9 Aralık 2012 Pazar
Buharlaşan bir inek Chuck Palahniuk
“Dövüş Kulübü”nü okuduktan sonra, kitabı tam olarak anlayamadığımı hissettim. Siz anlıyor musunuz?
Ben onu sadece bir tür macera kitabı olarak gördüm. Oysa şimdi dışarı çıkıp, onu açıklama, savunma süreci... Herşeyden önce onu bir şekilde kendime açıklamalıyım. Bütün bunlar neyle ilgiliydi? Ve daha sonra bu gerçeği izleyen savlar geliştirmeliyim. Bu benim dört yıl önce yaptığım birşeydi, ben artık aynı insan değilim ve kitabın hatırlamadığım bölümleri var. Filmi seyrettiğimde “Şimdi bu kitapta mı vardı, yoksa sadece filmde mi var?”diye düşünüyorum.
Filmlerden bahsetmişken, “Dövüş Kulübü”nün setinde eğlendiniz mi?
Evet, gerçekten bana çok çok iyi davrandılar. Bana bu kadar iyi davrandıklarına inanamadım. Çok sıkıcı. Gerçekten inanılmaz sıkıcı. Çok pis bir yerde oturursunuz –sesli çekim işi inanılmaz pistir- veya sıcak güneşin altındasınızdır, sizden başka herkesin yapacak bir işi vardır ve siz David Fincher’in yanında oturan ve güneş koruyucusuyla birlikte sürekli buharlaşan bir ineksinizdir.
Güneş koruyucusu buharlaşır mı?
Evet. Daha önce hiç görmemiştim. Gerçekten çok sıkı. Sürekli olarak yukarı doğru çıkıp sonra gidiyorlar: “İzin ver seni buharlaştırayım.” Seni buharlaştırıyorlar ve sürekli gidiyorlar: “Yiyecek veya içecek birşeyler ister misiniz? İstediğiniz herşeyi getirebiliriz.” Yani gerçekten size iyi davranıyorlar. Çok komik, kimseye yaklaşmamaya karar vermiştim. Helena (Bonham- Carter) diğerleri ateş ederlerken, ses kayıt bölümünün üstündeki setin dışında duruyordu. Biraz uzağına oturdum, laptop bilgisayarımı çıkardım ve çalışmaya başladım. Sonra, ışık değişimi için ara verildi. Edward Norton, setten çıkıp, beni gördü ve “Hey Chuck. Selam, nasıl gidiyor?” dedi. “Helena, bunun kim olduğunu biliyor musun? Bu maestro, kitabı yazan adam bu” diye devam etti. Helena Bonham-Carter bana baktı ve “İki saattir hangi Allahın cezası olduğunu merak ediyordum” dedi. Helena gerçekten çok tatlıydı. Karavanında, birlikte akşam yemeği yedik.
“Dövüş Kulübü”nün bir yerinde ana karakter, çok yorgun olduğu için vücut dışı deneyimler yaşıyormuş gibi hissettiğinden bahsediyordu. Bu sizin kişisel bir tecrübeniz mi? Uykusuzluk hastalığınız var mı?
Ara sıra berbat bir uykusuzluk hastalığına kapılıyorum. Bunun neye bağlı olduğunu bilmiyorum. Reno, Nevada’da bazı arkadaşlarla bir gezideydim ve uyuyamadım. Reno’nun kenar mahallelerinde, şafak doğana kadar bütün gece dolandım. Ve ancak şafak doğduğunda geri dönüp devrilebildim. Ama sokaklarda dolanırken, kendime “Dövüş Kulübü”nün hikayesini anlattım. Uykusuzluğun neredeyse çıldırtıcı bir safhasında, hikayenin konusunun büyük bir bölümünü çıkartmış olarak geri döndüm.
Gerçekten bazen hiç uyuyamıyor musunuz? Bazen bir-iki saat kestirebiliyor musunuz? Uykusuzluk çeken biri olmayı meydana getiren etkenler neler?
Komik, eğer uyuyabilirseniz, belki bir saatlik, çıldırtıcı, inanılmaz hafif bir uyku, kendinizi uyumuş gibi hissetmiyorsunuz, çünkü bu uyku çeşidinde, geçirdiğiniz zaman boyunca bilinciniz açık. Daha sonra uyanıp, düşünüyorsunuz “şimdi ben uyuyor muydum?”
Düşünce bazında bu bir karmaşa yaratmıyor mu, yani şimdi ben bu söyleşiyi rüyamda mı gördüm?
Kesinlikle. Bir süreliğine, hayatınızdaki herhangi bir şeyin gerçekliğini ortadan kaldırıyor.
Uykusuzluğun, araba kullanmak, söyleşide bulunmak, evden çıkmadan önce fırını kapatmayı hatırlamak gibi hayatınızdaki belirli alanları etkilediğini düşünüyor musunuz?
Bilişsel yeteneğimi etkilemiyor gibi görünüyor, sanki bazen beni tamamen özgür kılıyor, çünkü beni rahatlık alanımdan çıkartıyor ve fikirlerim arasındaki bağlantıları kurgulayabildiğim, bu garip, boşluksal trans safhasına sokuyor. Yazmadığım zaman, gerçekten iyi uyuyabiliyorum demektir -uyuyabildiğim kadar iyi-. Yazmadığım zaman rahat ve sağlıklıyım.
“Dövüş Kulübü”nün büyük bir hızla yayıldığını bilmek nasıl birşey?
İyi ama komik, çünkü bir kitabı ilk yazmaya başladığınızda “ceketli fotoğrafımı çektirmek çok eğlenceli olacak” diye düşünürsünüz ve sonra “tura çıkmak çok eğlenceli olacak, imza günleri çok eğlenceli olacak, galaya gitmek çok eğlenceli olacak.” Bütün bunlar bir çeşit eğlence ama hiçbir şey, heyecan, eğlence, zevk ve tüm diğer şeyler açısından, kitap yazma sürecine yaklaşamıyor.
Sizin açınızdan yazmanın en heyecanlı kısmı hangisi?
Bir sürü araştırma yapmak ve sonra araştırma peltesini alıp biraraya getirerek bağlantıları kurmak. “Dövüş Kulübü”nde, gerçekleşene kadar, hikayenin dönüm noktasını bilmiyordum. Ben de kitabı okuyan herhangi biri gibi hayretler içerisinde kaldım. Neyin ne olduğunu anladıktan sonra, evin etrafında iki saat boyunca dolandığımı hatırlıyorum. Bu tür bir keşfin yaşattığı heyecan ve zevk bence herşeye bedel.
26 Kasım 2012 Pazartesi
Gelen Savaş Bertolt Brecht
Gelen Savaş
Bu gelen ilk savaş değil.
Çok savaş oldu bundan önce.
Bittiği gün en son savaş
bir yanda yenilenler vardı gene,
bir yanda yenenler vardı.
Yenilenlerin yanında
kırılıyordu halk açlıktan.
Yenenlerin yanında
halk açlıktan kırılıyordu.
Çeviri: A.Kadir - A.Bezirci (Halkın Ekmeği, Yazko Yayınları, 1982)
Hasta bakıcısı olarak katıldığı savaştan sonra yazmıştır bu şiiri.
Hasta bakıcısı olarak katıldığı savaştan sonra yazmıştır bu şiiri.
4 Kasım 2012 Pazar
Güvercin Gerdanlığı, Sevgiye ve Sevenlere Dair - İbn Hazm
Güvercin Gerdanlığı, güvercinlerin boynunda bulunan halka
biçimindeki tüyler, klasik İslam edebiyatında, boyna geçen ve ölünceye kadar
çıkmayan ‘aşk zinciri’ sembolü olarak birçok şair tarafından kullanılmıştır.
