14 Kasım 2020 Cumartesi

Postmodernizm: Yaşamı Sevmemize Ramak Kalmıştı (Dövüş Kulübü)

 

Yaşadığımız, postmodern olarak tanımlayabileceğimiz

toplumlarda zevk almaya mecbur tutuluruz.

Zevk almak sapkınca bir göreve dönüşür adeta.

Arzu etmek, belirli bir nesneye karşı durulan arzu değildir.

Bu aynı zamanda arzulamaya karşı duyulan bir arzu olagelmiştir.

Arzulamaya devam etmeye karşı duyulan arzu.

Belki de en çok arzu ettiğimiz şeye kavuştuğumuzda

artık onun bir şey ifade etmemesinin nedeni de budur.

O isteğimiz tatmin olduğundan artık arzulamayız. 

(Slavoj Zizek- Sapığın İdeoloji Rehberi) 

 

 

Postmodernizm, küreselleşme, popüler kültür, ağ toplumu, tüketim toplumu gibi kavramların sıkça konuşulduğu bir dönemdeyiz. Bu kavramlar birbiriyle ilişkili olmakla birlikte modern dönemden bir kopuşu ve farklılaşmayı göstermektedir. Dolayısıyla söz konusu kavramlara postmodernizm çatısı altında yer vermek gerekmektedir. Postmodernizm temelde modernizm sonrasına işaret etmekle birlikte kavramın mevcut tartışmalar ışığında farklı anlamları ihtiva ettiği görülmektedir. Bu tartışmalar ekonomik, siyasi ve kültürel düzeyde meydana gelen değişimlerle ilgili olduğu kadar kavramın modernizmden tam anlamında bir kopuşun olmaması çerçevesinde gerçekleşmektedir. Nitekim, Mike Featherstone postmodernizm için “hiçbir anlamı yoktur, olabildiğince sık kullanın” diyerek kavramın ne denli farklı anlamlara işaret ettiğini ironik bir dille eleştirmiştir. Fakat postmodernizm -tıpkı modernite düşüncesinin süreç içerisinde belirli bir ontolojik ve epistemolojik kabuller çerçevesinde gelişmesi gibi- modernizmin paradigmasından daha farklı kabullerle ayrılmaktadır. Örneğin Bauman’ın ifadesiyle modernizmin sloganı “özgürlük, eşitlik, kardeşlik”, postmodernizmin sloganı ise “özgürlük, farklılık ve hoşgörü”dür. Özgürlüğün iki dönemde de aynı kalırken değişen diğer iki unsur aynı zamanda modern dönem ve postmodern dönem için sosyolojik tartışmaların hangi eksene evirildiğini de göstermektedir. Modern dönemde mevcut sosyolojik tartışmaların merkezinde genel olarak sınıf çatılmaları yer alırken postmodern dönemin merkezinde ise genel olarak kimlik tartışmalarının yer aldığı görülmektedir. Temelde bu dönüşüm pozitivist paradigmanın, kapitalizmin ve Marksizm eleştirisini de ihtiva eder. Fakat postmodernizmin farklılıklara olan hoşgörüsü nedeniyle bu tür anlatılara karşı sert bir tutum sergilemez ve bu anlatıları da içinde barındırır. Tıpkı Pessoa’nın “Anarşist Banker” adlı kitabında olduğu gibi tezatlıkları iç içe barındırmaktadır.

Postmodernizm her ne kadar ekonomik, siyasi ve kültürel yaşamda yaşanan yeniliklerle modernizmden ayrılsa da ekonomik ve kültürel boyutta yaşanan kopuş daha ön plana çıkmaktadır. Ekonomik açıdan bakıldığında fordist üretim tarzının yerini post-fordist üretim tarzına bıraktığı görülmektedir. Seri üretim devam etmekle birlikte boyut değiştirerek tek tip üretim yerini bireylerin tercihlerine göre şekillenen çeşitlilikleri de içeren üretim şekline dönüşmüştür. Fakat bu dönüşüm endüstriyel kapitalizm serüveninde bir sonun değil, farklılaşarak sürekliliğinin devamı niteliğini taşımaktadır.

