylak Bilgi)

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Az Önce Düzdü

Elini verir misin, dedi kız.
Güzelliğine dalmış, irkildim.Uzattım sonra.
Avucumdaki çizgileri bir süre dikkatlice inceledikten sonra, birden "ay" diyerek geri çekildi.
Nooldu?
Bana baktı şaşkın. "Yaşam çizgin, az önce düzdü, şimdi havaya doğru dikildi."
Yüzüm kıpkırmızı olurken, gülmeye çalıştım. Bir şey diyemedim...

Kafesin dondurucu soğuğu


“Bir tarih kitabının üzerinde bunalmaktansa doğru dürüst sevişmeyi öğrenmek mübahtır.”

“Onaltı dümen ve sürekli erdemlilik yılı. Onaltı sıkıntılı yıl geride ne kaldı? Yalıtılmış, ufak görüntüler. Yeni kitapların kokuları, bir ekim resmini yaptığımız yapraklar, uygulamalı çalışmalarda kesilmiş kurbağanın formol kokulu iğrenç karnı, tatile çıkacakları için öğretmenlerin de insan olduklarının fark edildiği ve sınıfın daha tenha olduğu senenin son günleri. Artık sebebini bilmediğimiz tüm o büyük korkular, sınav akşamları. Düzenli bir alışkanlık. Bununla sınırlıydı. Artık biliyor musunuz Bay Brul, çocuklara onaltı yıl süren düzenli bir alışkanlığı dayatmak alçaklık? Zaman bozuldu, Bay Brul. Gerçek zaman, eşit saatlere bölünmüş ve mekanik değildir. Gerçek zaman özneldir. İçinde taşırsın. Her sabah saat yedide kalkın. Öğlen yemek yeyip, dokuzda yatın. Asla kendinize ait bir geceniz olmaz. Denizin alçalmayı bırakıp durduğu bir an, tekrar yükselmeden önce gecenin ve gündüzün birbirine karışıp eridiği ve nehirlerin okyanusla karşılaşmalarındakine benzeyen bir coşku seti oluşturduğu, dingin bir zamanın varolduğunu asla bilemezsiniz. Onaltı yıl gecelerimi çaldılar, Bay Brul. Beşinci sınıfta, altıncı sınıfa geçmemin tek ilerleyişim olması gerektiğine inandırdılar beni. Son sınıfta bitirme sınavını vermem gerekiyordu. Ardından bir diploma. Evet bir amacım olduğunu sanıyordum Bay Brul. Ama hiçbir şeyim yoktu. Başlangıcı ve sonu olmayan koridorda, bir embesiller römorkunda, diğer embesilleri izleyerek ilerliyordum. Hayatımızı diplomalarla geçiştiriyoruz. Aynı zorlanmadan yutturmak için kapsüllerin içine acı tozlar konması gibi. Görüyor musunuz Bay Brul, hayatın gerçek tadını sevebilirmişim bunu şimdi anlıyorum.”

Boris Vian, L’herbe Rouge (Kırmızı Ot)
Altıkırkbeş Yayınları, Temmuz 1994, 1.Basım, Çeviren Ayça Sezen, sf.94

7 Temmuz 2011 Perşembe

Aylak Adam - Yusuf Atılgan


Dışarda çiğnenmemiş kar, üstüne bastıkça gıcırdıyordu. Kitapçının köşesinden tenha caddeye dönerken içinde bir boşluk vardı. Saatine baktı: ona geliyordu. ”Nereye gideceğim? Keşke polis kuşkulanıp karakola götürseydi beni. Değişik bir gece olurdu. Belki onu da bulup getirirlerdi. Birlikte çıkardık. Sonra, sıkıntı. O bitti. Haşet’te kitap arayacağım. Niye koşuyorsun? Davete geç mi kaldınız? Her zaman geç kalanlar bulunur. Hindi dolması daha bitmemiştir. Bu gece insanların hindi yemesi gerekir. Bulamayanlar üzülür. Yılbaşı hindisi…ooo! Eğlenmek de zorunludur bu gece. Sinemalar, tiyatrolar, barlar doludur. Evlerde toplantılar vardır. “Neydi o yılbaşı donattığımız masa. Şu Mehmet bey ne şakacı adam. Kırdı geçirdi bizi.. Ama karısı.. Sorma kardeş.” Küçük kumarlarımız vardır. On kuruşluk tombalalar. Şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının ‘aman ayol, bu ne kötü şans böyle’ sözüne karşılık kim bilir kaç erkek “üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır” diyordur. Kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?” yanından geçen kadına döndü:
- Merhaba, dedi.
Der demez pişman oldu. Kadın durmuş ona bakıyordu. Sol elini cebinden çıkarıp kulağını kaşıdı. Kadın,
- Sizi tanımıyorum, dedi.
Buna verilecek karşılık belliydi: “Öyleyse tanışalım” deyip kadının koluna girmesi, “Ne soğuk. Sıcak bir yere girip bir şeyler içsek.” demesi gerekiyordu. Kolaylıklardı bunlar. Kadın bunları bekliyordu ondan. Oysa;
- Ben de, dedi.

Yusuf Atılgan, Aylak Adam
Yapı Kredi Yayınları, Roman

28 Haziran 2011 Salı

Traş olurken yüzümü kestim..



hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , insanlar

müziğin sesi , sözcüklerin

yazılışı ,

hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , bütün

bize öğretilenler , peşinden koştuğumuz aşklar ,

öldüğümüz bütün ölümler , yaşadığımız

bütün hayatlar ,

hiçbir zaman olması gerektiği gibi değiller ,

yakın bile değiller..

birbiri arkasından yaşadığımız

bu hayatlar ,

tarih olarak yığılmış ,

türlerin israfı ,

ışığın ve yolun tıkanması ,

olması gerektiği gibi değil ,

hiç değil ,

dedi..

bilmiyor muyum ? diye

cevap verdim..

uzaklaştım aynadan..

sabahtı , öğlendi ,

akşamdı ,

hiçbir şey değişmiyordu

her şey yerli yerindeydi ,

bir şey patladı , bir şey kırıldı ,

bir şey kaldı..

merdivenden inip içine

daldım..