Sevgiye ve Sevenlere Dair
Aşk şakayla başlar, ciddi durumlarla biter. Aşkın çeşitli şekilleri tanımı yapılamayacak kadar
inceliklerle doludur. Onlar ancak aşık olunca anlaşılabilir. Aşk ne din tarafından inkar edilir, ne de
yasalarca yasaklanabilir. Çünkü yürekler Allah’ın elindedir.
İnsanlar aşkın mahiyeti üzerinde tam
anlamıyla anlaşamadılar. Üzerinde çok kafa yordular ve uzun incelemeler
yaptılar. Benim düşünceme göre aşk, ruhların çeşitli yaratıklar arasında
bölünmüş parçalarının birleştirilmesidir. Bu birleşme, onların en yüksek temel
öğelerinden meydana gelir.
Aramızda karşıtların birbirini ittiğini, benzerler birbirini
çektiğini, hemcinslerin birbiriyle uyum sağladığını bilmeyen yoktur. Niçin aynı
durumlar ruhlar için söz konusu olmasın?
Eğer aşkın nedeni bedenin biçimsel
güzelliği olsaydı, daha az güzel olandan bir şeyler geri tepilmiş olurdu
kesinlikle.
Eğer aşkın nedeni huyların
ahenkliğinde olmuş olsaydı; hiç kimse kendine hoş görünmenin yollarını aramayan
ve kendisiyle uyuşmayan kimseleri sevmezdi. Buradan şu sonuca varıyoruz: Aşk bizzat
ruhta olan bir şeydir.
En yüksek nitelikteki aşk, yüce Allah’ta sevişenlerinkidir.
Sevgi türlerinin nedenleri yok
olunca kendileri de yok olur. Nedenleri artınca sevgiler de artar; nedenler
küçülünce sevgiler de küçülür; nedenler yaklaştıkça sevgiler de sığlaşır ve
yoğunlaşır. Nedenler uzaklaştıkça sevgiler de çözülür ve dağılır. Ruhu
kucaklayan gerçek sevgi bu kuralın dışındadır kuşkusuz.
Eğer aralarında doğal nitelikler bakımından bir uyuşma ya da
benzeşme yoksa birbirini seven iki kişi gösteremezsiniz.
İnananların ruhları birbiriyle iyi tanışır ve anlaşırlar.
Çok sevgili dostum, aşk göz
açtırmayan bir derttir. Bu derdin ilacı, acısıyla orantılıdır. Bu öyle bir
hastalıktır ki, hasta zevk alır. Öyle bir acıdır ki dert sahibi arzu eder. Bu
derde kim uğrarsa artık iyileşmek istemez. Acı çeken ise, bu acıdan kurtulmayı
dilemez. Aşk insana, vaktiyle iğrendiği şeyleri süslü püslü gösterir. Kendisine
zor gibi gözüken şeyleri kolay gösterir. Doğuştan olan huyları ve doğal
eğilimleri değiştirecek kadar ileri gider.
Aşkın Belirtileri
Her zeki insanın aniden
yakalanabileceği, anlayışlı kişilerin keşfedebileceği belirtileri vardır aşkın.
İlki, sevgiliyi derinden derine
seyre dalmaktır. Göz ruha açılan büyük
bir penceredir. Gönlün sırlarını keşfe çalışır ve en gizli düşüncelerini açığa
vurur. Gönül tercümanıdır göz.
Sevgilinin sözünü can kulağıyla
dinlemek, ileri sürdüğü her şeyden dolayı hayret etmek, bütünüyle saçma sapan
şeyler konuşsa, yalan bile söylese ona hak vermek, haksız olduğu anlarda dahi onu doğrulamak,
büyük haksızlıklar karşısında bile ona tanıklık etmek, ne yaparsa yapsın, ne
ederse etsin bütünüyle onu izlemek, bütün bunlar aşkın belirtilerindendir.
O zamana kadar başkalarına
vermekten kaçındığı malının tümünü bir anda dağıtmaya başlayan kimse için de
aşk belirtileri söz konusudur. Bundan böyle bağış yapan ve mutlu olması gereken
insandır sanki….Böylelikle nice cimri
cömert, nice kaba insanlar kibar ve ince, nice bilgisizler bilgili ve kültürlü,
nice korkaklar cesur ve şecaatlı, nice nahoşlar nazik, nice düşük kimseler
güzel oldular.
Aşkın öteki belirtileri ise
şunlardır: Aşık sevdiğinin adını kendi kendine tekrarladıkça bundan hoşlanır.
Ondan söz etmekten büyük tad alır ve bu durum onda tuhaf bir merak haline
gelir; hiçbir şey onu bu kadar tatmin edip doyurmaz; onun gerçek duygularını ve
düşüncelerini, o esnada işitip anlamaları aşığı o denli ilgilendirmez.
Aşk insanı kör ve sağır eder.
Öyle zaman olur ki seven sevgilisinin cefasına kaygısızca
katlanır.
Uzun Görüşmeler Sonucu Sevenler
Öyle kişiler vardır ki sevgileri
ancak uzun konuşmalar, sık sık görüşmeler ve zamanla elde edilen sıcak ilgiden
sonra gerçekleşir. İşte bu tür sevgiler var olma, sürüp gitme ve uzun gecelere
dayanabilme şansına sahiptir: Zorluklarla elde edilen şey kolay elden çıkmaz.
Sözle İma Etme
Biriyle dostluk kurmak isteyenlerin ve birilerini
sevenlerin sevdiklerine karşı duygularını açığa vurmak için kullandıkları ilk
yöntem imalı sözler söylemektir.
Vefa
Vefanın, bağlılığın birinci
derecesi, insanın öncelikle kendisine bağlı olana içten bağlı olmasıdır.Bu, hem
aşık hem de sevgili üzerine düşen vazgeçilmez bir sorumluluk ve mutlak bir
görevdir. Bundan ancak soyu kötü, ahlakı bozuk, hayırdan yoksun olanlar
uzaktır.
Vefanın ikinci derecesi size
hainlik edene vefakar olmaktır. Bu, sevgili için değil, yalnızca aşık için söz
konusudur.
Bağlılığın, vefanın üçüncü derecesi
ise, tüm umutlar yitirilse, sevgili ölse, ya da dünyadan beklenmedik bir
felaketle göçse bile, vefakar olmaktır.
Bil ki, vefa sevgiliden daha çok aşık için kaçınılmaz bir
zorunluluktur. Aşık için oldukça önemli bir şarttır.
Ayrılık
Biliyoruz ki her birleşen,
kaderin bir gerçeği olarak, bir gün mutlaka ayrılır; her yaklaşan bir gün
uzaklaşmaya adaydır. Allah’ın insanlara ve ülkelere koyduğu şaşmaz ilahi kanun
böyledir.
Bilge kişilerden biri, “Ayrılık ölümün kardeşidir” diyen
bir adama, “Hayır” dedi, “doğrusu ölüm ayrılığın kardeşidir.”
3 Kasım 2012 Cumartesi
Bir Bilim Adamının Romanı
Bana sorarsan, anlattıkları konularla öğrencilerinin canını
sıkan hocalar, ders verirlerken kendileri de sıkılırlar.
Ülkemizin insanları daha yaşamanın acemisidir. Onlara insan
gibi yaşaması öğretilmemiştir henüz. Nasıl yaşamaya değer olduğunu
öğretilebilir. Güzel sanatların da, edebiyatın da ‘büyük ve güzel şeylerin’ de
varolduğunu öğrenmeli insanlarımız.
