31 Mart 2013 Pazar

Acının Antropolojisi

"Bunalım dile getirilebilir, belirtiler oluşturabilir, birtakım işaretlere ve fantazmalara dönüşebilir ya da eylemle giderilebilir hatta bulaştırılabilir; acı ise sadece insanın kendisine aittir." (J.B. Pontalis)

Acı hiç kuşkusuz insanın ölümle birlikte en güçlü biçimde paylaştığı deneyimdir: Hiçbir ayrıcalıklı onu bilmezlikten gelemez ya da herhangi birinden daha iyi bilmekle övünemez. İnsanın içinde doğmuş bir şiddettir acı.

Rene Leriche: Katlanılması kolay tek bir acı vardır: Başkalarının acısı.

Virginia Woolf: En sıradan bir kız öğrenci aşık olduğunda derdini anlatmak için Shakespeare ya da Keats'ten yararlanır. Ama bir adam hekime baş ağrılarını anlatmak istediğinde dil kaçar. Acısını bir eline alır ve kendinden bir parçayı da öbür eline; bunları birbirleriyle çarpıştırıp içlerinden yeni bir sözcük çıkarabilmek amacıyla.

"Acı hisleri, öteki hoş olmayan hisler gibi cinsel tahrik alanını aşarlar ve bir zevk durumu yaratırlar." diyor Freud. Acının erotikleşmesinin başkasına yapılan işkencelerle özdeşleşerek zevk duyma yoluyla sadik bir karşılığı vardır. Ama mazohist kendi fantazma alanları dışında öteki insanlar gibi acı çeker.

J. Sarano: Acı, bir işlev değildir; bir işlevin hasar görmesidir.

Acının karmaşıklığı, insanın bilincinde dolambaçlı bir biçimde ilerlemesi, onu üstlenme biçimlerine yansır. Ötekinin bakışının gücü tedavilerde placebo'ların etkisiyle yansır. Hastaların %35'i bir yalancı hap aldıktan sonra çok açık seçik bir rahatlama hissettiklerini söylemişlerdir. Morfinin çok şiddetli ağrı ya da acılarda sadece %75 oranında etkili olabildiği gözönüne alındığında çok daha kafa karıştırıcı bir orandır bu. H.K. Beecher'ın çalışmalarından alınan sonuçlara göre hastanın içinde bulunduğu stres ne kadar şiddetliyse, yalancı ilaç da o kadar etkilidir. Sözgelimi bu ilaçlar çok sıkıntı veren bir acı ya da ağrıyı kesmek amacıyla kullanıldıklarında, test amacıyla oluşturulan bir ağrı ya da acıyı kesmek amacıyla alındıkları durumlara göre 10 kat daha etkilidirler.

Katherine Mansfield: Boyun eğmek gerekir. Direnme. Kabul et! Acını hayatının bir parçası yap. Yaşamda, gerçekten kabul ettiğimiz her şey dönüşüme uğrar.

Teşhis edilmiş, nedeni belirlenmiş bir ağrı ya da acı belirsiz, teşhis edilmemiş, anlamsızlık içinde kalmış, aktör tarafından anlaşılmamış bir acıya göre daha katlanılabilirdir.

Şiddetle direnen insana boyun eğdirebilecek bir güç yoktur.

Acı katıksız, biyolojik bir olgu değildir; her zaman insanın yüklediği anlamın damgasını taşır; asla ulaşılmaz ve egemenlik altına alınamaz değildir.

İslamın etimolojik anlamı "Tanrının buyruklarına boyun eğme"dir. Müslüman, başına gelen talihsizlikler ve çektiği acılar karşısında isyan etmez. Bunlara karşı, bir insan olarak elindeki olanaklarla mücadele eder, isyan etmez, beddua etmez. Bu dünyada çekilen acılar ve sıkıntılar imanın gücünü denerler. Acı, bir insanı Yaradana yakınlaştıran bir olgudur. Bir Hıristiyan ya da Yahudi, iyi ve doğru insanın acı çekmesi paradoksuyla daha çok karşı karşıyadır bir Müslümana göre; çünkü onlara göre Tanrı sevgidir; Müslümana göre ise özellikle kadiri mutlaktır. Mümin kendini Tanrıya teslim eder ve sabreder ve acı karşısında direnç gösterir.