CHARLES BUKOWSKI..

‘Gülün Gölgesinde.. Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi 2. Cilt..’ , CHARLES BUKOWSKI , Çeviri : AVİ PARDO , PARANTEZ Yayınları , Kasım 2002 , 174 Sayfa..



27 Haziran 2011 Pazartesi

YORGUN SERSERİ Neal Cassady


Bu kadarı yetebilir belki. Kimsenin ortalıklarda olmadığı bir saatte ağlayabiliriz de istersen. Şimdilik bir bira daha söyleyelim. Kadınlar istedikleri kadar girmeye çalışsınlar hayatımıza; biz bir bize yer ayırdık orada. Biliyor musun, aslında her şey başladığı yerde biter ve bir bitki biter oracıkta. Benim bitkim küçük kısır bir zeytin ağacıdır. Güneye doğru yola çıktığımda hep yolumu kesen ve yollarda tüm kasvetimi bir paket sigaraya kurban eden küçük kısır bir zeytin ağacı. Bir gün bir bahçem olacak ve zeytin ağaçları yetiştireceğim. Anason , afyon ve zeytin ağacı. Bir gün bir bahçem olacak ve kurtulacağım tüm lanet arka bahçelerden. İnsan olacağım. Sevgili, koca ya da metres olmayı bırakıp; bırakıp araba yıkamayı, bulaşıkçılığı, dost olmayı, insan olacağım. Kimseye yer ayırmıyorum bahçemde, yalnız ve mutsuz olacağım. Gittiğim güne dek hayatın beyin damarlarındaki bir hava kabarcığı olacağım. Bir gün patlayacağım ve her şey sona erecek. Ne güzel, değil mi? Hala hayal kurabiliyor olmak, bekar olmak, her gün kansere, aids’e ve tüm illetlere biraz daha yakın olmak ne güzel. İstersen cevap da verebilirsin, ya da en iyisi sus biraz. Çünkü hep ben konuşmalıyım ki gerçek gibi dursun tüm bunlar. Sahi, bunca ifrit gerçek olabilir mi?

Gerçek olamayacak ne var ya da? Sence, bence ve bencilce. Gerçek olamayacak tek bir an, tek bir figüran girmişse hayatına, gerçeklik seni ne kadar yalanlar. Umurumda değil ne kendi söylediklerim ne de senin bana söylemek istediklerin. Sevişmek üzerine uzun uzun konuşmuştuk bir gece seninle ve sabaha kadar üç esmer iki sarışınla yatmıştın sen ben kaldıramayacağım kadar içmiştim ve kaldıramamıştım. Ne komikti bunca rezalet. Hayatımıza onca zilli girmişti ve birkaç hanım hanımcık yosma. Ki biliyorsun ben hepsinde bir şeyler unuttum ayrılırken. Şimdi düşünüyorum da ne gerek vardı. Ne menem bir haykırıştı o her ayrılık. Hayır, kadınları küçümsemiyorum; onlar zaten küçükler. Küçücük dünyaları hep dar geldi bana. Bense hep kendimi okşadım üşüdüğüm her yanlış durakta.

Büyük serseri büyük vurgunlar yiyendir ve tüm vurgunlardan biraz yitik çıkandır mı demiştin; yoksa ‘ siktir et bunları’ mı?

Eski günlerdeki kadar karanlık olabilseydim umursardım bana vereceğin cevabı; şimdilerde hiç olmadığım kadar net’im, her şey o kadar belirgin ki kimsenin düşünceleri, düşüşleri beni ilgilendirmiyor.

Neyse, bizi nasıl olsa anlamayacaklar dostum. Ardımda hamile bir sevgilim olsaydı yinede düşerdim yola ama kafamda bunca acı varken kıpırdayamıyorum bile. Ardımda mutlu bir an bıraksaydım yinede düşerdim yola ama içimde bunca kirli yalnızlık varken kıpırdayamıyorum bile. Ardımda bir ceset bırakabilecek olsaydım yinede düşerdim yola ama kendi cesedimi sırtımda taşıyorken kıpırdayamıyorum bile. Bir bira daha söyle de susalım biraz, ki azıcık da gece konuşsun.

Lanet olsun mu derdin en çok yoksa Allah belanı versin mi? Sanırım ben bu iki kelimeyi de bakire bir kızın dokunulmazlığı olarak görüyorum ve sen böylesine küfürbaz olabildiğin için imreniyorum sana. Bu kadarı yetebilirdi belki ama ben ağlamak istiyorum yinede. Eski, küflü bir ford’un arka koltuğunda göz yaşlarım ve kusmuğumdan oluşan bir gölün içinde ölü bulunmak istiyorum.

26 Haziran 2011 Pazar

Edgar Allan Poe - AMONTILLADO FIÇISI


Fortunato’nun binlerce hareketine katlanmışımdır, elimden geldiği kadar; ama onurumu kıracak sözler söylediğini görünce, intikam almaya and ettim. Sizler, benim ruhumu bu kadar iyi kavramış olan sizler, onun karşısına geçip açıkça meydan okumamış olduğumu anlamışsınızdır. Ta sonunda intikam alacaktım; bu kararım kesindi - kesinliği biraz da, herhangi bir tehlikeyi göze almak istemememden geliyordu. Sadece cezalandırmak yetmezdi, kendime bir suç yüklemeden cezalandırmalıydım. Bir yanlışın düzeltilmiş sayılması için onu düzeltene bir kötülük gelmemiş olması gerekir. Sonra bir de yanlışı yapan, yanlışı düzeltmekte olanın kendinden intikam aldığını anlamazsa, o yanlış düzeltilmiş sayılmaz.