Hiçbir şeyi öğrenmemeli. Formülleri ezberlemeli ve bu
formüllerin problemlere nasıl uygulanacağını, geçen yıllarda sorulmuş imtihan
sorularını gözden geçirerek iyice bellemeli ve imtihandan bir gün sonra hepsini
unutmalı. Belki böylece hayata dinç ve yıpranmamış bir kafayla atılırsın ve
elektrik üretiminin artırılması konusunda ilginç tekliflerde bulunarak
memleketinden milletvekili adayı olursun.
Hep verilenle yetindiğimiz için, bunun ötesini merak eden
kafaların varlığına alışmakta güçlük çekiyoruz. Belki onu efsaneleştirerek bir
bakıma kurtulmak istiyoruz böyle değişik insanlardan. Öyle ya, onu gözümüzde
çok büyütmezsek, sonra onun gibi bütün gücümüzle kendimizi ve dünyayı
değiştirmeye çalışmak zorunda kalırız.
Mustafa İnan’ın Jale Hanım’a yazdığı mktuplardan:
“Dün de tren istasyonunda ortada kaldım. Kendimi öyle yalnız
hissediyorum ki. Halbuki vapurda seni yavaş yavaş kaybetmiştim. Daima uzaklaşan
senle hiç olmazsa gözle rabıtayı kaybetmiştim… Gardan çıktım. Vapur bekliyorum.
Hava çok tuhaf. Boyuna renk değiştiriyor. Goethe’nin mısralarını hatırlıyorum.
Özlemi tanıyanlar ne çektiğimi bilirler.
Yalnız ve bütün zevklerden uzak
Göğün o tarafına bakıyorum.
Ah! Beni seven ve tanıyan çok uzakta.
İçim yanıyor,içim sancıyor
Özlemi tanıyanlar ne çektiğimi bilirler.
İkimizin çilesi ne zaman bitecek?”
……..
“Ben evde bir köşede oturuyordum. Mektubunu derhal açamadım. Bir
müddet yanımda dolaştırdım. Okusam derhal bitecekti”
…….
Hava bozdu, benimle beraber matem tutuyor.
…….
Henry Ford’un dediği gibi ‘düşünmeye mecbur kalmak bir kimse
için en büyük cezadır.’
Dil konusu gelince Mustafa Hoca’nın ilgisi hemen artıyor.
Bu meseleyle az uğraşmamış, defterler doldurmuş. İşte küçük bir defterde Türkçedeki
beş yüze yakın kelimenin nereden geldiğini yazmış:
Diploma; Yunancada iki kere katlanmış anlamına geliyor, defter
de aynı dilde ‘diphteria’ yani yüzülmüş hayvan derisini değişik bir biçimi, difteri de derinin iltihabıymış.
Poplin: Papaya mahsus takkelik bir kumaş ismi, ‘papalino’
İtalyanca.
‘Çocuk’ kelimesinin de aslında domuz yavrusu anlamına
gelmesi pek mi hoştu sanki.
Deyimler de ne kadar değişmiş: Şimdi ‘elinin körü’
diyoruz; aslı ‘ölünün körü’, yani ‘ölünün mezarı’ demek. Kadayıf’ın ‘ketaif’,
yani tüylü kumaşlar anlamına geldiğini bilseydiniz, bu tatlıyı yiyebilir
miydiniz? Elbette ‘bahşiş’, Farsça ‘bahşi-vermek’ten gelecek.
Mustafa İnan Wikipedi tık
2 Kasım 2012 Cuma
Liman Kırıntıları
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Yalan söyledim
yırtık blucinli tayfalara
Seni sevmediğimi söyledim.
Oysa rıhtımlar
en şarkılı dalgalarla yıkanıyordu
Midye kabuklarında sakladım gözyaşlarımı;
Hastaydım
kırık kötümser bir öksürük yapışmıştı boğazıma
Seni unutmak gerekiyordu...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
İskele fenerlerinin altında oturup
seni bekledim sevgilim
Ellerim ıslaktı, gözlerim ıslaktı.
Gelip caydırabilirdin beni gitmekten
Oturup sigara içer, anlaşabilirdik...
Sana tapacağım yalan değildi
benim olursan
Seni seviyordum, seni istiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Filler gibi içtim liman meyhanelerinde;
seni unutmak için içtim...
Senin sokağında geceler yıldızsızdı
senin sokağında gece yağmur yağıyordu
Ben zayıftım, çabuk ıslanıyordum
Bana sevmek yaramıyordu,
ben sevilemiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Sana bırakacağım bu kentin
üç semtinde üç damla gözyaşı döktüm
Birincisi seni ilk gördüğüm yerdi
ikincisi seni ilk öptüğüm yerdi
Üçüncüsü... söylemeye dilim varmıyor,
üçüncüsü bana git dediğin yerdi
İşte bu mısraları orda karalıyorum;
işte demir aldı şilebimiz
Gidiyor, gidiyor, gidiyorum...
bir ikinci bahar gecesi.
Yalan söyledim
yırtık blucinli tayfalara
Seni sevmediğimi söyledim.
Oysa rıhtımlar
en şarkılı dalgalarla yıkanıyordu
Midye kabuklarında sakladım gözyaşlarımı;
Hastaydım
kırık kötümser bir öksürük yapışmıştı boğazıma
Seni unutmak gerekiyordu...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
İskele fenerlerinin altında oturup
seni bekledim sevgilim
Ellerim ıslaktı, gözlerim ıslaktı.
Gelip caydırabilirdin beni gitmekten
Oturup sigara içer, anlaşabilirdik...
Sana tapacağım yalan değildi
benim olursan
Seni seviyordum, seni istiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Filler gibi içtim liman meyhanelerinde;
seni unutmak için içtim...
Senin sokağında geceler yıldızsızdı
senin sokağında gece yağmur yağıyordu
Ben zayıftım, çabuk ıslanıyordum
Bana sevmek yaramıyordu,
ben sevilemiyordum...
Bahamalı martılar beni çağırdı
bir ikinci bahar gecesi.
Sana bırakacağım bu kentin
üç semtinde üç damla gözyaşı döktüm
Birincisi seni ilk gördüğüm yerdi
ikincisi seni ilk öptüğüm yerdi
Üçüncüsü... söylemeye dilim varmıyor,
üçüncüsü bana git dediğin yerdi
İşte bu mısraları orda karalıyorum;
işte demir aldı şilebimiz
Gidiyor, gidiyor, gidiyorum...
Cadının uçan süpürgesi - Sunay Akın
Birbirine ne kadar yakın iki sözcüktür “süpürge” ve
“anne” . Annelerimiz “Saçlarımı senin için süpürge ettim” diye seslenmezler mi
babalarımıza?.. Yoksa, süpürgeye oturarak uçan cadı imgesi, kandının bir isyanı
mıdır köleliğine?
Cadılar “sabbad” adı verilen toplantılarında otlardan
yaptıkları bir merhemi ciltlerine sürerler. Uyuşturucu özelliği taşıyan bu
merhem, ciltteki yara ve çatlaklardan içeri girerek etkisini gösterir.
Cildinde yara ya da çatlak bulunmayan kadınlar ise
merhemin etkili olamamasında dolayı ayine katılamazlar. Böylesi durumlarda,
kadınlar, merhemi süpürgenin sapına sürerek vajinalarından içeri sokarlar!..
Süpürgeye oturan cadı imgesini yıkmak istemezdim, ama
“uçuş” konusundaki gerçek budur!..