Ekonomik açıdan yaşanan bir diğer önemli değişiklik ise arzdan ziyade talebin öne çıktığı bir sürece geçilmesidir. Söz konusu tüketim, zorunlu gereksinimlerden ziyade gösterişçi ve sembolik tüketim ekseninde gerçekleşmektedir. Bu durum tüketim merkezli yeni bir kültürün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Nitekim tüketim kültürü çalışmaları postmodernizm çalışmalarıyla paralel gitmektedir. Modern dönemin tek tipçi, homojen yapısı postmodernizmle birlikte farklılıklara yapılan vurguyla kendini göstermektedir. Farklılıklara yapılan vurguda ise sembolik tüketim önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu dönemde öne çıkan bir diğer kavram ise küreselleşme ve kü-yerelleşme kavramlarıdır.

Dövüş Kulübü

Bizler eşşiz değiliz.
Süprüntü ya da pislik de değiliz.
Biz sadece biziz.
Biz sadece biziz ve hayatta başımıza gelenlerin bir nedeni yok.


Dinleyin Sürüngenler;

Sizler özel değilsiniz,
Sizler güzel yada eşi benzeri olmayan kar tanesi de değilsiniz,
sizler işiniz değilsiniz,
sizler paranız kadar değilsiniz,
bindiğiniz araba değilsiniz,
kredi kartlarınızın limiti değilsiniz,
sizler iç çamaşırı değilsiniz,
Sizler herkes gibi çürüyen birer organik maddesiniz..!
Bizler bu dünyanın şarkı söyleyip dans eden pislikleriyiz.
Hepimiz aynı pisliğin lacivertleriyiz ...!

 

Dövüş Kulübü, Palahniuk’un aynı ismi taşıyan romanından sinemaya uyarlanmış bir baş yapıttır. Temel eleştirisi artık hislerimizin körelmesidir. Tüketim vasıtasıyla kendimizi “tamamlamaya”, tüketim vasıtasıyla kimliğimizi inşa etmeye güdülendiğimizi vurgulayan eser, tüketimle tamamlanmış olmanın, kusursuz olmanın temel insani duyguların körelmesine neden olduğu yönünde eleştiriler getirmektedir. Dövüş kulübü, nitelikten ziyade niceliklerin, nasıl olduğunun değil nasıl göründüğünün önemli olduğu döneme dair bir eleştiridir. Filmde bu durum postmodernizmin, tüketim kültürünün ve popüler kültürün eleştirisi şeklinde yansıtılmıştır.


Filme farklı sosyolojik kuramlar perspektifinden bakmak mümkündür. Yapısal işlevselci kuram açısından filmi değerlendirirsek; insanların tüketim yönlü eylemleri neticesinde tüketim toplumunun ortaya çıktığı söylenebilir. Bu toplumda kültürel sistem tüketimin bir değer olarak kabul edilmesiyle gerçekleşmiş, toplumsal sistem içinde insanlar arası rollerde tüketim ve popüler kültür belirleyici olmuş, kişilik sistemlerinde tüketim ana motivasyon aracı olmuş ve nihayetinde topluma uyum sağlamak için herkesin birer tüketici olmasını gerektirmiştir. Fakat Merton’un bakış açısından değerlendirirsek, tüketimin açık ve örtülü amaçları neticesinde tüketim bozuk bir işlev olarak varlığını sürdürmektedir. Tüketimin bozuk bir işleve dönüşmesi toplumsal sistemin alt sistemi olan kişilik sisteminde yarattığı tahribattan kaynaklanmaktadır. Bu durum filmde tüketime yapılan birçok eleştiriyle yer almaktadır. Örneğin tüketim bağımlılığın geldiği vahim boyut filmde şu sözlerle ifade edilmektedir “Onları almazsam ölürdüm. Bütün bunları almak için ömrümü verdim ben”. Fakat ilerleyen bir sahnede başrol karakteri ev eşyalarını bırakıp dövüşmeye başladığı için kendini aydınlanmış biri olarak görmektedir. Böylece tüketimin kişilik sistemine yaptığı tahribat giderilmiştir.

Tüketimin bir toplumsal sistem oluşturmasına Dahrendorf’un çatışmacı kuramı açısından bakmak da mümkündür. Dahrendorf’un kuramında yapısal işlevselcilikten farklı olarak sistem durağan değil, çatışmayla sürekli değişen bir yapıdadır. Postmodern dönem için değerlendirirsek, mevcut sistem herkes tarafından arzulandığı için değil, toplumda üst sınıfta olanların baskıları nedeniyle işlemektedir. Dolayısıyla bu durum çatışmayı da beraberinde getirmektedir. Postmodernizmde kapitalizme yönelik eleştirilerin devam etmekle birlikte kapitalizmin hiç güç kaybetmeden varlığını sürdürmesi bu çatışmayı açıklayacak bir niteliktedir. Filmde ekonomi merkezi gökdelenlere yönelik saldırı, üst düzey yöneticilere yönelik tehdit sahnesi bu çatışmaya örnek niteliğindedir. 