"Biliniz ki bu dünyadaki hayat bir oyundur, vakit geçirmedir, boş bir görüntüdür, aranızda yaptığınız bir gurur savaşıdır, zenginliklerle ve çocuklarla kibirlenmedir. Yağmura benzer bu dünyadaki hayat: Bu yağmurun yeşerttiği bitkiler inançsız insanları heyecanlandırır; sonra da solar, sararır ve kuru ot haline gelir. Bu dünyadaki hayat geçici bir zevkten başka bir şey değildir." (Kuran)

Gururla ve hoşnutluk içinde kendini acıya gark etmek, acıyı yok etmek ya da azaltmak için hiçbir çaba göstermemek bilincin sorunlu olduğunun işaretidir.

"Çocuklara işkence yapılan bu dünyayı sevmeyi ölünceye kadar reddedeceğim." (Albert Camus)

Acı çeken insanın, çektiği acıyı adlandırması acıyla ilişkisini belirleyen bir ölçüttür. İnsan herhangi bir yaradan ya da hastalıktan çok bunların kendisi için ifade ettiği anlamlara tepki gösterir. Yaralı bir asker, bu durumu, uzun zamandan beri, yaptığı işin olası bir sonucu gibi görmeye alıştığı için, kolunu makineye kaptıran bir işçi kadar acı çekmez. Sonuç olarak asker, yaşamı kurtulmuş olduğundan ve kendisine bir aylık bağlanacağından umutludur; oysa işçi sakat kalma ve ekmeğinden olma sonucunu doğurabilecek bir sakatlık riski yüzünden dehşete düşmüştür. Asker acılarını nispeten serinkanlı bir tavırla karşılarken işçi üzüntü ve acı içindedir.

Acının sözle ifade edilmesinde örtük bir sevgi beklentisi, duygusal bağların sıklaştırılması isteği vardır.

Bir yerin havası, ortamı da hastanın, koşullarını üstlenme tarzında rol oynar. Safra kesesi ameliyatı geçiren 69 hasta üstüne yapılan araştırmalardan çıkan sonuca göre odaları ağaçlıklı bir alana bakan hastalar, odaları tuğladan örülmüş bir duvara bakan hastalara göre 2 kat daha az ağrı kesici tüketirler. Aynı şekilde son grupta yer alan hastalar ortalama bir gün daha fazla kalırlar hastanede.

"Acıdan kaçabileceğimizi düşünerek ve bu kaçış olanaklarından yararlanarak ama aynı zamanda etkilerinin olası sınırlarını da kabul ederek "acısız yaşama" sanatına sahip olamayız; daha iyi acı çekerek daha az acı çekeriz."

Jean-Paul II: Yüzyıllar ve kuşaklar boyunca acıda insanı içsel olarak İsa'ya, özel bir lutüfa yakınlaştıran özel bir güç bulunduğu gözlemlenmiştir. Çok sayıda aziz yaşadıkları derin dönüşümleri çektikleri acıya borçludurlar. Bu dönüşümün meyvesi insanın acının sadece kurtarıcı anlamını keşfetmesi değil, özellikle acıyla yepyeni bir insan haline gelmesidir. İnsan acıda tüm yaşamının ve misyonunun yepyeni bir boyutunu bulur.

David Le Breton




13 Mart 2013 Çarşamba

Harut ile Marut

Babil'de azgınlaşmış insanoğlunun işlediği günahlardan yaka silken melekler Allah'ın huzuruna çıkıp insanları şikayet etmişler; yüce Tanrı'nın onları cezalandırmasını istemişler. Allah, insanlara verilmiş olan hırs ve nefse dayalı tabiatın meleklerde olmadığını, olsaydı onların da günah işleyeceğini söyleyince itiraz etmiş ve "Haşa Allahım" demişler, "Biz olsak günah işlemezdik."

Allah, onlara yanıldıklarını, hırs ve nefsin çok kuvvetli olduğunu ve yeryüzünde insanları baştan çıkaracak türlü güzelliklerin bulunduğunu anlatmaya çalışmış; ama ne kadar anlattıysa da saf melekleri bu işe inandıramamış. Bunun üzerine iradesine en güvendikleri iki meleği seçmelerini istemiş ve onlar Harut ile Marut'u seçmişler ve Allah bunları sınamak üzere Babil'e göndermiş.