16 Ekim 2012 Salı
Huçi Kuçi Men
Çingene kadın anneme dedi ki, ben doğmadan önce
Erkek bir çocuğun var, silah çocuğu olacak
Bu hoş kadınları, zıplatıp bağırtacak
Ve sadece dünya bilecek, bunların anlamı ne
Biliyorsun buradayım
Erkek bir çocuğun var, silah çocuğu olacak
Bu hoş kadınları, zıplatıp bağırtacak
Ve sadece dünya bilecek, bunların anlamı ne
Biliyorsun buradayım
Herkes burada olduğumu biliyor
Ve ben hoochie-coochie adamım
Herkes burada olduğumu biliyor
7. günün 7. saatinde
7.ayda, 7.doktor dedi ki:
"İyi şansa doğdu ve biliyorum görüyorsunuz
700 dolarım var ve benimle dalga geçmeyin"
Biliyorsun buradayım
Herkes burada olduğumu biliyor
Ve ben hoochie-coochie adamım
Herkes burada olduğumu biliyor
Çingene kadın anneme dedi ki
"Ooh ne çocuk ama
Ve ben hoochie-coochie adamım
Herkes burada olduğumu biliyor
7. günün 7. saatinde
7.ayda, 7.doktor dedi ki:
"İyi şansa doğdu ve biliyorum görüyorsunuz
700 dolarım var ve benimle dalga geçmeyin"
Biliyorsun buradayım
Herkes burada olduğumu biliyor
Ve ben hoochie-coochie adamım
Herkes burada olduğumu biliyor
Çingene kadın anneme dedi ki
"Ooh ne çocuk ama
13 Ekim 2012 Cumartesi
Siya Siyabend - Hayyam
Hiç hiçbir şeyi bilmiyorlar, bilmek istemiyorlar
Hiç hiçbir şeyi görmüyorlar, görmek istemiyorlar
Şu cahillere bak, dünyanın sahibi onlar
Şu cahillere bak, dünyanın hakimi onlar
Onlardan değilsen eğer, sana zalim derler
Onlara aldırma hayyam.dostum (dostum)
7 Ekim 2012 Pazar
November Rain
Gözlerinin içine baktığımda
Bastırılmış bir aşk görüyorum
Ama seni tuttuğumda sevgilim
Bilmiyor musun aynı şeyi hissettiğimi
Çünkü hiçbir şey sonsuza kadar sürmez
Ve ikimiz de kalplerin değişebileceğini biliyoruz
Ve zordur bir mum tutmak
Soğuk Kasım yağmurunda
Uzunca bir süre bununlaydık
Sadece acıyı öldürmeye çalışıyorduk
Ama aşıklar her zaman gelir ve gider
Ve kimse gerçekten emin değil bugün kimin gitmeye izin verdiğine
Yürüyüp gittiğine
Eğer zamanı alıp
Rayına oturtabilseydik
Kafamı dinleyebilirdim
Senin benim olduğunu bilerek
Bütünüyle benim
Eğer beni sevmek istiyorsan
O zaman sevgilim kendini tutma
Yoksa yürümemle sonuçlanacak
Soğuk Kasım yağmurunda
Biraz zamana ihtiyacın var mı? Kendi başına
Biraz zamana ihtiyacın var mı? Tek başına
Herkesin biraz zaman ihtiyacı var. Kendi başlarına
Senin biraz zamana ihtiyacın olduğunu bilmiyor musun? Tek başına
Biliyorum zordur açık kalpli olmak
Arkadaşların bile zarar verdiğinde
Ama eğer kırk bir kalbi iyileştirirsen
Zaman seni cezbetmeye hazır olacaktır
Bazen biraz zamana ihtiyacım olur. Kendi başıma
Bazen biraz zamana ihtiyacım olur. Tek başıma
Herkesin biraz zamana ihtiyacı var. Keni başlarına
Senin biraz zamana ihtiyacın olduğunu bilmiyor musun? Tek başına.
Korkuların yatıştığında
Ve gölgeler hala varolduğunda
Biliyorum beni sevebileceğini
Suçlayacak kimse kalmadığında
O yüzden karanlığı kafana takma
Hala bir yol bulabiliriz
Çünkü hiçbir şey sonsuza kadar sürmez
Soğuk Kasım yağmuru bile
Herhangi birine ihtiyacın olduğunu düşünmüyor musun
Birine ihtiyacın olduğunu düşünmüyor musun
Herkesin birine ihtiyacı vardir
Yalnız sen değilsin
Yalnız sen değilsin
Bastırılmış bir aşk görüyorum
Ama seni tuttuğumda sevgilim
Bilmiyor musun aynı şeyi hissettiğimi
Çünkü hiçbir şey sonsuza kadar sürmez
Ve ikimiz de kalplerin değişebileceğini biliyoruz
Ve zordur bir mum tutmak
Soğuk Kasım yağmurunda
Uzunca bir süre bununlaydık
Sadece acıyı öldürmeye çalışıyorduk
Ama aşıklar her zaman gelir ve gider
Ve kimse gerçekten emin değil bugün kimin gitmeye izin verdiğine
Yürüyüp gittiğine
Eğer zamanı alıp
Rayına oturtabilseydik
Kafamı dinleyebilirdim
Senin benim olduğunu bilerek
Bütünüyle benim
Eğer beni sevmek istiyorsan
O zaman sevgilim kendini tutma
Yoksa yürümemle sonuçlanacak
Soğuk Kasım yağmurunda
Biraz zamana ihtiyacın var mı? Kendi başına
Biraz zamana ihtiyacın var mı? Tek başına
Herkesin biraz zaman ihtiyacı var. Kendi başlarına
Senin biraz zamana ihtiyacın olduğunu bilmiyor musun? Tek başına
Biliyorum zordur açık kalpli olmak
Arkadaşların bile zarar verdiğinde
Ama eğer kırk bir kalbi iyileştirirsen
Zaman seni cezbetmeye hazır olacaktır
Bazen biraz zamana ihtiyacım olur. Kendi başıma
Bazen biraz zamana ihtiyacım olur. Tek başıma
Herkesin biraz zamana ihtiyacı var. Keni başlarına
Senin biraz zamana ihtiyacın olduğunu bilmiyor musun? Tek başına.
Korkuların yatıştığında
Ve gölgeler hala varolduğunda
Biliyorum beni sevebileceğini
Suçlayacak kimse kalmadığında
O yüzden karanlığı kafana takma
Hala bir yol bulabiliriz
Çünkü hiçbir şey sonsuza kadar sürmez
Soğuk Kasım yağmuru bile
Herhangi birine ihtiyacın olduğunu düşünmüyor musun
Birine ihtiyacın olduğunu düşünmüyor musun
Herkesin birine ihtiyacı vardir
Yalnız sen değilsin
Yalnız sen değilsin
Guns N' Roses
6 Ekim 2012 Cumartesi
Soldier Of Fortune
sana sık sık hikayeler anlattım
bir serserinin hayatını nasıl yaşadığıma dair
elini tutup sana şarkılar söyleyeceğim günü bekleyerek
sonra belki bana
'gel yanıma uzan ve beni sev' diyecektin
ve ben tabii ki (yanında) kalacaktım
ama giderek yaşlandığımı hissediyorum
ve söylediğim şarkılar
uzaklarda yankılanıyor
tıpkı dönüp duran
bir yeldeğirmeninin sesi gibi
sanırım ben hep
bir ganimet avcısı olarak kalacağım
çok zamanlar bir yolcu oldum
yeni bir şeyler aradım
eskinin günlerinde
soğuk gecelerde
sensiz dolandım durdum
ama o günlerde
gözlerimin seni yanımda dururken gördüğünü düşündüm
körlük kafa karıştırsa da
senin orada olmadığını gösteriyor (sonuçta)
artık giderek yaşlandığımı hissediyorum
ve söylediğim şarkılar
uzaklarda yankılanıyor
tıpkı dönüp duran
bir yeldeğirmeninin sesi gibi
sanırım ben hep
bir ganimet avcısı olarak kalacağım
evet duyabiliyorum
dönüp duran bir yeldeğirmeninin sesini
sanırım ben hep
bir ganimet avcısı olacağım
27 Eylül 2012 Perşembe
Nur BARDAKÇI - BURGU
BURGU
O kadar çok şey oluyor ki hayatımda,
İşaret fişeği atıyorum kendimi bulmak için…
Huzurun kaçmış keyif almaktan bunalmışlığa
gitmişsin
kırmızı ışıklar altında regl telaşında
...
içeri alıverilen içine alınan
...