Yukarıda bahsedilen kuramlar ışığında postmodern dönemde tam anlamıyla sınıflar arası çatışmanın sona erdiği ve söz konusu çatışmaların kimlik eksenine kaydığını söylemek doğru değildir. Bu bağlamda Bourdieu’nun sermaye ve habitus kavramları ile filmi analiz etmek de mümkündür. Filmde farklı ekonomik ve kültürel sermayeye sahip bireylerin yaşantılarına değinilmektir. Önemli bir araba firmasında risk uzmanı olarak çalışan kültürel sermayesi yüksek olduğu anlaşılan başrolün yanı sıra daha alt sınıflarda yer alan bireylerin yaşamlarına da değinilmektedir. Her biri tüketim toplumunda hiç ihtiyaç duymadıkları nesneleri satın alabilmek için çalışmaktadırlar. Öyle ki bu durum popüler kültüre bağımlılığın neticesinde uç noktalara taşınmaktadır. Örneğin, eskiden vücut geliştirme uzmanı olan Bob, popülerliğini kaybetmesi neticesinde vücudunda yarış atlarında kullanılan dopingleri kullanması neticesinde kadın göğüsleri gibi göğüslerinin oluşmasına neden olmuş, sağlığını bozmuştur. Bu durum neticesinde diyebiliriz ki tüketim toplumunda bireylerin habitusları doğal yaşamlarını tehlikeye atacak düzeyde değişime uğramıştır. Spor yapmak gibi doğal bir eylem popüler kültür nedeniyle asla spor yapmak için gerçekleştirilen bir eylem değildir; daha iyi görünmek, daha geniş kaslara sahip olmak vs gibi nedenlerle bedenin metalaşmasına hizmet eden bir eyleme dönüşmüştür. Dövüş kulübü ise farklı sermayelere sahip bireylerin tüm farklılıklarını asgari düzeye indirerek insani özelliklerini hatırlayabildikleri bir alanı sunmaktadır.



Filmler, müzikler, romanlar... her biri sosyolojinin araştırma nesnesi niteliğindedir. Solda yer alan kitapta filmler üzerinden sosyolojik analizler yer almaktadır. Filmlerle Sosyoloji adlı kitapta ayrıca Dövüş Kulübü adlı film üzerinden de analizler yer almaktadır.



Fordizm’in Ruhu Modern Zamanların Ahlakı: Bir Film Değerlendirmesi

 


“Anne, üşüyorum. Sobayı yakamaz mısın?”

“Kömürümüz yok.”

“Neden?”

“Çünkü baban işsiz kaldı.”

“Neden?”

“Fazla kömür olduğu için.”

(Gündüz Vassaf- Cehenneme Övgü

IV. Bölüm: 20. Yüzyıl Delileri Artık Özgür Değiller)

Modernizm; “insan-doğa”, “insan-insan” ve “insan-insan ürünü” arasındaki ilişki üzerinde radikal değişimlerin yaşanmasına neden olan bir sürecin başlamasına neden olmuştur. Modernizmin ortaya çıkışı ve gelişimi zihinsel ürünlere dayalı olarak on beşinci yüzyıla kadar götürülse de bu değişimlerde sanayi devrimi adeta katalizör görevi görmüş ve insan yaşamının her alanında değişimlere büyük bir ivme kazandırmıştır. Bilimsel bilgide her geçen gün ortaya çıkan gelişmeler geleneksel toplumların yapısında değişimleri beraberinde getirmiştir. Ekonomik açıdan bakıldığında, sanayi devrimiyle birlikte toprağa bağlı üretimden teknolojiye dayalı fabrikalar aracılığıyla üretime geçilmiştir. Bu süreç eskiden tarım işçileri olan insanların fabrikaların kurulduğu merkezlere göç etmelerine neden olmuş ve artan bir kentleşmeye neden olmuştur.

