Hayatı korumak öyle zor ki… O
her zaman Allah’ın bir lütfudur., şaşkınlık veren bir hazinedir.
Arabistan’daki telakkiye göre,
kahvenin iyi olması için o “ölüm gibi acı, kadın gibi sıcak” olmalıdır.
Anladım ki artık, manevi cepheye
hitap eden gerçek bir tanrı fikri yoktur. Her şey konfordan ibaret. Şüphesiz
dini nizamı düşünen ve ahlak inançlarını, medeniyetin ruhuyla uzlaştırmak için
ümitsiz bir gayret sarf edenler vardı.
Hayatımız ne derece şaşkın ve
bedbaht bir hale gelmişti. Birbirine şiddetli bir kin besleyen bu insanlar
arasında gerçek birlik hiç yok gibiydi. Toplulukta ve milletçe her yerde
histerik bir ısrar vardı. İçgüdülerimizden ne kadar uzaklaşmıştık. Ruhlarımız
ne derece yavanlaşmış, daralmıştı.
İnanç eksikliği veya daha çok
inanamamak, zamanımızın en esaslı hastalığıdır.
Bir daha aramızdan bir
Beethoven, bir Rembrandt çıkmayacak. Bunun yerine, şimdiki gibi ümitsiz,
karanlıkta körü körüne yürüyen “ifadenin yeni şekilleri” gibi cereyanları karşı
fikirler ve titizlikle uydurulmuş prensipler arasında çırpınan acı doktrinleri
göreceğiz. Makinelerden ve gökleri
tırmalayan soğuk binalardan ibaret medeniyetimiz, ruhlarımızın bu bozulan
birliğini boş yere tamire uğraşıyor.
Garplının dünyası, tarihinin
dünyasıdır. Ebediyen kazanmak, mesut oluş ve sonu gelmez kaybedişe giden bir
dünya. Sükutun hazzı eksiktir, zaman bir düşman, daima şüphelerle gölgelenen
bir düşmandır. Ve hal, hiçbir zaman ebediliğin akislerini taşımaz.
Karışıklık ve çırpınışlar içinde
bir dünya: İşte batı dünyamız. Yakan, yıkan, kan döken bir dünya. Misli
görülmemiş bir zorbalık, içtimai müesseselerin çökmesi, ideolojilerin
çarpışması hayata çıkan yeni yollar uğrunda yapılan her yere yayılmış amansız
bir kavga; işte zamanımızı karakterize eden vasıflar.
“ İlerdeki talebeleri görüyor
musun?” diyordu “Onlar Hindistan’da bulunan kutsi ineklere benzer. İşittiğime
göre, bu inekler caddede buldukları bütün basılı kağıtları yerlermiş.. Bunlar
da asırlar boyunca yazılmış olan kitapların basılmış sayfalarını yutarlar. Hazmetmezler
fakat, tıpkı inekler gibi. Kendilerini düşünmezler hiç, okur tekrarlar, okur
tekrar ederler; onları dinleyen talebeler de okuyup tekrarlamayı öğrenir,
nesiller boyu..
Şuna katiyetle emin oldum ki, Müslümanların
çöküntüsü, İslamiyet’e inanmaktan değil, ondan uzaklaşmaktan ileri geliyor.
Arabistan’dan zuhur eden
Peygamber (İLİM PEŞİNDE KOŞMANIN HER MÜSLÜMAN İÇİN MUKADDES OLDUĞUNU)
açıklamış.
Kralların ve kilise asillerinin
yıkanmayı kaba bir lüks saydıkları zamanlarda, en fakir müslümanın evinde bir
hamam bulunurdu.
Hiç değişmeyen bir hayat: Dün,
bugün ve yarın hep aynı.
Ve şimdi, körlüklerinin gururu
içinde bu insanlar, medeniyetlerini dünyaya ışık ve saadet getireceğine
inanıyorlar. 18 ve 19 uncu asırda hristiyanlığı cihana yaymayı düşündüler.
Fakat şimdi bu dini ateş de söndü. Öyle ki, artık dine, teskin eden tali bir
müzikten daha fazla kıymet vermiyorlar. O, sadece medeniyete refakat edebilir,
fakat “hakiki” hayata tesir edemez. Çünkü onlara göre bütün beşeri meseleler;
fabrika, laboratuar ve istatistik masalarında çözülebilir.
“Fakat benimle nasıl
evlenebilirsin sen?” diye ısrar ediyordu. “26 yaşında yoksun şimdi. Bense 40
dan fazlayım. Düşün: Sen 30 a
gelince ben 45 yaşına gireceğim. Sen kırk yalına girince de ihtiyar bir kadın
olacağım.”
Güldüm. “Ne ziyanı var?” dedim. “Ben
istikbali sensiz tasavvur edemiyorum.”
Sonunda mağlup oldu.
Kurana göre, Allah insandan körü
körüne tabi olmayı istemez. Daha ziyade onun zekasına hitap eder. O, insanın
kaderine ona şah damarından daha yakındır.