Bana sorarsan, anlattıkları konularla öğrencilerinin canını
sıkan hocalar, ders verirlerken kendileri de sıkılırlar.
Ülkemizin insanları daha yaşamanın acemisidir. Onlara insan
gibi yaşaması öğretilmemiştir henüz. Nasıl yaşamaya değer olduğunu
öğretilebilir. Güzel sanatların da, edebiyatın da ‘büyük ve güzel şeylerin’ de
varolduğunu öğrenmeli insanlarımız.
Hiçbir şeyi öğrenmemeli. Formülleri ezberlemeli ve bu
formüllerin problemlere nasıl uygulanacağını, geçen yıllarda sorulmuş imtihan
sorularını gözden geçirerek iyice bellemeli ve imtihandan bir gün sonra hepsini
unutmalı. Belki böylece hayata dinç ve yıpranmamış bir kafayla atılırsın ve
elektrik üretiminin artırılması konusunda ilginç tekliflerde bulunarak
memleketinden milletvekili adayı olursun.
Hep verilenle yetindiğimiz için, bunun ötesini merak eden
kafaların varlığına alışmakta güçlük çekiyoruz. Belki onu efsaneleştirerek bir
bakıma kurtulmak istiyoruz böyle değişik insanlardan. Öyle ya, onu gözümüzde
çok büyütmezsek, sonra onun gibi bütün gücümüzle kendimizi ve dünyayı
değiştirmeye çalışmak zorunda kalırız.
Mustafa İnan’ın Jale Hanım’a yazdığı mktuplardan:
“Dün de tren istasyonunda ortada kaldım. Kendimi öyle yalnız
hissediyorum ki. Halbuki vapurda seni yavaş yavaş kaybetmiştim. Daima uzaklaşan
senle hiç olmazsa gözle rabıtayı kaybetmiştim… Gardan çıktım. Vapur bekliyorum.
Hava çok tuhaf. Boyuna renk değiştiriyor. Goethe’nin mısralarını hatırlıyorum.
Özlemi tanıyanlar ne çektiğimi bilirler.
Yalnız ve bütün zevklerden uzak
Göğün o tarafına bakıyorum.
Ah! Beni seven ve tanıyan çok uzakta.
İçim yanıyor,içim sancıyor
Özlemi tanıyanlar ne çektiğimi bilirler.
İkimizin çilesi ne zaman bitecek?”
……..
“Ben evde bir köşede oturuyordum. Mektubunu derhal açamadım. Bir
müddet yanımda dolaştırdım. Okusam derhal bitecekti”
…….
Hava bozdu, benimle beraber matem tutuyor.
…….
Henry Ford’un dediği gibi ‘düşünmeye mecbur kalmak bir kimse
için en büyük cezadır.’
Dil konusu gelince Mustafa Hoca’nın ilgisi hemen artıyor.
Bu meseleyle az uğraşmamış, defterler doldurmuş. İşte küçük bir defterde Türkçedeki
beş yüze yakın kelimenin nereden geldiğini yazmış:
Diploma; Yunancada iki kere katlanmış anlamına geliyor, defter
de aynı dilde ‘diphteria’ yani yüzülmüş hayvan derisini değişik bir biçimi, difteri de derinin iltihabıymış.
Poplin: Papaya mahsus takkelik bir kumaş ismi, ‘papalino’
İtalyanca.
‘Çocuk’ kelimesinin de aslında domuz yavrusu anlamına
gelmesi pek mi hoştu sanki.
Deyimler de ne kadar değişmiş: Şimdi ‘elinin körü’
diyoruz; aslı ‘ölünün körü’, yani ‘ölünün mezarı’ demek. Kadayıf’ın ‘ketaif’,
yani tüylü kumaşlar anlamına geldiğini bilseydiniz, bu tatlıyı yiyebilir
miydiniz? Elbette ‘bahşiş’, Farsça ‘bahşi-vermek’ten gelecek.
Mustafa İnan Wikipedi tık