Sanayileşme, geleneksel toplumların üretim tarzını ortadan kaldırarak kitlesel üretimin önünü açmıştır. Bu üretim tarzında elde edilen ürünlerin maliyetleri daha düşük, ürün adedi daha fazla olmakla birlikte bu tarz bir üretim insan-doğa, insan-insan ve insan-insan ürettiği arasındaki ilişkinin değişmesine neden olmuştur. Bu noktada doğa, artık insanın içinde bulunduğu, onunla bütünlük gösterdiği bir unsur olmaktan çıkmıştır. Modern dönemde doğa, ona hükmedilen bir metadır. İnsanlar arası ilişkilerde ise homojen bir düzen kurgulanmış ve bu düzen de kontrolün ağır bastığı bir yapıyı ortaya çıkarmıştır. Fakat bu yapı geleneksel olandan farklı olarak “özerklik/özgürlük” iddiası taşımaktadır. Söz konusu homojenlik ise modernizmle birlikte yeniden kurumsallaşmış olan tüm modern kurumlar için geçerlidir. Dolayısıyla modern toplumda devletin yapısı ve işleyişi, askeri yapı, eğitim sistemi, toplumsal yapı, üretim, eğlence anlayışı vb. belirli bir düzen ve standartlara bağlı şekilde gerçekleşir. Bu durum Rauter’in ifadesiyle “Düzene uygun kafalar nasıl oluşturulur” sorusunun yanıtı niteliğindedir. Dolayısıyla modern toplumda insan-insan arasındaki ilişki de kitlesel bir özellik ihtiva etmekte ve tıpkı insan-insan ürünü arasındaki ilişki gibi kontrol mekanizmaları tarafından denetlenebilir niteliktedir.

Sanayi devrimi kapitalizmin güçlenmesine de aracılık ederek endüstriyel kapitalizmin ortaya çıkmasını sağlamıştır. Bu noktada toplumsal sınıflar arasındaki fark da geleneksel toplumdaki toplumsal sınıflardan farklılık göstermektedir. Modern dönemde sermaye sahipleri ile işçiler toplumsal sınıflar açısından iki ayrı sınıf olarak öne çıkmaktadır.

Endüstriyel kapitalizmde karın artması ve israfın önlenmesi için üretimde yeni süreçlerin ortaya çıkması gerekmektedir. Makineler tarafından işleyen bir sürecin insanlar tarafından yürütülmesinde insandan kaynaklı israfların ortadan kaldırılması ve yeni bir yönetim yapısının ortaya çıkması Taylor, Fayol, Weber gibi düşünürler tarafından ortaya atılan önerilerle çözüme kavuşmuştur.

Taylor, verimliliğin artmasını sağlamak için zaman etüdü ve işlerin “anlamlı en küçük unsurlara” ayrılmasını önermiştir. Her çalışan kurum içinde eğitilmeli ve kendisine uygun olan işi yapmalıdır. Örneğin yük taşımak için iri yarı kuvvetli birisi tercih edilmelidir. Fayol ise yönetim hiyerarşisi ve üretimin tüm süreçleri arasındaki ilişkiyi düzenlemiştir. Weber ise bürokratik yönetim ilkesini öne sürmüştür. Fordizm açısından bakıldığında özellikle Taylor’un etkisinin daha baskın olduğu görülmektedir.

Ford, Taylor’un görüşlerinden de etkilenerek üretim bandını geliştirmiş ve bu bantlarda verimliliğin daha da artmasını sağlamıştır. Üretim bantları sayesinde üretilecek olan ürünler artık Taylor’un anlamlı en küçük unsurlara ayrılmış şekilde ve zamanın çok daha anlamlı kullanılmasını sağlamıştır.