Şu iyice anlaşılmalıdır ki, ne sözlerimle, ne de hareketlerimle, Fortunato’nun iyi niyetimden kuşkulanmasına neden olacak bir durum yaratmadım. Eskisi gibi yüzüne gülmeye devam ettim, onu nasıl boğazlayacağımı düşünerek gülmekte olduğumun farkına varmadı.

Onun da zayıf bir noktası vardı - bu Fortunato’nun - gerçi öbür bakımlardan saygı beslenecek, belki korkulacak bir adamdı, ama zayıf bir noktası vardı. Şaraptan anladığını söylerdi, gururlanırdı bununla. Gerçekten sanatçı ruhu taşıyan İtalyanlar pek azdır. Çoğu zaman güzel şeyler karşısındaki coşkunlukları gidişe uymak, fırsatları kaçırmamak içindir - bile bile takınırlar o tavırları, İngiltere’den ya da Avusturya’dan gelen milyonerleri kandırmak için. Resimler, değerli taşlar alanında Fortunato da memleketlileri gibi bir şarlatandı - ama eski şaraplar konusunda içtendi. Bu konuda hani ben de ondan pek farklı değildim: İtalyan şarapları üzerine epeyce bilgim vardı, ne zaman fırsatını bulsam, bol bol satın alırdım.

Karanlık bastırmak üzereydi, karnaval mevsiminin çılgınlıklarla dolu akşamlarından biriydi; arkadaşımla karşılaştım. Bana aşırı bir sıcakkanlılıkla sokuldu, epeyce içmişti. Soytarı kılığındaydı. Her yanını sıkı sıkıya saran, çizgi çizgi, renk renk bir elbise giymişti, kafasındaki koni biçimli şapkada çıngıraklar vardı. Onu gördüğüme pek sevinmiştim, daha önce hiç elini o kadar candan sıktığımı hatırlamıyorum.

“Sevgili Fortunato,” dedim, “ne büyük talih sana rastlamam. Bugün ne kadar iyi görünüyorsun! Bir fıçı şarap geçti elime, Amontillado diye sürdüler, benim kuşkum var doğrusu.”

“Nasıl?” dedi. “Amontillado? Bir fıçı? Olamaz! Hem de böyle karnaval ortasında!”

“Benim kuşkum var doğrusu,” diye tekrarladım, “üstelik sana sormadan bir Amontillado fıçısına verilecek parayı tamamı tamamına ödemek budalalığını da gösterdim. Sen yoktun ortalarda, bir başkasına kaptırırım diye korktum.”

“Amontillado!”

“Benim kuşkum var doğrusu.”

“Amontillado!”

“Bu kuşkudan kurtulmak istiyorum.”

“Amontillado!”

“Senin işin vardır diye Luchesi’ye gidiyorum.Şaraptan anlayan biri varsa, o da Luchesi’dir. Söyler bana-“

“Luchesi, Amontillado’yu Sherry’den bile ayıramaz.”

“Gene de bazı budalalar onun bu alanda senden aşağı olmadığını söylüyorlar.”

“Hadi gidelim.”

“Nereye?”

“Sizin mahzene.”

“Dostum, hayır, senin iyiliğinden yararlanmak istemem. İşin olduğu belli. Luchesi -“

“Hiçbir işim yok; haydi gel.”

“Dostum, hayır. İşinin olup olmamasını bırak bir yana, bakıyorum da sen iyice soğuk almışsın. Mahzenlerin rutubeti dayanılacak gibi değil. Duvarlar bütün pamuk pamuk olmuş; güherçile içinde.”

“Olsun, gene de gidelim, haydi. Bir şeyim yok benim. Amontillado! Seni kandırmış olacaklar. Luchesi’ye gelince, o Sherry’yi Amontillado’dan ayıramaz. “

Fortunato bunları söyleyerek koluma yapıştı. Kara ipekten bir maske takıp bir pelerine iyice sarındım, beni köşküme doğru koşturmasına göz yumdum.

Hizmetçiler evde değildi; karnaval mevsimi onuruna eğlenmek için sıvışmışlardı. Sabah olmadan eve dönmeyeceğimi söylemiştim onlara, sakın bir yere ayrılmayın diye de kesin emirler vermiştim. Bu emirlerin işe yaramayacağını, ben daha arkamı döner dönmez hepsinin birden ortadan yok olacaklarını biliyordum.

Duvardaki yuvalarından iki meşale çıkarıp birini Fortunato’ya verdim; iç içe odalardan eğilerek geçip mahzene giden kemerli geçide geldik. Döne döne inen yüksek bir merdivene girerken, ona dikkatli olmasını yalvardım. Sonunda merdivenin altına vardık ve Montresor’lerin mezarlarının ıslak toprağı üzerinde yan yana durduk.

Arkadaşımın adımları kararsızdı, şapkasındaki çıngıraklar, o yürüdükçe çın çın ötüyordu.

“Fıçı?” dedi.

“Daha ilerde, “ dedim. “ama önce şu mahzenin duvarlarında parıldayan beyaz örgülere bir bak.”

Bana döndü, sarhoşluğun gözyaşlarını damıtmış olan buğulu bakışlarını gözlerimin içine dikti.

“Güherçile mi?” diye sordu sonunda.

“Güherçile,” diye cevap verdim. “Nezamandan beri öksürüyorsun böyle?”

“Öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö! - öhö! öhö! öhö”

Zavallı arkadaşım dakikalarca bir türlü cevap veremedi bana.

“Bir şey değil,” dedi sonunda.