Harut ile Marut gündüzleri Babil şehrinde icrayı hükümet eder, geceleri de İsm-i Azam duasını okuyarak gökyüzüne çıkarlarmış. Kimse onların melek olduğunun farkında değilmiş.

Harut ile Marut adlı melekler, ilk günler hiç günah işlememişler. Birer su damlası kadar temiz ve berrak yaşamışlar; ellerini, gönüllerini ve zihinlerini harama uzatmamışlar. Taa ki Zühre gelene kadar..

Bir gün Zühre adlı, yakıcı güzellikte bir kadın çıkagelmiş ve kocasından boşanmak istediğini söylemiş. Gözlerinde yıldızlar uçuşan, parlak siyah saçları dalga dalga beline dökülen ve görenlerde dalından koparılmış sulu bir elma gibi kütür kütür dişleme isteği uyandıran esmer tenli bir güzelmiş Zühre. Gözlerinin geçici körlükle kararmasını göze almayan hiç kimse, Zühre'nin yüzüne uzun süre bakamazmış.

Harut ile Marut bir görüşte vurulmuşlar kadına. Yüreklerini yakıcı bir sevda kavurur olmuş. İkisi birden kadınla yatmak istemişler. Kadına yalvarıp yakarıyorlarmış; ama Zühre razı olmamış; önce dileklerini yerine getirmelerini emretmiş. Harut ile Marut'un şarap içmelerini ve puta tapmalarını teklif etmiş. Kadının aşkından başı dönmüş olan melekler onun her dediğini kabul etmiş, şarap içip putlara tapmaya başlamışlar. Kadın gene teslim olmamış ve her gece göğe çıkarken okudukları duayı öğretmelerini buyurmuş. Bunu da söylemişler ve Zühre İsm-i Azam duasını okuyarak gökyüzüne çıkınca ulu Tanrı onu bir yıldız yapıp gökyüzüne asıvermiş. İşte geceleri mülkünüzün üzerinde parlayan Zühre yıldızı, melekleri aldatan o güzel kadındır.

Kadın kaybolunca melekler ne günah işlediklerini anlayıp pişman olmuşlar ve İdris Peygamber'e başvurup günahlarının bağışlanması için yalvarmışlar. Yüce Allah dualarını kabul etmiş ama dünya ve ahret azaplarından birini tercih etmelerini istemiş. Melekler dünya azabını tercih etmişler. Yüce Allah da onların Babil'deki bir kuyuya baş aşağı asılıp kıyamet gününe kadar azap çekmelerini buyurmuş. O tarihten beri Harut ile Marut bir kuyuda ters asılmış olarak kıyamet gününü bekler dururlarmış.



9 Şubat 2013 Cumartesi

Cem Karaca - Barış'a Şiir


Canım gitti canım
Canımı bilir misiniz
Gözümün ağladığı kan
O benim can içre can dostumdu
Ay canım Barış
Ak saçlı dostum benim
O dağlar hangi dağlar ki
De ben de gidem...
Sana senin dağlarından
Çiçekler derliyem...

Ay Barış, güneş Barış
Ak saçlı dostum benim.
İçim kan ağlıyor..
Bir yanımı kopardılar,
Adı sen..

Ay Barış, canım Barış
Ak saçlı dostum benim
Sen orda şimdilik bir gurbettesin
Ben burda hazin bir hasretteyim...

8 Şubat 2013 Cuma

Ben kendi takvimimce Milad gibiyim - Cem KARACA


Güneş günde iki defa tutuşur
Bir doğarken bir batarken
Ben hep
Sana her zaman bakarken

Güneşe göre takvimler düzülür
Gün doğar gün batarken
Benim yangınlarım sadece benim
Ben kendi takvimimce Milad gibiyim

Cem Karaca

31 Ocak 2013 Perşembe

Biz bu dünyaya anlaşılmak için değil, anlamak için geldik.



 İyi İnsan İyi Vatandaş



Biz bu dünyaya anlaşılmak için değil, anlamak için geldik.

