31 Mart 2012 Cumartesi

YEVGENI YEVTUŞENKO - ÖNDEYİŞ


ÖNDEYİŞ

Bambaşka bir insanım ben,
hem çalışkan
hem tembelim,
bir amacım var ama amaçsızım yine de!
Elim her işe yatmaz öyle,
beceriksizim,
utangacım, kabayım,
hem kötüyüm
hem iyiyim.
Kutuplar birleşir içimde
Doğu’dan Batı’ya kadar,
kıskançlıktan sevince kadar.
Bilirim, böylesi sevilmez insanım,
ama asıl değerli olan
bana kalırsa kutuplardır!
Saman yüklü bir kamyon gibi
yüklüyüm ben de.
Sesler arasında uçarım,
dallar arasında uçarım,
gözlerim kelebeklerle dolu,
samanlar taşar her yanımdan.
Bütün canlıları selamlarım!
Tutkuluyum, ateşliyim, coşkunum!
Sınırlar dikilmiş önüme;
bilmiyorum Buenos Aires’i, New York’u
bilmek isterim;
Londra sokaklarında gezmek
ve kırık dökük İngilizcemle
canım kimi çekerse
onunla konuşmak isterim.
Çocuklar gibi asılıp bir tramvaya
dolaşmak isterim sabahları Paris’te.
Sanatın da, benim gibi,
çeşitli yanları olsun isterim;
yorsa da beni sanat,
canımı çıkarsa da,
kuşatılmış olmak isterim sanatla.
Her şeyde kendimi görürüm biraz;
yakınlık duyarım Yesenin’e,
Walt Whitman’a,
Bütün çalgıları avucunda tutan
Moussorgski’ye,
Ve el değmemiş çizgisini götüren Gauguin’e.
Kayak yapmayı severim kış gelince,
uykusuz gecelerde şiir yazarım;
sevmediklerimle alay etmeyi
ve tutup bir kadıncağızı
derenin bir kıyısındaa öteki kıyısına
geçirmeyi
severim.
Kitaplara dalarım, çalı çırpı taşırım;
umutsuzluğa kaptırırım kendimi bazen,
ne istediğimi bilmez olurum.
Ağustos’un kavurucu sıcağında
buz gibi bir karpuz dilimini
kemirmek hoşuma gider.
Ölüm aklıma bile gelmez,
şarkı söylerim, içki içerim,
kollarımı açıp çimenlere uzanırım,
bu koskoca dünyada bir gün ölürsem
dünyanın en mutlusu olarak öleceğim. (1957)

YEVGENI YEVTUŞENKO

Kar Musikileri

 
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu

Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı
Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı

Bir Erganun ahengi yayılmakta derinden
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden…

Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta…

Birden bire mesudum işitmek hevesiyle
Gönlüm doldu İstanbul’un en özlü sesiyle.

Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık
Uykumda bütün bir gece körfezdeyim artık.

Yahya Kemal Beyatlı
Tanburi Cemil Bey

28 Mart 2012 Çarşamba

Nazım Hikmet İçin - Louis Aragon


hayır, olmaz, yazamam, rica ederim, şimdi olmaz.. bırakın benim için bütünüyle ölsün, yoksa daha önce, hapishanenin, hastalığın, yaşlanmanın etkileyemediği bu altmışlık delikanlı, bu sarışın boğa taptaze içimde yaşadığı sürece yazamam.. şimdi olmaz.. daha sonra.. söz veriyorum, yazacağım, hem de bu dergide, daha başka bir konuda: ölümünden değil, yaşamından söz edeceğim.. paskalyanın yedinci günü, cumartesi sabahı dinlenmeye giderken aldığım ‘znamia’ gergisinin son sayısını da götürmüştüm yanımda, dergide ‘nazım’ın ‘yaşamak güzel şey be kardeşim’ adlı romanının son bölümü vardı.. yortu boyunca herkes onun değil, ‘papa xxııı. jean’ın ölümünü bekliyordu.. her saat, radyoların başında.. ve pazartesi sabahı papa hâlâ yaşıyordu.. ‘nazım’a gelince, hiçbir şey bizi uyarmamıştı, can çekişmedi, bir merdiveni çıkarken, ayakta, ansızın göçüverdi.. yaşarken öldü.. bir ağaç gibi devrildi.. bırakın da benim için gerçekten ölsün.. o zaman yazarım derginize, uzun uzun, benim için, başkaları için ne anlam taşıdığını yazarım, belki gelecek ay, yaza kadar, temmuza kadar izin verin bana, o’na pek yakışan temmuza kadar izin verin.. bundan on sekiz yıl önce hapishanede, büyük türk gizemcisi ‘mevlânâ celaleddin’ ya da iranlı ‘ömer hayyam’ gibi yazdığı şu dörtlüğün bir falcılık olmaktan çıktığını anlayacak kadar zaman bırakın bana :