“Gel” dedim, kararını vermiş bir adam tavrı takınmıştım, “geri dönelim; senin sağlığın çok daha değerli. Zengin, her yerde saygı gören, beğenilen, sevilen bir insansın; mutlusun, ben de öyleydim bir zamanlar. Aranacak, özlenecek bir adamsın. Kendim için olsa aldırmam bile. Geri dönelim; hastalanacaksın, böyle bir şeye neden olmak istemem. Hem, Luchesi var -“

“Yeter,” dedi, “öksürüğüme bakma, bir şeyim yok; öldürmez beni. Öyle öksürükle ölmem ben.”

“Doğru - doğru,” diye cevap verdim, “inan bana, seni boşu boşuna korkutmak niyetiyle söylemedim bunları; ama gerekli önlemleri de almalısın. Şu Medoc şarabından çekersek birer tane, rutubete karşı korur bizi.”

Bunu söylerken toprağın üzerine uzunlamasına sıralanmış şişelerden birini alıp boynunu kırıverdim.

“İç,” diyerek ona uzattım şarabı.

İstekli bir susuzlukla şişeyi dudaklarına götürdü. İçmeden önce durup dostça bir selam verdi bana, başındaki çıngırakları çın çın öttü.

“Şerefe,” dedi, "çevremizde son uykularını uyuyan şu ölülerin şerefine içiyorum.”

“Ben de senin uzun yıllar yaşamana.”

Gene kolumu tuttu, ilerledik.

“Bu mahzen,” dedi, ne kadar geniş.”

“Montresor’ler,” diye cevap verdim, “büyük bir aileydi, sayıca da pek çoktular.”

“Armanızı unuttum.”

“Mavi bir tarlada, kocaman, altın rengi bir insan ayağı; ayak kızgın bir yılanı eziyor, yılan dişlerini toprağa geçirmiş.”

“Ya onur tümceniz?”

“Nemo me impune lacessit.”

“Güzel!” dedi.

Şarap gözlerinde parıldadı, çıngıraklar çın çın öttü. Medoc beni de ısıtmıştı. İçleri kemik yığılı duvarlar boyunca, boy boy fıçıların arasından, mezarların ta en iç köşelerine doğru yürüdük. Gene durdum, bu kez Fortunato’nun kolunu dirseğinin üst yanından kavrayacak kadar ileri gittim.

“Güherçile!” dedim, “bak, gittikçe artıyor. Tavandan yosun gibi sarkıyor. Irmağın yatağından daha aşağıdayız. Islaklık, damla damla, kemiklerin arasında dolaşıyor. Gel, iş işten geçmeden geri dönelim. Öksürüğün -“

“Bir şey değil,” dedi, “haydi yürü. Ama önce şu Medoc şarabından biraz daha içelim.”

Ona bir De Grave şişesi kırıp uzattım. Bir dikişte boşalttı. Gözleri hırçın bir ışıkla yandı. Güldü, şişeyi havaya fırlatıp ne olduğunu anlayamadığım bir hareket yaptı.

Şaşkın şaşkın baktım ona. Hareketi tekrar etti – tuhaf birşey yapıyordu.

“Anlayamıyorsun?” dedi.

“Hayır,” diye cevap verdim.

“Öyleyse sen biraderlerden değilsin.”

“Nasıl?”

“Mason değilsin.”

“Evet, evet onlardanım.” dedim, “evet, evet”

“Sen? Olamaz! Mason?”

“Mason ya,” diye cevap verdim.

“İşaretini yap öyleyse,” dedi.

“İşte işaretim,” dedim, pelerinimin altından bir mala çıkardım.

“Alay ediyorsun,” diye bağırarak birkaç adım geri sıçradı. “Haydi, haydi şu Amontillado’ya gidelim.”

“Öyle olsun,” dedim, malayı pelerinimin altına sokarak ona gene kolumu uzattım. Ağırlığını vererek yaslandı. Amontillado’yu araya araya yolumuza devam ettik. Bir sıra alçak kemerin altından geçtik, aşağı doğru indik, yürüdük, gene aşağı doğru indik, derin bir mahzen odasına geldik, havası pek kötüydü buranın, öyle ki, meşalelerin alevi bile sindi.

Onun da öbür ucunda daha dar bir oda vardı. Duvarları, Paris’in büyük mezarlarında olduğu gibi, tavana kadar yükselen, üst üste yığılmış insan kalıntılarıyla örtülüymüş. Gene de öyleydi üç yanı, dördüncü duvardaki kemikler ise yere indirilmiş, bir noktada büyücek bir küme yaparak toprağın üstüne gelişigüzel saçılmıştı. Kemiklerin yerlerinden oynatılmasıyla ortaya çıkmış olan duvarda bir iç hücre daha gördük, derinliği aşağı yukarı birbuçuk, eni bir, yüksekliği de iki ikibuçuk metre kadardı. Belli bir iş için hazırlanmışa benziyordu, duvardaki mezarların tavanlarını tutan iki büyük desteğin arasında bir boşluk gibiydi; arkasını da gene o mezarları çevreleyen granit duvarlardan biri kapatmaktaydı.

Fortunato elindeki alevsiz meşaleyi yukarı kaldırarak oyuğun derinliğini görmeye çalıştı, ama boşuna. Zayıf ışık onun sonunu göstermedi bize.

“Yürü,” dedim. Amontillado bunun içinde. Luchesi’ye gelince –“

“Mankafanın biridir o,” diye sözümü kesti, bu arada adımını da atmıştı, hemen arkasına takıldım. Bir anda oyuğun sonuna varmış, kayayla burun buruna gelmişti, ilerleyemediğini görünce aptalca bir şaşkınlık içinde kalakaldı. Bir an daha geçti geçmedi granite zincirleyiverdim onu. Oyuğun sonundaki düz duvarda, yatay olarak birbirinden aşağı yukarı yetmiş santim uzaklıkta iki demir halka vardı. Bunlardan birine kısa bir zincir, öbürüne de bir asma kilit takılmıştı. Zinciri onun beline dolayıp kilidi vurmak birkaç saniyelik bir işti. Karşı koyamayacak kadar büyük bir şaşkınlık içindeydi. Anahtarı çekip alarak oyuktan çıktım.