Küçük bir kız ablasına “Benim bebek arabamı almaya hakkın yok” der. Demek ki hak, bana ait bir şeyle yapacağım, başkalarına ait bir şeyle yapmayacağım şeyleri belleten bir kanundur.

‘Hak’ dediğimiz şey, ‘kültür’ denilen şeyi zorbalıktan ayıran bir duvar,
insanları kuvvete karşı koruyan, başkalarının hürriyetini bozmayacak şekilde bir hürriyet veren bir koruyucudur. Bu hak hükümetçe verilmez. Bu hak insan vicdanında doğduğu andan itibaren vardır.

Hak rica edilmez, insan eşit haklara  sahip oluncaya kadar susamaz, hakkını savunur. Birçok zamanlar hak, kuvvet ve kudret önünde dize getirilmiş, ama her defasında insan vicdanından ayaklanarak, kuvvetlilerin gücünü yenmiştir. Bu Allah’ın, hak yerine kuvveti isteyenlere karşı koyduğu ebedi mahkemedir.

“Sıkışık durumda söylenen yalan meşrudur” derler. Hayatı çok iyi tanıyan birisi buna şöyle cevap verir: “Yalan söyledikçe insan daima sıkışık durumdadır.” Bir yalan uydurmak için sarfedilen kuvveti, gerçeği iyi bir şekilde anlatmak için kullanmak insanı hiçbir zaman pişman etmez.

Hayatın gerçekliğine karşı zayıf oluşumuz yine bugünün psikolojisiyle ilgilidir. Bugün birçok çevreler üstün hayat görüşünü kaybetmiştir. Bu yüzden hayatın karanlık tarafıyla baş edemezler, güçlükleri beraberce yenmek için birbirlerine güvenemezler, bu yüzden de hakikatleri mümkün olduğunca gizlemeye çalışırlar.

İnsanların kafasını en güç ve en fena durumlarda hakikati söylemek kadar hiçbir şey işletemez.






30 Ocak 2013 Çarşamba

Hayvanlar Çiftliği



İngiltere’nin Hayvanları şiirinden bir bölüm:



Er geç bir gün gelecek,

Zorba İnsan devrilecek,

İngiltere'nin bereketli topraklarında

Yalnızca hayvanlar gezinecek!



Burnumuza geçirilen halkalar,

Sırtımıza vurulan semer sökülüp atılacak!

Karnımıza saplanan mahmuz çürüyüp paslanacak!

Acımasız kırbaç bir daha şaklamayacak!







Dünyaya geldikten sonra yaşamamıza yetecek kadar yemek verirler; ayakta kalanlarımızı canı çıkana kadar çalıştırırlar; işlerine yaramaz duruma geldiğimizde korkunç bir acımasızlıkla boğazlarlar.



Hayatımız sefillikten, kölelikten başka nedir ki! İşte tüm çıplaklığıyla gerçek budur.



İnsanoğlu, kendinden başka hiçbir yaratığın çıkarını gözetmez.
 




 


Hayvanlar, Bay Jones'ın çiftliği'ni ele geçtiği günlerde 7 maddeden oluşan yeni bir kanun hazırlıyor. Ancak aşamalı bir şekilde bu 7 emir, yine kendilerince deliniyor.
7 EMİR
  1. İki bacaklı canlılar bizim düşmanımızdır. (Napeleon, zamanla çiftliğin itiyaçlarını karşılamak adına insanlarla ticaret yapıyor.)
  2. Dört ayak üstünde yürüyen ya da kanatları olan herkes dostumuzdur. (Zamanla, diğer hayvanları domuzlardan aşağı tutup, hor görmeye başlıyor.)
  3. Hiçbir hayvan giysi giymeyecektir. (Sadece domuzların giyinmesine izin veriliyor. Napeleon, zamanla bir insan gibi-giyinip kuşanıyor.)
  4. Hiçbir hayvan yatakta yatmayacaktır. (Bir süre sonra Bay Jones'in evine yerleşiyorlar. Sebebini de bütün yükün domuzlarda olduğunu, onların rahat etmesi gerektiği olarak gösteriyorlar.)
  5. Hiçbir hayvan içki içmeyecektir.. (Arka bahçeye arpa ekiyorlar, kilerdeki bütün içkileri içmeye başlıyorlar.)
  6. Hiçbir hayvan başka bir hayvanı öldürmeyecektir. (Zamanla, Snowball'a iş birliği yapan hayvanları idam ettiriyor.)
  7. Bütün hayvanlar eşittir. (Çiftliğin ana kanunu olan bu madde, bir gece vakti ansızın değişiyor:
    BÜTÜN HAYVANLAR EŞİTTİR
    AMA BAZI HAYVANLAR
    ÖBÜRLERİNDEN DAHA EŞİTTİR