Modern Zamanlar Filmi

Genel olarak Modern Zamanlar filmi Fordizm ve modernizmin neden olduğu insani sorunları eleştirel bir gözle yansıtmaktadır. Adeta üst üste yığılmış halde hareket eden bir koyun sürüsünün gösterilmesiyle başlayan film, bu sürüye oldukça benzer şekilde yoğun bir kalabalığın gösterimiyle devam eder. Yoğun kalabalığı oluşturan insanlar işlerine gitmek için hareket etmektedir. Filmin baş karakteri olan Charlie Chaplin de bir fabrikada çalışan işçi rolünde görülmektedir. Fordist sistemde, yani bir üretim bandında Taylor’un buluşu olan anlamlı en küçük unsurlara ayrılmış olan iş eyleminde görevi olan vidaları sıkmaktır. Fakat bir süre sonra yaptığı iş nedeniyle fiziksel ve zihinsel kontrolünü kaybetmektedir. Bu durumun nedeni Marx’ın ifade ettiği emeğin yabancılaşmasından kaynaklanmaktadır. Çalışanlar kolektif bir şekilde çalışsalar da hiçbir çalışan ürünün bütünü hakkında bilgi sahibi değildirler. Bu durum monoton olduğu kadar insanın doğası bakımından da uygun değildir. Nitekim Chaplin bu nedenle zihinsel kontrolünü kaybetmiş ve akıl hastanesinde tedavi görmüştür.

Söz konusu sahneye Marksist bir yaklaşımla yapılan eleştiriye ek olarak farklı bir açından da bakmak mümkündür. Bir başka eleştiri olarak Göğü Delen Adam adlı eserin asıl sahibi, Samoa adasında yer alan bir kabilenin lideri olan Tuiavii’nin görüşlerini örnek verebiliriz. Söz konusu eleştiriler Modern Zamanlar filmiyle yaklaşık olarak aynı dönemlerde dile getirilmiştir. Batı merkezli bir düşünce için “İlkel” olarak tanımlanan bir yaşam tarzına sahip olan bir kabilenin şefinin Batı Avrupa’yı gezmesi sonucunda kendi halkı için hazırladığı metinde her işin anlamlı küçük parçalara ayrılmış olması durumunu kendi halkının anlayabileceği bir ifadeyle anlatarak eleştirmiştir. Ona göre böyle bir çalışma tarzı oldukça sıkıcıdır. Her işin ayrı kişiler tarafından yapılması nedeniyle hep birlikte eğlenmeyi sağlayan ve tüm iş sürecinin bir parçası olarak ortaya çıkan ürünün sevincini yaşamaktan insanı uzak tutar. Çünkü kabile şefine göre ortaya çıkan üründen kimse bir şey anlamayacaktır.

Filmde zaman etüdü ve verimlilik açısından dikkati çeken bir başka sahne ise otomatik yemek makinesidir. İşçilerin yemek sürelerini kısması için tasarlanan makine ile filmde kullanışsız olması nedeniyle tercih edilmemiştir. Fakat biliyoruz ki McDonald’s ile yemek sektörüne de uyarlanan üretim bandıyla birlikte yemek yeme kültürü de tamamıyla değişmiştir.

Filmde dikkati çeken bir başka unsur ise herkesin aynı tip elbise giyinmiş olmasıdır. Bu durum modern toplumlarda görülen en belirgin homojenlik unsurudur. Kitlesel üretimle birlikte ürün sayısı artmakla birlikte üretilen ürünler tek tiptir. Nitekim Henry Ford bu durumu şu şekilde ifade etmektedir: “Müşterilerimiz, rengi siyah olmak kaydıyla istedikleri her renk arabayı satın alabilirler!”

Filmde dikkati çeken bir diğer unsur ise işsizlik ve fakirlikle mücadelenin vurgulanmasıdır. 1929 Ekonomik Buhranı milyonlarca insanın işsiz kalmasına neden olmuştur. Bu durum filmde aslında iyi olan insanların açlık nedeniyle hırsızlığa yeltenmeye mecbur kaldıklarını göstererek işlenmiştir. Söz konusu krizin ortaya çıkmasında birçok neden olmakla birlikte bunlardan en önemlilerinden biri de üretim fazlalığıdır. Kitlesel üretimin bir sonucu olarak ortaya çıkan bolluğa karşılık artan arzı dengeleyecek olan bir talebin olmaması söz konusu krizin derinleşmesinde önemli rol oynamıştır. Nitekim liberal ekonomik politikaların askıya alınmasına ve müdahaleci ekonomik politikalara geçilerek talebin artmasına yönelik uygulamaların devreye girmesi de bu sorunun bir sonucudur. Aynı yıllarda Edward Bernays’ın ifadesiyle “Artık vatandaş yok, tüketici var” yaklaşımı hem ekonomik buhranın sonlanmasının çözümü hem de postmodernizmle birlikte daha da yaygınlaşacak olan tüketim kültürünün başlangıcı niteliğindedir. 

Durukan Abdulhakimoğulları