‘paydos..’ – diyecek bize bir gün tabiat anamız,-
gülmek, ağlamak bitti çocuğum…
ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:
görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…’

yortunun pazartesi günü, sabah, onun düşmesinden topu topu bir iki saat sonra, bir telefon.. ‘nazım..’ ey ölüm, ne de hızlı gidiyorsun günümüzde! iki saat bile geçmeden, bütün avrupa’yı geçmiş, beni aramışsın.. ‘yveslineler’de bulmuş, yüreğime işlemiştin, telefonla gelen, görülmeyen, düşünülmeyen, henüz bir sözcükten, bir adıldan başka şey olmayan ölüm, ve ben hayır diyorum, ‘nazım’ olamaz.. evet.. o.. ‘nazım’… başkası değil, ta kendisi.. bütün insanlar gibi, o da.. ve şiirindeki bir çocuğu anımsadım:

‘recep, damdan düşer gibi karıştı söze:
harbe girdiğin zaman, bir gavur öldürüp
bir yudum içersen kanını
korkun kalmazmış..’

ben onun kanından bir damla bile içmeyeceğim.. konuşmayan.. uçsuz bucaksız hayat.. ‘nazım’, senden bana ilk kez 1934’te söz ettiler, sen hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim.. dostluğumuz otuz yıl bile sürmeyecekti.. ne de az, otuz yıl.. 1950’de bizler, türk halkı ve dünyanın dört bir yanındaki ozanlar seni hapisten kurtardığımız zaman, bir on dört temmuz günü, dosdoğru yaşamın içine daldın.. ama bu yıl, sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin.. demir parmaklık dışında on üç yıl, ya da ona yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel bir yaşam.. on üç yıl, hatırı sayılır bir şey.. hapishane dışında öldün, bu da bir şey.. ama öldün.. bu düşünceye alıştıracağız kendimizi.. ‘insan manzaraları’nı sensiz kafamızda canlandırmaya çalışacağız… senin deyişinle, manzarayı, ‘şu uçsuz bucaksız hayat’ı ağacın biri olmadan tasarlamaya uğraşacağız.. (6 haziran 1963..)

LOUIS ARAGON..

‘BİR SÜREKLİ İLKBAHAR..’ , LOUIS ARAGON, Çeviri: BERTAN ONARAN, PAYEL Yayınları, Mart 1999, 112 Sayfa..

24 Mart 2012 Cumartesi

Cem Karaca - Gazel

 
Nazım Hikmet İçin

Orda bir mezar var uzakta
O mezar da bir  can yatar
Hasretten kefen bürünmüş
Mısralardan bir can yatar

Orda bir mezar var uzakta
Gözleri maviymiş derler
Kalemi kanına banmış
Öyle yazmış bir can yatar

Ah olaydık olaydık
Dallı budaklı olaydık
Başucunda istediğin
O ağaç biz olaydık


İlkin İlk İlkliği

XI

Yapayalnızım
Yapayalnızsın
Yapayalnız zaten herkes
Peki niye? Deme…
Değil mi ki suretiyiz
Dünyada tanrının
Tanrı da yalnız
Ben de
Sen de
Yalnız doğarken
İki canız
Kendimiz ve anamız
Varsa eğer ikimiz üçümüz altımız
Ölürken yalnız bırakır anamız
Peki niye? Deme…
Değil mi suretiyiz
Dünyada tanrının
Tanrı da yalnız
Sen de
Ben de

18 Mart 2012 Pazar

Cahit Sıtkı Tarancı - Desem ki

 Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum. 