    6 insan ve 6 domuz'un bir masada kumar oynadığı sahne:

Evde korkunç bir kavga patlak vermişti: bağırıp çağırmalar, masaya vurmalar, kuşkulu sert bakışlar, küfür kıyamet… Anlaşıldığı kadarıyla kavganın nedeni, Napoleon ile Bay Pilkington aynı elde maça ası çıkarmış olmalarıydı.
İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirine benziyordu. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine bakıyor, bir insanların yüzüne bakıyor ;ama onları birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.



Neden en küçük fırtına bu gemiyi dümensiz bırakıyor?

Ölüm! Kovaladıkça kaçan, kaçtıkça kovalanan insafsız ilahe.
  



Gören, hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrinde, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Yıldızlar onun için, alaimisemanın bütün nüanslarına geçit resmi yaptırır. Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.


Sesler, yapışkan, kirli bir sümüklüböcek murdarlığı ile bütün vücuda dolan sesler…

Görmeyen bir insan, bozuk bir ampul gibi manasız; bıraktığınız yerde kalan bir paket; içinde eski hatıralar olduğu için arada bir karıştırılmaya layık… Çocukken oynadığımız bir taşbebek gibi, atmaya kıyamadığımız acayip bir külçe.


Görmek yaşamaktır, vuslattır görmek. Her bakış, dış dünyaya atılan bir kementtir, bir kucaklayıştır, bir busedir her bakış.

Gören, hangi hakla yalnızlıktan şikayet edebilir? Mevsimler bütün işveleriyle emrindedir, renkler bütün cilveleriyle hizmetindedir. Çiçekler onun için açar, şafak onun için pırıldar. Gütenberg matbaayı onun için icat etmiştir. Hugo, o okusun diye yazmıştır şiirlerini.
Şehrin bütün kadınları onun için giyinip süslenir. Çocukların tebessümü onun içindir.






Sevilen bir sesin, seven bir sesin sıcaklığı bütün bu soğuk düşünceleri dağıtabilir, nerede o ses?


Belki şimdi medeniyet dünyasının yüzlerce bilgini, yeni ölüm vasıtaları bulmak azmiyle uykusuz… Her şey yalan, herkes yalancı. Ölümden bucak bucak kaçan, sözde bedbin Schopenhauer’den nefret ediyorum.

Keşke bütün insanlar aynı tanrıya inanabilseydiler. O zaman dünya cennet olurdu.

Sevmek yaşamaktır. Böcekler Kehkeşanlara kadar uzayan bir sevgi… Bütün kainatı ve kainattan daha büyük bir yaratıcıyı sevmek, hem de ruhun ölmezliğine inanarak. Yani ebediyet ölçüsünde bir sevgi. Dinsizlerin ölümü, insanı tahammül edilmez bir yalnızlığa sürüklemekten başka neye yarar?





Dante Cehennem’i anlayamamış dostum. Cehennem, hatıraların küllenmesi, ümitlerin susması. Cehennem haykıramamak, ağlayamamak. Cehennem çöl değil, kuyu: sularında yıldızlar parıldayan kör bir kuyu cehennem. Çölde yıldızlar konuşur, rüzgar konuşur…


Ne kadar cesur olursak olalım, yokluk bizi ürkütüyor. İz bırakmadan silinmek, bir kurbağa gibi gebermek, bütün rüyalarımızla, bütün acılarımızla yok olmak… İnsan zekası bu kadar trajik bir sonu zor kabul ediyor.

Yalnızca paylaşılmayan acılar bizi yıkabilir.

İnsanlar hür doğarlar, eşit haklara sahiptirler: hiçbir hülya bana bu kadar çocuksu, bu kadar anlamdan yoksun gelmemiştir… Hürriyet yetenektir, güçtür, bağımsızlıktır.