“Elini duvara sür de bak,” dedim, "her yan güherçile içinde. Çok rutubet var doğrusu. Bir kere daha yalvarıyorum geri dönmen için. Hayır mı? Öyleyse seni bırakıp ayrılmam gerek. Ama önce elimden gelen her türlü özeni göstermeliyim.”

“Amontillado!” diye bağırdı ansızın; daha şaşkınlığı geçmemişti.

“Doğru,” diye cevap verdim, “Amontillado.”

Bu kelimeleri söylerken, biraz önce andığım o kemik yığınının içinde çalışmaya başlamıştım. Kemikleri eşeleyip sağa sola fırlattım, altlarından bir miktar harç ile yapı taşları çıktı. Bu maddeleri kullanarak malamla oyuğun önüne bir duvar örmeye giriştim.

Duvarın birinci sırasını bitirmiştim ki Fortunato’nun iyiden iyiye ayılmış olduğunu gördüm. Bunun ilk işareti oyuğun derinliğinden doğru gelen inilti gibi bir sesti. Sarhoş bir adamın iniltisi değildi bu. Sonra uzun bir sessizlik oldu. İkinci sırayı çıktım, üçüncüyü, dördüncüyü çıktım; o sırada zincirin şiddetle sarsıldığını duydum. Bu zincir sesi birkaç dakika devam etti, o arada ben de işimi bırakıp kemiklerin üstüne oturdum, tadını çıkara çıkara dinledim onu. Sonunda bu şıkırtı durulunca malayı tekrar elime alıp hiç ara vermeden beşinci, altıncı, yedinci sıraları bitiriverdim. Duvarın yüksekliği göğsüme yaklaşmıştı. Gene durdum, meşaleyi kaldırıp aralığa tuttum, içerdeki biçimin üzerine birkaç zayıf ışık çizgisi düştü.

Zincire vurulu insan biçiminin boğazından birbiri ardınca fışkıran yüksek, tiz çığlıklar sanki beni geri itti. Bir an duraladım – titredim. Kılıcımı çekip oyuğa doğru bir davrandım, ama birden aklım başıma geldi, kendimi toparladım. Elimi mezarların sağlam taşlarına dayadım, durulmuştum. Yeniden duvara yaklaştım. Onun yaygarasına, bağırışlarına karşılık vermeye başladım. O bağırdı, ben bağırdım – yardım ettim ona – onunkilerden daha uzun süren, daha güçlü olan çığlıklar attım. Ben böyle yapınca, yaygaracının sesi kesildi.

Gece yarısı olmuştu, işim sona ermek üzereydi. Sekizinci, dokuzuncu, onuncu sıraları da tamamlamıştım. On birinci, sonuncu sıranın da bir bölümünü bitirmiştim; yerine yerleştirilip sıvanacak bir tek taş kalmıştı. Onu kaldırmaya çalışıyordum; kaldırıp yarı yarıya yerine soktum. Ama tam o sırada oyuğun içinden sinsi bir kahkaha yükseldi, saçlarım dimdik oldu. Bunun arkasından insanı acındıran bir ses duyuldu, soylu Fortunato’nun sesine hiç benzemiyordu. Şunları söyledi:

“Ha! ha! ha! – he! he! evet, Amontillado. Ama geç olmuyor mu? Bizi beklemezler mi köşkte. Lady Fortunato ile ötekiler? Haydi gidelim artık.”

“Evet,” dedim, “haydi gidelim artık.”

“Tanrı aşkına, Montresor!”

“Evet,” dedim, “Tanrı aşkına!”

Ama bu kelimelere bir cevap gelmesini boşuna bekledim. Sabrım tükendi. Yüksek sesle bağırdım:

“Fortunato!”

Cevap yok. Bir daha bağırdım:

“Fortunato!”

Gene cevap yok. Delikten bir meşale sokup içeri baktım. Buna karşılık sadece çın çın öten çıngırakların sesi geldi. Yüreğim sıkışmaya başladı – mezarlardaki rutubet yüzünden. İşimi sona erdirmek için acele ediyordum. Son taşı da yerine yerleştirip sıvadım. Yeni duvarın önüne kemiklerden yapılma eski duvarı ördüm. Elli yıldır insan eli dokunmadı onlara, In pace requiescat!

Edgar Allan POE - Kara Mizah Antolojisi(s.48)

Benimle Uğraşan Habis Budalalara

Aix’li ton balığı tüccarlarının pis uyduları, aşağılık ve rezil pis cellat uşakları, beni çileden çıkartmak için işkenceler yaratın bakalım, hiç değilse bir işe yarayacak türden olsun. Tinsel budamanızın beni içine ettiği hareketsizlik ne katıyor size, beni alabildiğine kalleş bir biçimde size satan dişi pezevengi paramparça etmeye ve kargışlamaya yol açmaktan başka? Ne yazabildiğim, ne de okuyabildiğim o günden bu yana onun için icat ettiğim yüz birinci işkence işte. Bu sabah, acı çekerken, o şirretli canlı canlı derisi yüzülmüş, dikenler üzerinde sürüklenip bir sirke fıçısına atılmış olarak görüyor ve ona diyorum ki:

İğrenç yaratık, al sana, damadını cellatlara sattığın için!

Al sana, iki kızına pezevenklik ettiğin için!

Al sana, damadının onurunu ayaklar altına alıp onu yıkımlara uğrattığın için!

Al sana,onlar uğruna kendisini gözden çıkartmanla çocuklarından nefret ettiğin içi!