Cahit Sıtkı Tarancı

15 Mart 2012 Perşembe

YALNIZ TAŞLAR AĞLAMIYOR BURDA



SAVAŞ ANNELERİ

Baktıkça savaşın korkunçluğuna
Her yeni kurban alışında bir çarpışmanın
Ne dostlardır acıdığım, ne asker dulları,
Ne de kendisi ölen kahramanın…
Ah, kadın bulur bir avuntu gönlüne,
Ve en iyi dost unutur dostunu;
Yapayalnız bir yürek var ki bir yerde ama,
Unutmaz girinceye dek mezara!
Biz ikiyüzlülerin günlük işleri
Ve onca bayağı, sıradan şeyler arasında
Baktım göz ucuyla şu dünyada birilerinin
Yürekten süzülen kutsal gözyaşlarına
Gözyaşlarına yoksul annelerin!
Yer yok yüreklerinde onların unutmaya
Ölen çocuklarını kanlı topraklarda,
Suya sarkan dalları sanki salkımsöğütlerin
Hep eğik başları, hep aşağıda…  (1855)



ÇOCUKLARIN AĞIDI

Kardeşler, dinlerken lanetlerini umursamadan
Yaşam kavgasında tükenip giden insanların,
Acaba duyuyor musunuz onların ardından
Sessiz gözyaşlarını ve acısını çocukların?

‘Mutlu yaşar her canlı
Pırıltılı yıllarını çocukluğun,
Alır çılgınca yaşanan çocukluktan
Alır oyunların, sevinçlerin haracını.
Ama kısmet değil bize kırlarda,
Altın rengi ovalarda koşup oynamak:
Çeviriyoruz, çeviriyoruz, çeviriyoruz fabrikalarda
Çarkları sabahtan akşama dek!

Döküm çark dönüyor,
Çark uğunuyor, ve bir rüzgâr kopuyor hızından,
Baş alevler içinde, baş dönüyor,
Ve yürek çarpıyor, çevredeki her şey dönüyor:
Gözlük camlarının üzerinden bizi gözetleyen
Kırmızı burnu acımasız ihtiyar kadının,
Duvarlarda gezinen sinekler,
Duvarlar, pencereler, kapılar, tavanlar,
Giderek daha hızlı dönüyor! Başlıyoruz çıldırasıya,
Avazımız çıktığınca bağırmaya:
- Ey korkunç dönüş, biraz dur!
Fırsat ver zayıf belleğimizi toparlamaya!
Ağlamak da yararsız, dua etmek de
Çark durmuyor, çark acımıyor:
Lanet şey dönüyor- gebersen de,
Gebersen de vınlıyor, vınlıyor, vınlıyor!

Bu kölelik içinde, bitkin,
Sevinmek, hoplayıp zıplamak nerde!
Şimdi deseler ki hadi kırlara çıkın,
Çıkar uyurduk serilip çimenlere.
Ama dönmemiz gerek hemen eve,
Ne diye gidiyoruz ki sanki oraya?..
Tatlı geliyor evde avunmak bize:
Oysa keder ve yoksulluktur karşılayan bizi eşikte!
Orda, yorgun başı yaslayıp
Solgun annenin göğsüne,
Dağlıyoruz yüreğini zavallının
Sarsıla sarsıla ağlayarak hem ona, hem kendine..’ (1860)

NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV







‘YALNIZ TAŞLAR AĞLAMIYOR BURDA..’ NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV, Çeviri: ARİF BERBEROĞLU, EVRENSEL BASIM YAYIN, Eylül 2008, 96 Sayfa..