İnsan tek başına kendisini şekillendiren bir bütün değil. Ve dünya insan zekasının fetihlerine rağmen, el ele tutuşup hep birlikte şarkılar söyleyebileceğimiz bir cennet olmaktan daha çok uzak.

Kendimizi tanımak… Şuurun açık kapısından içeri dalan ve ruhumuzun mahzenlerinde bizden habersiz bir Sabba hayatı yaşayan bir alay misafir…

Ahlaksızlığın, bencilliğin, kayıtsızlığın ferman ferma olduğu bir ülkede, bir kitabı, ahlaktan, insanlıktan bahseden bir kitabı okuyanlar ancak takdire layıktır.
 




Kelimeleri sana veriyorum okuyucu… Onlar yanıp sönen bir oyuncak. Boş içleri. Boş mu? Alev var göğüslerinin içinde, barut var, gözyaşı var. Nihayet bütün dünya kelimelerden ibaret. Ama sende ne varsa kelimede de o var. Kelime, Narsis’in kendini seyrettiği dere. Çok bakma, içine düşersin!

Kalbi var kitapların, onları bir kerhane sermayesi gibi haşin parmaklarınla mıncıkladın m senin oldular sanıyorsun. Gaflet. Senin olan, sadece on dakikalık tenler.

Anlayacak mı; Kim, neyi? Sen kendini anlıyor musun? Aç uzviyetin sesini yükseltmek istedikçe gırtlağına sarıldın. Kalbinin konuşacak hali mi var?

Emerson, fikir adamı kendini egoizmle zırhlamalı, diyor. Evet, cemiyet bir sümüklüböcek gibi ezer seni, zırhlı değilsen. Annen ezer, kardeşin ezer, çocuğun ezer.
 
Neden başkalarından farklısın? Hem farklı, hem zayıf. İki büyük cinayet…

Ya kendine kıyacaksın, ya başkalarına. Başkalarına kıymak da kendine kıymak değil mi? Başkaları kim? Bizden birer parça. Her tanıdığımız, varlığımızın bir zeyli. Her ölenle bir parça ben de ölürüm.


Neden en küçük fırtına bu gemiyi dümensiz bırakıyor?


Şuur her gün yeni bir fetihten hoşlanmıyor. Her fetihte emek, alınteri, tedirginlik var. Yeniye idrakimizin kapılarını kolay kolay açmıyoruz. Çok kötü bir dinleyici ve daha kötü bir okuyucuyuz.

İbrahim kucağına fırlatıldığı ateş denizini gül bahçesine çevirmiş. Düşünenin vazifesi bütün ateşten denizleri gül bahçesine çevirmek, gerekirse yanarak çevirmek.

 

25 Ocak 2013 Cuma

Optik illüzyonlarla kendi tarzını yaratan fotoğrafçılardan biri Erik Johansson




Söz konusu müzik olduğunda teknolojinin nimetlerinden yararlanılması müziği çirkinleştirse de fotoğraf sanatında teknolojinin kullanılması fotoğrafın kendi iç dünyasında daha farklı kapıların açılmasına olanak sağlıyor. Zaten fotoğraf makinesinin kendisi teknolojik bir alet olduğu düşünülürse daha ileri teknolojilerin fotoğraf sanatında kullanılması bence yadırganmamalı.



 




Buyrun  bu da web sitesi

24 Ocak 2013 Perşembe

Yann Martel - Pi'nin Yaşamı

 Geçen gün izlemiştim Pi'nin Yaşamını. Film kültürü olan biri değilimdir o yüzden hakkında yorum yapmayacağım ama filmi beğendim. Görseller bana Avatar'ı anımsattı. Filmi izlemeden önce de kitabıyla karşılaştım. Henüz okumadım ama incelediğim kadarıyla film kitaba göre çok yumuşatılmış. Kitaptan tuttuğum bir kaç alıntıyı paylaşacağım fakat öncesinde yazarı Yann Martel'in çok hoşuma giden bir olayını aktarmak istiyorum.