24:33:05
koşman lazım
sevişmen lazım belki de çokça
çok keyif alıyorum varlığından
…
her kadının kendinden bile gizlediği tutkularında geziniyor bu ara
…
24:35:20
sorma
utanırım dilimden
çehremden
belki korkutur beni
sesindeki gözlerini yitirmiş adam
…
bildiğim yerdesin
sevişme vaktiniz gelmiş
sevişirsen belki
yerini bilmişliğe bırakacak
…
24:40:18
konuşursan özlerim-
duyarsam eyvah
konuşursan
tutuşur etlerim
yanarım
dilime yapışan jiletler
sıvılaşır kanım
sorma yıkanırım
ıslanırım tenimde
dolaşır utanmaz laflarım
damla aşk
intiharlar sarar nevrimi
bedeli peşinen
hemen oracıkta ödenmiş tutkular
adı sanı olmayan
yanık teninde kendinden geçilen
fahişelere arka çıkıyordu
yazmam lazım
...
herkes ruhundaki fahişeyi gömmüş
mevlit bile okutmuyor
…
24:41:35
hadi bi oyun oynayalım
düşleri topla sen
ben üstümdekileri çıkarayım
aynalara çarp cemrelerimizi
ben tutkuları böleyim
beni çıkar senden
beni böl olmadık zamanda
ben seni eksiltirim
…
herkesin fahişesi içinde
ışık tutmaya gör
...
24:44:36
kaç tanrı kaldı geriye
kaç efsun üflendi üzerimize
sahi kaç tanrı kaldı
kime açılır elim
sen beni ayinle
bende seni
sorma kalanları
24:45:18
bebeğe bakmak gibi geliyor
apansız karşılaşmak
rahimden düşmüş bir bebeğe
ona sarılmak gelirken içinden
kan revanı itiyor
fahişemi
göz bebeklerini görmemek
kan revan anne
kanlı bir şefkat sanki
öyle düşlüyor belki de
düşünde
yağmur yağdırırız üzülürsek
mevsim seker sorma kalanları
insanın hüzne de
sevinç kadar ihtiyacı olduğu unutuluyor
şu sıralar biraz hafife alıp dalgaları büyük tut
çok anlaşılır soft şeyler yaz
düşün
24:47:17
o kadar çok şey oluyor ki hayatımda
işaret fişeği atıyorum kendimi bulmak için
utandırmak derdin de değilim
...
gösterip vermeyen
oynak güzel bir kadın gibisin
en alımlı jartiyer yerine kelimeleri kullanıyorsun
yazılarında
....
24:55:40
dudaklarını ısırmış izliyor
çılgın süreci
bu denli açık
ortada olma halini önemsiyor
bir meydan okuma
sürekli deneyim olma
tekrarlardan oluşan
kendini hem içinde
hem dışında tutuyor her şeyin
bu seçimi değil
yaşamı
…
derinlerden maviler istedim
bugün denize benim için de bak
...
aşık yine bugünlerde
besleniyor çünkü
öyle hissediyorum
fahişelik yani
kafanın içinde
beş metre atlas ipekli dağınık duran kumaş parçası
gibi
en başa döndük
özenle katladın sandığa koydun
derinlerine iniyor
yazdıklarından kurtulamıyor
uzak durduğu şeylerin çevresinde geziniyor hep
yaptıklarıyla
içime giriyor
mağdur yaratıyor
kendine beni
bu hali ilk kez yaşıyorum..
ilk kez mağdura dönüştüm
her halimde belki o yüzden
bu pencereden görünüyor bana
mağdur olmanın dayanılmaz
gurur ezikliği mi beni üzen
bilmiyorum
...
tanrılar mağdur edilebilir mi?
bilmiyorum
….
01:01:18
vantrolog gibi yani karnımdan konuşuyorum belki
anlasın istiyorum
yorgunluğa düşmeden
….
kokusunu aldın oyunun içine
hep bir kaynak arıyorlar harıl harıl
kaynak içinde anlamıyorlar
durdurduğu şeylerin çokluğunu bilmiyorlar
…
onlar gibi olma halimi anlamıyorlar
…
01:01:18
hep cantilerden çıkar sanıyorlar
böle şeyler
pırıltılı yazarlardan
mağdurunu yaratıp
bende
dün bu hataya düşmüş
yazarlara benzerim belki
telaşa düşmüşsün
panikte gibisin
sakinleş dinlen biraz
çok dolanıyorsun
başka kokuların varlığı etrafında
yoksay
yaldızların dursun
onlar dolansın
yokmuşlar gibi davran
kokular için değil
kendi istediğin için yaşa her halini
...
ben kafasi karisik birisiyim
ya inisim ya cikisim olur
…
01:05:31
dönüşümü hiç bitmeyecek
sarmallar gibi yukarı doğru uzanıp gidiyor
yıllar
her şey kendi olma hallerinden
uzaklaştığında
beni buluyor
korkularını
teslimiyetlerini bırakıp
kendi oluş hallerine dönüyor
yalnızlıklarını çözmeden
çoğul olmaya
kalkıp
teslim ediyor kendini kaosa
fahişem
01:07:36
yalnızlıklarını çözmeden
kabul etmeden
bilmeden yaşıyor
yalnızlığını bilmek
sevmek
çözmek
kendinle meselelerini halletmek
yaşadığı gibi
kendini önemsemek
sırça köşkünde misafir etmek
kendini
...
vücut ısısı yükselmiş bir tene
ağız dolusu buz tükürmek gibi
geldi irkildim
...
kırmızı ışıklar altında regl telaşında
...
içeri alıverilen içine alınan
...
24:33:05
koşman lazım
sevişmen lazım belki de çokça
çok keyif alıyorum varlığından
…
her kadının kendinden bile gizlediği tutkularında geziniyor bu ara
…
24:35:20
sorma
utanırım dilimden
çehremden
belki korkutur beni
sesindeki gözlerini yitirmiş adam
…
bildiğim yerdesin
sevişme vaktiniz gelmiş
sevişirsen belki
yerini bilmişliğe bırakacak
…
24:40:18
konuşursan özlerim-
duyarsam eyvah
konuşursan
tutuşur etlerim
yanarım
dilime yapışan jiletler
sıvılaşır kanım
sorma yıkanırım
ıslanırım tenimde
dolaşır utanmaz laflarım
damla aşk
intiharlar sarar nevrimi
bedeli peşinen
hemen oracıkta ödenmiş tutkular
adı sanı olmayan
yanık teninde kendinden geçilen
fahişelere arka çıkıyordu
yazmam lazım
...
herkes ruhundaki fahişeyi gömmüş
mevlit bile okutmuyor
…
24:41:35
hadi bi oyun oynayalım
düşleri topla sen
ben üstümdekileri çıkarayım
aynalara çarp cemrelerimizi
ben tutkuları böleyim
beni çıkar senden
beni böl olmadık zamanda
ben seni eksiltirim
…
herkesin fahişesi içinde
ışık tutmaya gör
...