13 Mart 2012 Salı

Toza Sor Kitabı Önsözü – Charles Bukowski

Aç, ayyaş ve yazar olmaya çalışan genç bir adamdım. daha çok los angeles halk kütüphanesi’nde okurdum ve okuduklarım ne benimle, ne sokaklarla ne de etrafımdaki insanlarla bağdaşıyordu. herkes sözcük oyunları peşindeydi sanki, süslü cümleler kurup, hiçbir şey söylemeyen yazarlar mükemmel addediliyordu. yazıları, beceri, kurnazlık ve biçim karışımıydı ve öğretiliyor, özümseniyor ve okunuyorlardı. herkesin işine gelen bir tertiple, çok düz ve kurnaz bir dünya kültürü ile karşı karşıyaydık. biraz kumar ve tutku bulabilmek için devrim öncesi rus yazarlarına gitmek gerekiyordu. istisnalar vardı; ama sayıları o kadar azdı ki, bir süre sonra onlar da tükeniyor, kendini raflar dolusu can sıkıcı kitaba bakarken buluyordun. geçmiş yüzyılların edebiyatına ve bütün olanaklarına rağmen çağdaş yazarlar iyi değillerdi.
raflardan çekip göz attıktan sonra yerine koyduğum kitapların sayısı bini geçer. neden kimse bir şey söylemiyordu? neden kimse haykırmıyordu?
kütüphanenin başka odalarını da denedim. din kitaplarının bulunduğu oda devasa bir bataklıktı- benim için. felsefeye girdim. beni bir süre için neşelendiren iki sert alman buldum, sonra o da bitti. matematik denedim ama yüksek matematik dinden farksızdı; üstümden kayıp gidiyordu. aradığım mevcut değildi sanki.
jeoloji denedim; bir süre ilgimi çekti ama çok sürmedi.
cerrahi üstüne bir kaç kitap buldum sevdim; sözcükler yeni, çizimler harikuladeydi. orta kolon ameliyatını özellikle sevmiş, ezberlemiştim.
sonra cerrahiden de sıkılıp romancı ve öykücülerin bulunduğu büyük odaya döndüm. (yeterince ucuz şarabım varsa kütüphaneye gitmezdim. kütüphane içecek ve yiyecek bir şeyin olmadığı ve ev sahibinin kira yüzünden peşinde olduğu zamanlarda gidilecek yerdi. kütüphanede tuvalet ihtiyaçlarını giderebiliyordun hiç olmazsa.) kitapların üstünde kestiren berduşlar eksik olmazdı kütüphanede.
büyük odada gezinmeye, raflardan aldığım kitaplardan bir kaç satır ya da bir kaç sayfa okumaya devam ettim.
derken bir gün, bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. bir kaç paragraf okudum. sonra çöplükte altın bulmuş gibi kitabı masaya götürdüm. cümleler sayfada yuvarlanıyorlardı, kayıyorlardı. her cümlenin kendine özgü enerjisi vardı. cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu; sayfaya oyulmuşlardı sanki. duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. mizah ve acı olağanüstü bir kolaylıkla iç içe geçmişti. o kitabın ilk sayfaları benim için çılgın bir mucizeydi.
kütüphane kartım vardı. kitabı alıp odama götürdüm, yatağıma uzandım, okumaya başladım ve çok geçmeden farklı bir üslup geliştirmiş biri ile karşı karşıya olduğumu biliyordum. kitabın adı toza sor, yazarı ise john fante idi. fante’nin, yazarlığıma ömür boyu sürecek bir etkisi olacaktı. toza sor’u bitirdim ve kütüphaneye gidip diğer kitaplarını aradım. iki tane buldum. dago kırmızı ve bahara dek bekle, bandini. aynı üslupla yazılmışlardı; kolayca ve yürekten.
evet, fante beni çok etkiledi. o kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir kadınla yaşamaya başlamıştım. benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik. bazen ona, “bana orospu çocuğu deme! bandini’yim ben, arturo bandini!” diye bağırırdım.
fante benim tanrı’mdı ve tanrıların rahatsız edilemeyeceğini, kapılarının çalınmayacağını biliyordum. ama angel’s flight’ın neresinde oturduğunu tahmin etmeye çalışır, hala orada yaşadığını düşlemeyi severdim. hemen her gün oradan geçerdim. camilla’nın tırmandığı pencere bu muydu? lobi bu mu? hiçbir zaman emin olamadım.
39 yıl sonra toza sor’u bir daha okudum. fante’nin bütün kitapları bu gün de tazeliğini koruyor. ama benim favorim toza sor, çünkü sihri keşfettiğim ilk kitaptı. dago kırmızı ve bahara dek bekle, bandini’den başka kitapları da var fante’nin. hayat dolu ve üzümün kardeşliği. şu anda fante, bunker hill düşü adlı yeni bir roman yazıyor.
fante’yi nihayet bu sene, çok farklı koşullarda tanıdım. fante’nin öyküsü bu kadarla kalmıyor. şanssızlık, bahtsızlık ve ender bulunur bir cesaretin öyküsüdür onunki. bir gün anlatılacaktır, ama burada anlatmamı istemediğini hissediyorum. ama şu kadarını söyleyeyim; sözü nasıl yazdıysa, hayatı da öyle yaşadı; güçlü, iyi ve yürekten.
yeter, şimdi kitap sizin.
Charles Bukowski
6/5/1979

Pis Moruk İtiraf Ediyor

 
Seni sevmek dondurucu bir havada bir çift eldiven giymek kadar kolay.