Yann Martel, Başbakanına 4 yıl boyunca her pazartesi kitap göndermiştir. Yazarın eylemi için açıklaması ise şöyle:“Kimin ne okuduğu, kitap okuyup okumadığı kendi bileceği iş. Sıradan insanların ne yaptığı beni ilgilendirmiyor, insanlara nasıl yaşayacaklarını söylemek bana düşmez ama benim üzerimde söz hakkı olan insanlar söz konusu olunca durum farklı. Onların okumalarını istiyorum çünkü sınırlı, vasat hayalleri birgün benim kabuslarıma dönüşebilir”

Kitaptan bir kaç alıntı:

Bir şeyi anlamak için ona bir şeyler katmanız gerekir.

İradenin nasıl duvarlar ördüğünü görmek şaşırtıcıdır.  

Kendi hayatınız tehlikede olduğunda, korkunç ve bencil bir hayatta kalma açlığı yardımseverlik duygumuzu köreltir.

  

Popüler müzik, bayat müzik


Popüler müzikte ne bir sürpriz ne de en ufak bir duygulanım beklemek boşunadır. Sıradan bir pop şarkıcısının yeni bir şarkısı herhangi bir ek bilgiden tümüyle yoksundur; en bilinen müzik yasalarına göre düzenlenmiştir ve bir tebrik kartı kadar sıradandır.

Umberto Eco

21 Ocak 2013 Pazartesi

Patti Smith - Hayalperestler

Kazanmamı sağlayan yeteneğin asla benden geldiğini düşünmedim. Bence olay objenin kendisinde bitiyordu; benim dokunuşumla hayata geçen bir tür büyü gibiydi. Böyle düşünerek hemen her şeyde sihir buldum; sanki her şeyde, doğanın bütününde bir cinin dokunuşu vardı.

Dikkatli olmalıydınız, akıllı olmalıydınız. Çünkü idrak edebilenler uzaktaki bir şeyi yakalayabilir, yakına getirebilirlerdi.

Çocuk aklı, alna kondurulan öpücük gibidir; kabule açık, ama ilgisiz. Katlı doğum günü pastasının üzerindeki balerin gibi döner durur; hem zehirli, hem tatlı…

Küçükken, başka bir yerlerden gelme duygusu ile coşkuya kapılıp etrafı gözetleriz. İçimize bakar, inceler, yabancı olanı çekip çıkartırız. Göz alabildiğine açık, altından bir alana varırız. Ya da çoğu kez bir buluta rast geliriz; bulutlarda yaşayanlardan bir ırka. Bunlar, çocukkenki düşüncelerimizdir.

Sonunda her şeyi idrak ederiz. Kendimizde annemizin elini, babamızın uzuvlarını tanırız. Ancak akıl; o yine de başka bir şeydir. Ne olacağından asla emin olamayız.

Düşüncelere dalıp giden biri, omzunda bir el hissedip aniden durmak zorunda kaldığında, kendini çok, çok uzaklarda savrulmuş halde bulabilir.

Her şey insanın canını acıtacak kadar güzel.

Herkes kardeştir. Keşke öyle olsaydı. Böylece denizci çölün ortasında; Müslüman, Hristiyan bir geminin kollarında huzur içinde uyurdu.

Herkes hala orada, onlarla birlikte olduğumu sanıyordu; çünkü iki ayağım yerde, insanların hep uğraştığı işlerle meşgulmüş gibi görünüyordum.

Kitaptaki müzikler:


Alan Hovhaness : All Men are Brothers



19 Ocak 2013 Cumartesi

Turgut Uyar



Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum
Sabaha karşı oturup ağladınız
Çünki sizin aşkınız vardı
Kurumuş çiçekleriniz vardı
Aşina yıldızınız gökte
Oturup çok çok ağladınız
Ağlayıp iyi ettiniz
Size imreniyorum çünki
Çünki ölümsüz gibiyim yalnızlığımda
Çünki yalnızlığımda öyle güzelim
Üç beş kalem insan gelip geçtiler
Biliyorsunuz bu dünya bana yetmez
Biliyorsunuz bütün kapıları omuzladım
Kimini açtım kimini açamadım
Bütün gemileri dolaştım limanlarda
Hepsi rıhtımlara bağlıydılar
Bütün adalar yitikti
sabah karşı oturup ağladınız
çünki siz bulup da yitirdiniz
ben yitirmem bir bulsam
bütün kayaları üst üste korum
ama biliyorsunuz her şey gelip geçecek
süslü kadınlar gibi oymalı arabalarda
iki vakit arasında sessiz bir çiçek
Bir dökülecek bir açacak
Sonunda cılız köprülerin öte başında
Bir benim bulamadığım kalacak
Sabaha karşı oturup ağladınız
Ama mesela şimdi ben
Ne aradığımı bilmiyorum.