Al sana, yargılanmasından sonra kurtarmak elindeyken, yaşamının en güzel yıllarını ona yitirttiğin için!

Alsana, ona kızının tiksindirici dölütlerini yeğlediğin için!

Al sana, bönlüklerin, on üç yıldır ona ödettiğin kötülükler nedeniyle!

Ve çilelerini artırıyor, acı çektirtirken onu aşağılıyor ve kendi acılarımı unutuyordum.

Kalem elimden kayıp gidiyor. Acı çekmeliyim, Elveda cellatlar, sizi kargışlamam gerek.

Marquis de Sade


Kara Mizah Antolojisi-Enis Batur(s.32)

1 Mayıs 2011 Pazar

Marquis de Sade

‘’Sizin Tanrınız kendi oglunu çarmıha gerdiyse, kim bilir beni ne yapar!"

Yatak Odasında Terör - Marquis de Sade

"Sade'ı yakın! Ama önce bir dinleyin. Belki de o kalemiyle olağanüstü şeyler yaşayabilen bir yazardı sadece..."
"Biliyor musun sevgili Sensible, elinde bir kalem varsa olağanüstü şeyler yaşayabiliyorsun."
Hiçbir zaman bilemeyeceğiz. Donatien Aphonse Marquis de Sade bir sapkın mıydı? Bütün eleştirmenlerin ve hatta ahlâkçıların da kabul ettiği gibi "cinsel hayatın Zorba'sı" mıydı? Yoksa, aslında sadece "yasaklamanın yasaklanmasını" dileyen ve bütün yazdıklarını yukarıdaki cümlesiyle açıklayan basit, insan yönü skandalsız, yalın bir yazar mı?


Marquis de Sade'ı en iyi tanımanın yolu, adını verdiği Sadizm'le işe başlayarak "insan bozukluklarının" tarihini anlamaya çalışmaktan geçmiyor. Gerçi iş bilimadamlarına kalınca onlardan, adli sonuçlara varsın varmasın sadist sapkınlıkların herkes için geçerli ve "ucuz" tedavilerinin olmadığını öğreniyoruz. Marquis de Sade adına, bu satırlardaki davamız, onu bir kayalığın tepesinde denize düşmeyi bekleyen müntehirin ruh hali gibi, onun yazarlık durumunu ortaya koymak ve insanlığının yönlerini bulgulamak.
Sade'ın çıktığı yüksek kayalıklar, deyim yerindeyse toplumdışılığın ve bu dış alanı savunmanın zirvesiydi. Yazdıklarında gözlediğimiz erotizm ve anarşist fantazilerin ardında Tanrı tanımayan, anarşist bir duruşun davranışları yatıyordu. Sade'a göre tek suç, doğaya karşı işlenen suçtur. Doğa tarafından bir kez yaratılmış olmak onun egemenliğinden kurtulmuş olmak demektir ve asıl önemli olan bu özgürleşmenin farkında olmaktır. Sade için her türlü zevkin kaynağında suç ve kötülükler yatar.


Ölümünden sonra adı unutturulmak istenen, ama bir yandan kitapları gizlice okunan Marquis de Sade, kendi ülkesinde ilk kez 20. yüzyılda şair Guillaume Apollinaire'in çabalarıyla açık ve geniş bir biçimde tanınmaya, okunmaya başlandı. Bunun yanı sıra, edebiyat ve eleştiri çevrelerinde kitapları yeniden ele alındı; eleştiriler ardı ardına gelmeye başladı. Bunlar içinde Simone de Beauvoir'in o çok ilginç "Sade'ı Yakmalı mı?" adlı eseri ve Pierre Klossowski'nin "Ahbabım Sade" kitabı sayılabilir. Bunun yanı sıra İslami sorunların ve eserlerin uzmanı olarak da bilinen Maurica Heine (1884 - 1940) Gilbert Lely ile birlikte Sade'ı 20. Yüzyıla taşıyan en önemli kişi olarak görülüyor. Bu ikili kendi hayatlarını adeta Marquis'nin yayınlanmayan eserlerini ve ona ait belgeleri günışığına çıkarmaya adadılar.


Tıp öğrenimi gören Maurice Heine, aforoz edilmeden önce sıkı bir Komünist Parti üyesiydi. 1924 yılında Felsefi Roman Cemiyeti'ni kuran Heine'ın tek amacı Sade'ın kitaplarını yayımlamaktı. 1926'da "Hikâyeler"i ve "Papaz ve Cançekişenin Diyaloğu"nu yayınladı. Diğer kitapların ve birçok değerli makalenin ardından Marquis de Sade adlı kitabının yayınlandığını ne yazık ki göremedi. Gilbert Lely, bu kitabı yayınladıktan sonra bayrağı devraldı; 1952-57 arasında iki ciltlik Sade biyografisini yayınladı.


Marquis de Sade, 74 yıllık hayatının (1740-1814) 28 yıl ve 8 ayını istisnasız olarak hapiste geçirirken, bu sürenin 25 yıl ve 3 ayını hükümsüz olarak "değerlendirdi". Bu çeyrek asırlık hapis yaşantısı Sade'ın kendisini "bütün rejimlerin mahpusu" olarak nitelendirmesine yol açtı açmasına ama 8 Mart 1794 günü, ellinci yaşına girmesine henüz birkaç ay kala Marquis, Picpus'e nakledildiği zaman, Terör döneminde "ılımlı" bulunmuş olma suçu yüzünden bir zindanda çürümeye terk edilmişti. Picpus, içinde daha çok soyluların bulunduğu ve herkesin mütemadiyen gün boyu aşk yaptığı süslü bir hapishaneydi.