24:44:36
kaç tanrı kaldı geriye
kaç efsun üflendi üzerimize
sahi kaç tanrı kaldı
kime açılır elim
sen beni ayinle
bende seni
sorma kalanları
24:45:18
bebeğe bakmak gibi geliyor
apansız karşılaşmak
rahimden düşmüş bir bebeğe
ona sarılmak gelirken içinden
kan revanı itiyor
fahişemi
göz bebeklerini görmemek
kan revan anne
kanlı bir şefkat sanki
öyle düşlüyor belki de
düşünde
yağmur yağdırırız üzülürsek
mevsim seker sorma kalanları
insanın hüzne de
sevinç kadar ihtiyacı olduğu unutuluyor
şu sıralar biraz hafife alıp dalgaları büyük tut
çok anlaşılır soft şeyler yaz
düşün
24:47:17
o kadar çok şey oluyor ki hayatımda
işaret fişeği atıyorum kendimi bulmak için
utandırmak derdin de değilim
...
gösterip vermeyen
oynak güzel bir kadın gibisin
en alımlı jartiyer yerine kelimeleri kullanıyorsun
yazılarında
....
24:55:40
dudaklarını ısırmış izliyor
çılgın süreci
bu denli açık
ortada olma halini önemsiyor
bir meydan okuma
sürekli deneyim olma
tekrarlardan oluşan
kendini hem içinde
hem dışında tutuyor her şeyin
bu seçimi değil
yaşamı
…
derinlerden maviler istedim
bugün denize benim için de bak
...
aşık yine bugünlerde
besleniyor çünkü
öyle hissediyorum
fahişelik yani
kafanın içinde
beş metre atlas ipekli dağınık duran kumaş parçası
gibi
en başa döndük
özenle katladın sandığa koydun
derinlerine iniyor
yazdıklarından kurtulamıyor
uzak durduğu şeylerin çevresinde geziniyor hep
yaptıklarıyla
içime giriyor
mağdur yaratıyor
kendine beni
bu hali ilk kez yaşıyorum..
ilk kez mağdura dönüştüm
her halimde belki o yüzden
bu pencereden görünüyor bana
mağdur olmanın dayanılmaz
gurur ezikliği mi beni üzen
bilmiyorum
...
tanrılar mağdur edilebilir mi?
bilmiyorum
….
01:01:18
vantrolog gibi yani karnımdan konuşuyorum belki
anlasın istiyorum
yorgunluğa düşmeden
….
kokusunu aldın oyunun içine
hep bir kaynak arıyorlar harıl harıl
kaynak içinde anlamıyorlar
durdurduğu şeylerin çokluğunu bilmiyorlar
…
onlar gibi olma halimi anlamıyorlar
…
01:01:18
hep cantilerden çıkar sanıyorlar
böle şeyler
pırıltılı yazarlardan
mağdurunu yaratıp
bende
dün bu hataya düşmüş
yazarlara benzerim belki
telaşa düşmüşsün
panikte gibisin
sakinleş dinlen biraz
çok dolanıyorsun
başka kokuların varlığı etrafında
yoksay
yaldızların dursun
onlar dolansın
yokmuşlar gibi davran
kokular için değil
kendi istediğin için yaşa her halini
...
ben kafasi karisik birisiyim
ya inisim ya cikisim olur
…
01:05:31
dönüşümü hiç bitmeyecek
sarmallar gibi yukarı doğru uzanıp gidiyor
yıllar
her şey kendi olma hallerinden
uzaklaştığında
beni buluyor
korkularını
teslimiyetlerini bırakıp
kendi oluş hallerine dönüyor
yalnızlıklarını çözmeden
çoğul olmaya
kalkıp
teslim ediyor kendini kaosa
fahişem
01:07:36
yalnızlıklarını çözmeden
kabul etmeden
bilmeden yaşıyor
yalnızlığını bilmek
sevmek
çözmek
kendinle meselelerini halletmek
yaşadığı gibi
kendini önemsemek
sırça köşkünde misafir etmek
kendini
...
vücut ısısı yükselmiş bir tene
ağız dolusu buz tükürmek gibi
geldi irkildim
...
Resimler ve şiir Nur Bardakçı'ya aittir.
25 Eylül 2012 Salı
Fanatik Marley
Bob Marley 11 Mayıs 1981’de öldüğünde mezarına
gitarı (Gibson Les Paul), biraz marihuana, bir incil, bir yüzük ve bir futbol
topuyla beraber gömüldü.
Özgürlük. Futbol özgürlüktür, bütün bir evren için. Futbolu seviyorum çünkü oynamak için yetenekli olman gerekir.(1)Bir
çok insan Bob Marley’in fanatik bir futbolcu ve taraftar olduğunu
duyunca şaşırır. Bu Jamaikalı, regi şarkıcısı, politik aktivist, ot içen
adamın futbolla olan birlikteliği dikkat çekicidir. Hayatının iki
aşkıdır müzik ve futbol. Ama çoğumuz onu sadece yaptığı müzikle
tanıyoruz.
Oysa
Bob Marley turnede ya da stüdyoda kayıtta bile olsa hemen hemen her gün
mutlaka top oynardı. Arkadaşlarıyla birlikteyken her fırsatta futbol
konuşulurdu. Televizyondan maçları takip etmekten de geri kalmazdı.
Tuttuğu takım Santos (Brezilya), en sevdiği topçu ise Edson Arantes do
Nascimento idi. Diğer adıyla Pele. Bir diğer sevdiği futbolcu ise Pele’nin rakibi Arjantinli Ossie Ardiles’di.
1970 de Rio de Jeneiro ziyareti sırasında birkaç müzisyen, sokak
çocukları ve 1970 brezilya milli takımından oyuncularla beraber maç
yaparken ona Santos forması verdiler. Sırtında 10 numara yazıyordu.
Marley bunun üzerine şöyle dedi : “Ben de Pele gibi her mevkide oynayabiliyorum”. Evet Bob Marley hayatın içinde her yerdeydi ve şöhret onu gerçek hayatın dışına atamamıştı.
O maçı izlemiş olan bir Brezilyalı fotoğrafçının maçla ilgili yorumu ise ilginçtir :
"Maç gerçekten kısa sürdü. Tanrıya şükür her şey çok hızlıydı. Çünkü
maç çok berbattı. Bob ise felaketti. Gerçekten oynayamıyordu. 1’den 10’a
bir puanlamada Bob’a 1.5 verirdim”. Island Records'un Britanyalı yapımcısı Trevor Wyatt ise İngiltere'deki bir maç sonrası : "Sürekli
pas vermeye çalışıyordu. Çünkü Bob oyunda da gerçekte olduğu gibi bir
adamdı, top her zaman ona geliyordu ve o da pas veriyordu. Genelde orta
sahadaydı ve ona kaptan diyorlardı. Çok iyilerdi. Brazilya gibi."
Hangi
açıklamaya inanacağımı bilemesem de, bu kadar futbolu seven –sevdiğim-
adamın kötü oynadığına inanmak istemiyorum. Çocukluğundan beri futbol
oynayan biri en azından İbrahim Üzülmezden daha iyidir diye düşünüyorum.
Arkadaşları eğer müzisyen olmasaydı onun iyi bir orta saha oyuncusu
olacağını düşünüyorlardı. Hızlı ve yaratıcı bir orta saha. Jamaika için
yaptıkları, dünya için yaptıkları ve barış mücadelelerine liderlik
ettiği düşünüldüğünde kaptan olması ve orta sahada bir maestro gibi
takımını yöneteceğine şaşırmamak gerekir. Hagi gibi yaratıcıyken
Guardiola gibi kibar ve cömertti. Mücadeleden asla vazgeçmezdi.