18 Ocak 2013 Cuma

Son Siyah Saçım



Altmış yaşımda olduğuma inanamıyorum. Oysa buna hazırlanmam altmış yılımı almıştı.

Neden her geçen yıl çektirdiğim fotoğraflarda kendimi gittikçe daha kötü buluyorum? Belki de fotoğrafçıyı değiştirmem, daha genç birini bulmam gerekiyor.
Neden her sabah aynada kendimi gittikçe daha az yakışıklı buluyorum? Bu eski bir ayna, belki de yenisini almak gerekiyor…

İnsan ihtiyarladığının nasıl farkına varır biliyor musunuz? Bronzlaştığında bile güzelleşemez.

Elli yaşıma kadar kendimi aşınmaz, paslanmaz sanırdım. Ben sadece bir biyoçözünürüm.

Elli yıl önce çekilmiş bir fotoğrafımı buldum. Fotoğrafta küçük, sümüklü halimi gördüm. Ben ona bakıyorum, o bana. Bakışlarında kibir var.
Belki de kendisini tanımıyor, beni yabancı sanıyor. Yahut, daha kötüsü, utanıyor.
Sen benden utanıyor musun? Bana bak küçük aptal, bugün neden bu haldeyim biliyor musun?
Çürük dişlerimi görüyor musun? Hep o senin tıkındığın bonbonlar yüzünden, üstelik dişlerini de fırçalamıyordun.
..
Kırmızı burnumu görüyor musun? On beş yaşından beri her Cuma akşamı içtiğin içkiler yüzünden.
Eğer bugün üç kuruşluk bir emekli maaşım varsa, bu yine senin yüzünden. Okulda hiçbir şey yapmadın, sınavlarda başarısız oldun.
Senin yüzünden lise diplomamı asla alamayacağım. Öldükten sonra bile.

 
Doktorunuza olabildiğince az görünün. Araya araya sonunda sizde mutlaka bir şey bulacağını bilin.

Elli yıl önce ortalama insan ömrü altmış yıldı.
Ortalama film süresi seksen dakikaydı.
Bugün ortalama insan ömrü doksan yıl.
Ortalama film süresi yüz yirmi dakika.
Daha mı iyi?
Filme bağlı.

“Daha yirmi yaşına basmadım” palavrasını görme engellilere saklayın.

İnsan yaşlandığının ne zaman farkına varır biliyor musunuz? “Polis memurları gittikçe gençleşiyor” demeye başladığı zaman.

Epikuros, “Ölümden korkmayın, o geldiğinde siz burada olmayacaksınız” der. Ama ya yaşlılık, o geldiğinde biz hala burada olacağız.

Demir gibi sağlam olabilirsiniz ama bu paslanmanızı engellemez.






İnsanın yalnız olmadığını, çevresinde her şeyin yaşlandığını görmesi ne güzel avuntu.

İnsan yaşlandığının farkına ne zaman varır biliyor musunuz? “Tiyatroda oyuncular artık gittikçe daha kısık sesle konuşuyorlar” demeye başladığı zaman.

İnsan yaşlandığının farkına ne zaman varır biliyor musunuz? “Toprak gittikçe daha yakında görünüyor” demeye başladığı zaman.

Dünya dönmeye devam edecek. Siz olmadan da.

Hayat devam ettikçe umutsuzluk da var olacaktır.

İnsan yaşlandığının farkına ne zaman varır biliyor musunuz? “Merdiven basamaklarını daha mı yüksek yapıyorlar acaba?” diye kendisine sormaya başladığı zaman.

Geçmişinize fazla eğilmeyin, yoksa tekrar doğrulamazsınız.

İnsan yaşlandığının farkına ne zaman varır biliyor musunuz? “Kendimi hiç bu kadar genç hissetmemiştim” dediği zaman.

Keşke ölülerin kafatasları da denizlerin sesinin duyulduğu istiridye kabuğu gibi olsaydı.