Sizi hayal kırıklığına uğratacağımdan eminim, ama ben hep böyleyim.

İhanet… devrimin yanlış tarafından olmaktan ibarettir.

Kadınlar da ne tuhaftı… Yaşlanmaları. Kasvet vericiydi, gerçekten kasvet vericiydi.

Müziksiz o kadar … zor ki.

Şahine ya da kıçının yalpasına ceza yok, canım –insanlığın kaderine de herhangi bir ceza yok…

Sanat’ı fethetmeye yetecek kadar fazla hayat yok insanın içinde.

Hasta değilim ama ölüyorum.

İhtiyar, her şey zaman kaybından başka bir şey değildi. Değil mi?

İnsanoğlunun en büyük başarısı ölebilme ve bunu dikkate almama yeteneği olsa gerek.

Siz bana nehirlerden ve yağmurlardan bahsedin, ben size uyuşturucu ve ıstırap bağımlısı sıska bedenleri anlatayım, kadınsız ve işsiz ve ülkesiz verilenden daha iyi bir yaşam hayal ederek, akortsuz piyanolar çalan eşcinsellerden geçilmeyen barlarda ve bok suratlı kasa sahipleri ıslık çalar ölü parayla.



Hiçbir şeyin bedeline inanmam ben. Hayalperestim. Acı çekmeden sahip olmaya inanırım. Gerçekçi değilim. Omurgam zayıf, sıkılmaktan ve çabalamaktan nefret ederim. Handel’in Samson unvertürünü dinlemeyi yeğlerim.

Bir kerede ölmeyiz genellikle, parça parça ölürüz.

Kadınlar da her şeyin bir parçası gibiydiler; kendilerine bir değer biçiyorlar ve bedelini talep ediyorlardı, fakat aklıselimden ve sahip olduğum ruhtan yola çıkarak ederlerinin çok fazlasını istedikleri sonucuna varmıştım.

Bu yaşam sisteminden çaldığım her gün bir zaferdi benim için.

Taş kafalı deyin bana isterseniz, kültürsüz deyin, ayyaş, ne isterseniz deyin. Dünya beni biçimlendirdi ve ben elimden geleni biçimlendirdim.

Bir şair bir saniyeden daha fazla hayatta kalmak istiyorsa, mesleğiyle, kamışıyla ve egosuyla çok dikkatli olmak zorundadır.

Ölüleri bulmak kolay –her yerdeler; zor olan canlıyı bulmak. Kaldırımda yürürken yanınızdan geçen ilk insana dikkat edin –gözlerinin feri sönmüştür; yürüyüşleri kaba, tuhaf, çirkindir; saçları bile hastalıklı bir biçimde uzamıştır.

Üniversitenin bir yararı olmayacaktır çünkü ölümün doğal tarihinin bir parçasıdır.

Sanat’ta yeni arayışlara karşı değilim, fakat yaratma yeteneğinden yoksun adamlar tarafından keriz yerine konmaya karşıyım.

Ölülerin canlı bir şey görmeye tahammülleri yoktur.

Bazı adamlar halkın skandal merakını kışkırtır, oysa halkın büyük kısmı adamın yazarlığıyla değil, sadece ne yaptığıyla, nasıl yaptığıyla, göğsünün kıllarıyla, bir fahişe uğruna kulağını kesmesiyle, geminin kıç tarafından pervaneye atlayıp intihar etmesiyle, eşcinselliğiyle falan ilgilenir; ne yarattıklarını boş ver,halk kıçlarının kıllarını görmek ister, seviştikleri yatağı, ilaç dolaplarını, kirli çamaşırlarını.

Her zaman gidenin yerini  dolduracak birileri bulunur. Bir başka adam gibi adam. Bir başka Van Gogh. Ya daArtaud. Ya da Celine. Ya da Genet hatta. İçelim eğlenelim!

Bir polis yanıma yaklaştığında ben kendimi hep suçlu hissederim, çünkü o suçlu olduğumu hissetmek üzere eğitilmiştir.

Zarar veren insanla zarar vermeyen insan arasındaki fark çok küçüktür.