Sade'ı bu yaldızlı yatak odasına kim naklettirmişti? Devrimin erdemleri adına insanların giyotine gönderilmesine karşı çıkan Marquis'yi daha önce zindanlara atan yönetimin gözleri önünde nasıl oluyordu da bu adam hem "La Philosophie dans le boudoir" (Yatak Odasında Felsefe) adlı eserinin temellerini atacağı sekiz aylık bilinmeyen bir "torpilli" hapis yaşantısını başlatıyor, hem de cımbızla seçtiği soylulardan bir tiyatro kumpanyası yaratabiliyordu.


Bu sekiz aylık "beyaz" dönem boyunca Sade'ın yaptıklarını, kurgusal da olsa, önce 1994'te Fransız romancı Serge Bramly'nin bir senaryo olarak başladığı ama daha sonra romanın kuyusuna düşen kitabından okuyabiliyoruz. Bir Leonardo da Vinci biyografı olan Serge Bramly, sinemacı bir dostunun "siparişi" üzerine başladığı bu belalı çalışmasını bir anlaşmazlık sonucunda yarıda bırakırken birdenbire kendini Marquis de Sade'ın oluşturduğu gizemli bir çekim alanında buluveriyor ve bu roman çıkıyor ortaya.


İyi bir aileden gelen bir genç kızın, görmüş geçirmiş bir erkek topluluğu tarafından bekaretinin nasıl bozulduğunu anlatan iki ciltlik "Yatak Odasında Felsefe"nin Picpus mapusluğu sonrasında yazılmış olduğuna dikkat eden Bramly, Sade'ın kitabı Picpus'te yazmış olabileceğini tahmin ederek, yazacağı metni bu kitapta toplamaya çalışmış. "Yatak Odasında Felsefe"nin adına bir gönderme yaparak, yazdığı romana "Sade: La Terreur dans le boudoir" (Yatak Odasındaki Terör) adını koymayı uygun görmüş.


Sade'ın yazdıklarında büyük bir tutarlık abidesi bulduğunu söyleyen Serge Bramly, Sade'ın "Doğa beni böyle yarattı, kendi doğama aykırı davranmam bir cinayet olurdu" şeklindeki sözlerini romanının omurgası haline getirerek, diyalogların ve kurgusal parçalarının tamamına yakınını, Sade'ın değişik kitaplardan alıntılamakta bir sakınca görmemiş. Roman biraz incelendiği zaman zaten bu açıkça görülüyor. Bir anlamda "Sade kendini roman olarak bir kez daha yazmış".
"Yatak Odasındaki Terör"ün elbette bir de görkemli bir sinema hikâyesi var. Hikâye olmanın da ötesinde 2000 yılında Benoit Jacquot'nun çektiği, Marquis de Sade rolünü ünlü Fransız karakter oyuncusu Daniel Auteuil'ün oynadığı bir film bu. Ne var ki gişelerden ve eleştirmenlerden çok önemli övgüler almayan bu filmi, ne olursa olsun Daniel Auteuil'ün "kurtardığı"na dair görüşler çoğunlukta. Filmde Sade'ın metresi Sensible'i Marianne Denicourt canlandırıyor.


Yazdıklarıyla tanrısız, dinsiz olduğunu ama skandal derecesindeki yazı(n)Sal eylemlerinin onu bir katil, bir cani ve bir sapkın yapmayacağını belirten Sade'ın gerçek yaşamında çokça ihtimal edilen bir ayrıntı var ki o da içinde yaşadığı baskı ortamlarının, özellikle de Devrim yönetimlerinin, katlin ta kendisini yaptıkları, cinayetlerin hasını işledikleri yönünde... Aslında Sade'ın, yazarak fantezi üretmek ve yaşamak dışında fazla bir hüneri ve kötülüğü olmadı kimseye... Ve kesinlikle, içinde yaşadığı baskı ortamlarının onu ustaca cezalandırmak, onu suç yaratmak konularından bir yazar dehasını aşan özellikler taşıdığı da bir gerçek. Bunun kanıtı ise Sade'ın hayatının yarısına yakının "hükümsüz" olarak hapislerde geçirmesi elbette...


Bir Picpus ziyareti sırasında yatakta oynaşırlarken, Sensible'in "Sen bir canavar mısın?" sorusuna şöyle cevap veriyor Marquis:
"Benim bebekleri parçaladığım ve onların kanlarıyla gençleştiğim, La Coste şatomun hendeklerinin ağzına kadar cesetlerle dolu olduğu söylendi... Beni böyle dedikodular yüzünden Bastille'e kapattılar."
Sensible üsteler:


"Soruma cevap vermedin." Sade, daha fazla oyalamaz akıllı metresini ve "Canavarlıklar, diyorsun. Belki... Nasıl bilinebilir?" der.
"Bir bakıma buna benzer canavarlıklar yaptım, evet; bunları dünyadaki herkesten daha fazla tasarladım ve onları silinmez olmasını umduğum bir mürekkeple yazdım... Biliyor musun sevgili Sensible, elinde bir kalem varsa olağanüstü şeyler yaşayabiliyorsun."


Sade'ı yakın! Ama önce bir dinleyin. Belki de o kalemiyle olağanüstü şeyler yaşayabilen bir yazardı sadece.


10 Şubat 2011 Perşembe

Tutunamayanlar - Oğuz Atay



-Konuştuğum insanların peşinden gitmek, onların yatak odalarına kadar, hatta ertesi gün işe gidinceye kadar, hatta işyerinde çalışırken izlemek, durmadan konuşmak ve dinlemek istiyorum-ayrılınca insanların hemen birbirine yabancılaştıklarını, eski havayı bir daha canlandıramayacaklarını düşünüyorum...
-Bilginin, güzelliğin, iyiliğin ve duyarlılığın en kusursuz somutlaşımı olduğunu düşünüyorum...
-Alışık güçlerini, iki çelişki arasındaki uzaklığı kaplayacağı kadar uzat çünkü
Tanrı insana danışmalıdır...