Bu
mücadeleci yapısı nedeniyle bir barış mitinginde sahneye çıkacağı
sırada silahlı bir eylemde vurulduktan iki gün sonra sahneye çıktı ve
şarkı söyledi. Ona nedenini sordukları zaman "Bu dünyayı daha kötü yapmaya çalışan insanlar bir gün bile dinlenmiyorlar. Ben nasıl dinlenebilirim ki?" dedi. Orta sahada oluşu bundan kaynaklı olabilir. “Futboldan
önce müziği sevdim. Eğer önce futbolu sevseydim bu tehlikeli
olabilirdi. Çünkü futbol oldukça sert (vahşi). Eğer biri size sert
girerse sizde ‘savaşma arzusu’ yaratabilir.” Belki de müzik önce olduğu için insanlar hakkında asla kötü bir şey düşünmedi.
Bir
çok Marley hayranı onun futbol yüzünden öldüğünü düşünüyor. Bir maç
sırasında ayak parmağından yaralanan Bob Marley tedavi olsa da yara
sonra kangrene dönmüş ve cilt kanserine çevirmiş. Ayağın kesilmesi
gerektiğini söyleyen doktorlara ise : "Rasta hiçbir eksikliğe gelmez" demiş.
Çok sonra bu yara nedeniyle kanser olduğu belirtilse ve 8 ay kemoterapi
görse de hayata veda etmiştir. İlk tedavide bir CIA ajanın yaraya
yabancı bir madde enjekte ettiğine dair komplo teorileri de mevcut.
'Kim
kimi kurtarabilmişti şimdiye kadar? Beni kim kurtaracaktı? ''Kurtuluş''
dedim ''Ankara'da bir mahalle.'' Fazlası değil. Belki bir de Bob
Marley'in en iyi şarkısı. Daha fazla düşünmeye gerek yok. Adı her yerde,
kendisi yok. Kurtulmaya gelmiyoruz bu dünyaya. Daha da saplanmak için
buradayız. Dibine kadar. Onun için çürüyor bedenlerimiz ölünce.
Mısırlılar uğraşmış efendileri kurtulsun diye. Ama nafile. Çaresi yok.
Kurtuluşu beklemek yararsız. Gelmez çünkü. Kontenjan dolmuş. Biz daha
çok kötülüğün sınırını zorluyoruz. Mucizeler bitti. Doğmak yeterince
mucizevi. Başka bir tane daha beklemek aptalca. Ölmek de ikincisi.
Bunların arasında da bir şey yok. Kimse beklemesin..."(2)
Bob
Marley dünya üzerinde barışın ve kardeşliğin hakim olması gerektiğine
inanıyordu. Kurtuluşun olabileceğini bilip bunun için savaşıyordu(Get up. Stand up.Stand up for yor rights. Don't give up the fight).Futbolun
da takım oyunu olduğunu biliyor ve belki sırf bu nedenle seviyordu. O
gettodan çıkmış bir halk ozanıydı. Müziğiyle dünyayı kurtarmaya
çalışırken top oynayarak kendini kurtarmaya çalışıyordu belki de.
Ölümünün futbolla ilişkili olması bu yüzden üzücü ve ironiktir.
Bob
Marley futbolun sadece futbol olmadığını biliyordu. Hayatın ta
kendisiydi futbol. Futboldaki mücadele gerçek hayata benziyordu. Bob'un
yenmek istediği rakibi ise açlık, fakirlik ve savaşlardı.
(1) Bob Marley–1979
(2) Kinyas ve Kayra
Hesher
Karını kaybettin.
Sen de anneni kaybettin.
Ben taşağımı kaybettim.
Şimdi ölsem kimse fark etmeyecekmiş gibi geliyor. Hesher
13 Eylül 2012 Perşembe
Tembellik Hakkı
(Sırp Marica Kicusic'in
yorumuyla yedi ölümcül günah - Tembellik)
* Bugün, uçuk renkli cılız çiçekler misali, solgun tenli, bozuk mideli,
kolu budu tutmaz olan fabrika kızlarımız ve kadınlarımız var!... Sağlam zevkler
tatmamışlar hiç ve bu konuda yüzlerini güldürecek hiçbir şey söyleyemezler! –
Ya çocuklar? Çocuklara 12 saat çalışma! Gözün çıksın yoksulluk!
* Filozoflar, hiç çalışmadan
para pul, han hamam edinmek için yoksullara iş verenlere, insansever diye alkış
tutuyorlar. Bir köyün orta yerinde bir fabrika kurmaktansa, oraya veba
tohumları saçmak, su kaynaklarını zehirlemek daha iyidir. Fabrika işçiliğini
başlatın, ne neşe kalır orada, ne sağlık, ne de özgürlük. Yaşamı güzel ve
yaşanmaya değer yapan ne varsa, hepsi gitti gider.
Ekonomi uzmanları da, işçilere “
toplumsal zenginliği artırmak için çalışın!” deyip duruyorlar hep.
Ama, bir başka ekonomist, Destut
de Tracy, onlara şöyle yanıt veriyor:
“Yoksul uluslarda halkın rahatı
yerindedir. Zengin uluslardaysa, halk, genellikle yoksuldur.”
* Anglikan Kilisesi rahibi
saygıdeğer Townshend, Hıristiyan hoşgörüsü adına şunları söylüyor boyuna:
“Çalışın, gece gündüz demeden çalışın! Çalışarak yoksulluğunuzu arttırırsınız,
sizin yoksulluğunuz da, yasa gücüyle sizleri zorla çalıştırmaktan kurtarır
bizi.
* Üretici, üretme kredisi
bulduğu sürece, çalışma kudurganlığının dizginlerini koyverdi mi, işlenecek ham madde sağlamak için habire
borçlanır da borçlanır. Piyasanın boğazına kadar dolup taştığını; mallar bir
türlü satılmayınca da, bono vadelerinin dolacağını düşünmeksizin, durmadan üretir
de üretir. Kuyruğu sıkışınca da gidip Yahudi’ye yalvarır, ayaklarını kapanır,
kanını, onurunu ayaklar altına atar.
* İnsan Hakları’ndan binlerce kere daha kutsal olan Tembellik Hakkı’nı
ilat etmeli; günde üç saatten çok çalışmamaya kendini zorlamalı, günün ve
gecenin geri kalan saatlerinde tembellik etmeli ve tıka basa yemeli.
*sosyete kadınları, acının acısı bir yaşam sürüyorlar. Terzi kadınların didine
çırpına yaptıkları o perilere yaraşır tuvaletleri deneyip değerlendirmek için, sabah
akşam, bir giysiyle bir başkası arasında mekik dokuyorlar. Saatlerce, saçlarını
enselerinde toplatıp topuz yaptırma tutkularını, her ne pahasına olursa olsun doyurmaya
çalışan usta berberlere teslim eden, o içi boş kafalılar. Korselerinin içinde sıkışıp
kalmış, kunduraları içinde ayakları büzüşmüş, bir itfaiyecinin yüzünü kızartacak
denli açık saçık bir kıyafetle, yoksullar için birkaç metelik toplamak amacıyla,
gecelerce balolarda fır dönüp dururlar. Sevsinler sizi.
* Ürettiğimiz tüm mallar, sürümleri kolay olsun ama çok dayanmasın
diye, bile bile üstünkörü yapılıyor.
Ürünlerin nitelikleri dolayısıyla insanlığın ilk dönemlerine
taş devri, bronz devri deniliyorsa, bizim
çağımıza da kalpazanlar çağı denilecektir.