-Ölünceye kadar yerinden kımıldamayacağını bilen bir ağacın rahatlığını duymalıydım...
-Bir kere başladık bitireceğiz, bir kere doğduk yaşayacağız...
-Sözlerde bir gevşeme, bir isteksizlik görüldü, birlikte olmanın getirdiği heyecan eskidi, söylenen sözler düşünüldükçe beğenilmemeye başladı, bu nedenle yeni sözler için cesaret tükendi...
-Karikatürlerde, ne kadar da sevimli gösterirler, yalnız yaşarken kimse sevimli görmez bütün bunları, oysa okurken ,resimlerini seyrederken ne kadar acırsınız onlara, gene de gülmeden duramazsınız...
-Seninle geçirdiğim bahar, yaşamın ; doğa içinde oluşan bir olay olduğunu, bana yeşil rengin gözünüzdeki yansımaları haber verdi...
-Eskiye bağımlılığımız bir şey bildiğimizden değil ; eskisi bundan kötü olamaz ya diyoruz-tam da bilmiyoruz yeniyi...
-Şarkısı yarıda kaldı ,aklı da karıda sebep olanların gözü kör olsun... (mezar yazısı)
-Piyano çalabilmeyi çok isterdim dedi donuk bir sesle. Şimdi piyanoya oturur, kelimelerle ifade etmekte güçlük çektiğim bütün duygularımı, acılarımı tuşlara dökerdim. Bazen şiddetli, bazen yavaş basardım onlara. Kim bilir ne ince ayrıntıları vardır o dokunuşların? Kelimeleri, daha önce öyle kötü yerlerde kullanmış oluyoruz ki, kirletir diye korkuyoruz duygularımıza dokunursa. Seslerin başka türlü bir dokunulmazlığı var.





6 Şubat 2011 Pazar

Gülten Akın

Yaşamak öyle güzel öyle derin
Bir dostun sıcacık merhabasında
Yürekten gülüşünde
Yaşamak güzel şey
Ellerin sevdiğinin ellerinde
Gözlerinde sevgi dolu bakışlar……



GÜLTEN AKIN

23 Ocak 1933′da Yozgat’ta doğdu. Ortaöğrenimini Ankara Kız Lisesi’nde tamamladı(1951). Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi (1955). Eşinin kaymakamlık görevi dolayısıyla Gevaş, Alucra, Gerze, Saray, Kahramanmaraş’ta avukatlık ve yardımcı öğretmenlik yaptı (1959-1973). Türk Dil Kurumu’nda dil uzmanı olarak çalıştı, ayrıca Kültür Bakanlığı Yayın Danışma Kurulu üyeliği yaptı.

“Gerek bireyi gerekse toplumsalı dile getirirken, dizelerinde her bir sözcüğün yaslandığı arka planda, halk şiirinin olanaklarını soluk kesen çağdaş bir duyarlılıkla kullanan, kadını insan kılan, insanı insan kılan bir ustalıkla örüyor şiirini Gülten Akın.”

ESERLERİ :

Rüzgâr Saati (1956)
Kestim Kara Saçlarımı (1960)
Sığda (1964)
Kırmızı Karanfil (1971)
Maraş’ın ve Ökkeş’in Destanı (1972)
Ağıtlar ve Türküler (1976)
Seyran Destanı (1979)
Seyran (ilk yedi şiir kitabı, 1979)
İlahiler (1983)
Sevda Kalıcıdır (1991)
Seyran (Toplu Şiirler, 1992)
Sonra İşte Yaşlandım (1995)
Toplu Şiirler 1956-1991 (1996)
Sessiz Arka Bahçeler (1998)
Gülten Akın Toplu Şiirler II (2000)
Uzak Bir Kıyıda (2003)
Sevdiğim Yaz Geldi Yine (2003)

28 Ocak 2011 Cuma

Yer altında kör bir köstebektim Charles Bukowski

‘siz bana nehirlerden ve yağmurdan söz edin , ben size uyuşturucu ve ıstırap bağımlısı sıska bedenleri anlatayım , kadınsız ve işsiz ve ülkesiz , verilenden daha iyi bir yaşamı hayal ederek , akortsuz piyanolar çalan eşcinsellerden geçilmeyen barlarda ve bok suratlı kasa sahipleri ıslık çalar ölü parayla..’

‘herkesin savaştan yana olduğu bir dönemde savaşa karşıydım.. iyi savaşı kötü savaştan ayırt edemiyordum -hala edemem.. ortalıkta henüz hippiler yokken hippiydim ben ; beat kuşağı gelmeden önce beat’tim..

bir protesto yürüyüşüydüm tek başıma..

yeraltında kör bir köstebektim ve ortalıkta benden başka köstebek yoktu.. daha henüz yer altı oluşmadan yer altı’ydım ben.. pis genç bir adamdım..

ben hip’tim zaten..’


‘yalnızlık gittikçe daha tatlı bir hal alıyor , bir zamanlar hapis yatan bir adam tanırdım.. onu deliğe tıkmışlardı..

ona ‘şimdi dışarı çıkmak istiyor musun’ diye sorduklarında , ‘hayır’ dedi.. yine de onu çıkardılar.. deli olduğunu düşünüyorlardı.. gördüğüm en akıllı adamlardan biriydi.. evet , evet..’


‘bir yazar yazacağı bir sonraki satır kadar vardır.. onun gerisinde kalanlar bir bok ifade etmez.. eğer o bir sonraki satırı yazamazsanız , insan olarak ölmüşsünüz demektir.. sadece bu bir sonraki satır , daktilo döndükçe ortaya çıkan bu satır vardır , bu sihirdir , gürlemedir , bu güzelliktir.. bu ölümü yenebilecek tek şeydir..’


Charles Bukowski..