Tembellik Hakkı Paul Lafargue
9 Eylül 2012 Pazar
Öğretmen olmak kolay değil
Kelimelerin kökenini inceleyen bilim çok ilgimi çektiği halde, o konunun uzmanı değilim. Ancak, Türk Dil Kurumu’nun kelime üretiminde kullandığı eklerden (cicı-cucü) ekleri ile (man-men) eklerine bir türlü ısınamamışımdır.
Sütçü; süt satan adam, kalaycı; kalay yapan kimse, simitçi; simit satan adam ve buna benzer oduncu, kömürcü, yoğurtçu. Buraya kadar tamam. Bir de şunlar var: solcu, sağcı, ülkücü, devrimci. Anladığım kadarıyla, o tarafı tutan, o yolda giden bir anlam veriyor. Birinci grup onu satıyor, ikinci grup yolunda gidiyor. Bu iki münasebetsiz anlam farkından dolayı ‘’Atatürkçü’’ ifadesinden hiç hoşlanmam. İkinciyi gösterip, birinciye oynuyormuşuz gibi beni ürkütür. Ben şahsen Atatürkçü değilim, Atatürk taraftarıyım.
Gelelim ‘’öğrenci’’ kelimesine. Bence bu, ‘’ci’’ değil, ‘’ici’’ eki gerektiren bir kelimedir: öğrenci. Yani; binici, eğitici, öğretici, aydınlatıcı kelimelerinde olduğu gibi, o işi yapan anlamına gelen ek. Yanılıyorsam söylesinler, yanılmıyorsam bu ayıplarını düzeltsinler.
İngilizce’de ‘’adam, insan’’ anlamına gelen ‘’man’’ kelimesinin Türkçe’de bazı kelime sonlarına eklenerek ‘’o işi yapan kişi’’ anlamına getirdiğini görüyoruz; tercüman, çevirmen, okutman, öğretmen. Eski Aramice dilinde de bu son eke rastlıyoruz. Eski Türkler oradan almış olabilirler. Arapça’da tercüme etmek fiillerinin sonuna getirerek ‘’öğretmen, okutman’’ yapmışız. Yani, bu kutsal mesleği saygın zamanlarında,o kişilere ‘’muallim’’ bir konuda derin ve kendine özgü bilgisi olup, bu bilgiyi öğreten saygın kişinin ünvanıydı. Talebe ise, bu bilgiyi almaya istek gösteren kişiydi.
Bu mesleğin saygınlığı fedakarlığından gelir. Hayatınızı bilim ve öğretime adadıysanız, para kazanmayı ikinci plana atmak, bütün varlığınızı o mesleğe adadınız demektir. Görünce ayağa kalkıp, saygı gösterilmesi biraz da bundandır. O bir sanatçıdır. Babadan servet kazanmadıysa, bu meslek insanı zengin etmez. Bilim öğreterek refah içerisinde yaşayamazsınız. Bu mesleği seçenler bunu baştan kabul etmiş demektir. Mesleğin saygınlığını devam ettirmek bizim görevimizdir. Gerçek bir öğretim üyesine Türk insanı kadar saygı gösteren bir toplum düşünülemez. Ancak, elinizi vicdanınıza koyun, sınıf geçirmek için maddi menfaat bekleyen, birbirine özel öğrenci transfer eden, komisyon alabilmek için veliye gereksiz kitaplar aldıran, sınıfta öğretmediği konuları ödev olarak yükleyerek iş yaptığını zanneden, mesleğinde ilerlemeyen, didinmeyen, öğrenciyi her şeyden çok sevmeyen, öğrencinin yaşamında iz bırakmayan ama bu sıfatla maaş alan bazı insanlar, neyse ki henüz azınlıktadır. Bu kişiler toplumdan sevgi ve saygı bekleyemezler.
Eğitim çok önemli diye diye bu hale geldik - UĞUR DOĞRUGÜVEN
Armoni yay. İstanbul, Mayıs 2003
Eğitim çok önemli diye diye ne hale geldik
Milli Eğitim Bakanlığı’nın Hatalı Tutumları
Politik nedenlerle, veliye hoş görünmek için sınıf geçme
şartları devamlı kolaylaştırılmış, öğrenciler yarım yamalak bilgilerle lise
mezunu yapılarak üniversite kapılarını yığılmıştır.
Sınıf geçme ve mezun olma şartları kolaylaştıkça eğitim
kalitesi düştüğünden, okullar iki satırlık dilekçe yazmaktan bile aciz mezunlar
ihraç eder duruma düşmüştür.
İyi yetişmemiş lise mezunları ile eğitim yapmak zorunda
kalan üniversiteleri bitiren öğrenciler, uluslar arası ölçülerin çok altında,
özellikle mesleki uygulama yeteneği kazanmamış mezunlar oldukları için hayata
atılınca apışıp kalmaktadır.
Henüz hayatında borç senedi görmemiş iktisat mezunları,
eline mala almamış inşaat mühendisleri, daha bir makineye el değdirmemiş makine
makine mühendisleri mesleklerini ancak mezuniyetten sonra çalıştıkları
işyerlerinde öğrenebilmektedirler.
Eğitim kadroları, Cumhuriyetin ilk yıllarındaki öğrenme
heyecan ve isteklerini kaybetmiş; öğretmenler, kutsal ideallerinden
uzaklaşmışlardır.
Eğitimde gerileme, öğretmen kalitesinde de düşüşlere
sebep olmuş, nitelikli öğretmen sayısı gittikçe azalmıştır.
Okullar, insan işleyen fabrikalar gibidir. Sonuçta
yetişmiş insan olarak ürün verirler. Bir fabrika kurarken, ne imal edebileceği
ve ürünün nitelikleri önceden saptanır, imalat bu plana göre yapılır. Bizde
öyle bir şey yoktur. Eğitim Bakanlığı, mesela bir lise mezununun tarifini
yapmamıştır. Acaba liseyi bitiren bir öğrencinin nitelikleri ne olmalıdır?
Kısaca sayarsak:
a) Doğru dürüst
yazı yazabilmelidir. Aslında bir Türk Milli Yazı Karakteri oluşturulmalı ve
öğrenciler bu yazıyı yazabilmelidir.Gelişmiş ülkelerde, bir Alam elyazısı
karakteri vardır, bir İngiliz veya İsveç yazı karakteri vardır. Liseyi bitiren
öğrencilerin yazısı öyle olur. Bizde üniversite mezunu olduğu halde yazısı
iğrenç derecede çirkin olan insanların sayısı daha da çoktur. Bu, eğitim
sistemimizin sayısı ve özellikle uluslar arası ilişkilerde bize puan
kaybettirmektedir.
b) Lise mezunu bir insan; edebiyat, sanat, genel
kültür, tarih ve coğrafya konuşlarında yeterince bilgi sahibi olmalıdır. Dünya
edebiyat klasiklerinden en az on kitap okumamış bir lise mezunu düşünülemez.
c) Matematik ve özellikle geometri konularında
çok iyi yetişmiş olmalıdır.
d) Estetik, renk uyumları, dekorasyon, spor, dans
gibi konularda dünya gençlerinin gerinde kalmamalıdır.
e) Atalarımızdan miras kalan atasözlerini ve vecizeleri
yeterince bilmelidir.
f) Fikirlerini yazıya dökebilmeli, toplum karşısında
konuşabilmelidir.
g) Davranış kurallarını öğrenmiş olmalıdır.
Eğitim çok önemli diye diye bu hale geldik - UĞUR DOĞRUGÜVEN
Armoni yay. İstanbul, Mayıs 2003
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)