 
‘’Daha iyi bir dünyada yaşayacaksak (kim daha iyi bir dünya istemeyecek kadar sofistike olabilir ki?) gereksiz acının ortadan kaldırılması iyi bir başlangıç olurdu. Güldüreyim mi sizi biraz?  Polis memurları sarhoşlara nasıl davranmalı bence, biliyor musunuz? Onları hapse değil de evlerine götürmeli. Sarhoşları yataklarına yatırıp üstlerini örtmeli, gerekirse onlara bir bardak su vermeli. Saçma mı? Neden? Biraz anlayış göstermenin nesi saçma? Ben vergimi hizmet almak için ödüyorum, taciz edilmek için değil.

gerekirse alkollü kişi öfke ve direnç gösteriyorsa, onu kendi evine kilitlemenin bir yolunu bulsunlar, böylece kendi tuvaletini kullanmaya devam eder ve canı çekerse new haven’deki teyzesini arayabilir.. kodesten iyidir.. duruşma falan da yok.. böylece yargıçları caddelerdeki delikleri kapatmaya falan gönderebiliriz..  cezaevlerinin ortadan kalkacağı günleri görebiliyorum.. neredeyse her insanın sırf sağduyuyla yurttaşına zarar ve acı vermeyi onu katletmeyi bilerek reddedeceği günler yakın.. tabii ki , odun yığının arasında her zaman bir domuz saklıdır.. fakat cezanın yerini anlayış aldığında domuzlar eksilecektir.’’
Yaratıcı sanatçı tarih boyunca bürokratlar ve bizatihi halk tarafından sürekli tacize uğramıştır. –Van Gogh penceresine taş atan çocuklar tarafından yuhalanmıştır. Penceresi olduğunu şükretsin. Hemingway bir çiftesi olduğuna şükretsin. Ben şu anda daktilom olduğuna şükrediyorum.

Lütfen beni sizi anlamaya zorlamaya itmeyin. Başka işle meşgulüm.

Her insan bir ad ve yoldu, fakat ne kadar büyük ziyandı kimileri.

Sahip olduğunuz her şey bir bavula sığmalı; o zaman zihniniz özgür olabilir.

Dünya korku üzerine işler.

Cehennem her yerde fink atar.

Bir dahi türü var ki, çok sıkıcı olabilir. Hatta, dahilerin çoğu sıkıcıdır, sanatlarına patlamaya hazır oluncaya dek.

Gerçeğin kendisi ciddi olmaktan çok gülünçtür.

Sıra sıra dairelerden oluşmuş bir cezaevinde yaşıyorum. Özel bir tür buradaki insanlar. Her gün halılarını elektrikli süpürgeyle süpürürler ve bulaşıkları yıkamadan asla yatmazlar.

Kalabalığın içinde bir et parçası olarak hissediyorum kendimi.

Yalnızlık çekmek birilerine ihtiyaç duymak demek.

O kadar nefret ediyoruz ki birbirimizden, bu bir meşguliyet bizim için.

Yapacak başka bir şey olmadığında memnuniyetsiz davranmaktan daha memnuniyet verici bir şey yoktur ve genellikle yok yapacak başka bir şey.

Bir şeyleri gizlediğin zaman onlarda boğulursun.


Herkeste çok fazla gördüğüm bir şey varsa o da burukluk. Korkunç bir şey herkesin er ya da geç buruklaşması. Kasvet verici, çok kasvet verici…

Hastaneler, ki Merhamet Evleri olmaları gerekir, ticari kurumlardı.

Nietzsche değil miydi kendisine Şairler sorulduğunda, ‘’ Şairler mi? Çok fazla yalan söylüyor Şairler,’’ diye yanıt veren.

Hayatta asıl iki önemli şey, unutmamak gerekir ki, acıdan kaçmak ve geceleri iyi uyumaktır. Öyle değil mi?

İnsanlar çeşitli nefretler barındırırlar, hayatları umdukları gibi gitmez ve otobanlar bu insanlar için öfkelerini atıp rahatladıkları yerlerdir.

Kişisel tanrımın üzerine fırlattım kendimi: YALNIZLIK.



Theo’ya Mektuplar - Vincent Van Gogh



‘İnan bana, sanat söz konusu olduğunda o eski deyiş hep geçerli: Dürüstlük, en iyi yoldur. Ciddi bir etüd üstünde çok uğraşmak, halkın hoşuna gidecek birtakım şıklıklar yapmaktan çok daha iyi. Kimi kez, çok kaygılandığım anlarda, o şıklığı gerçekleştirecek kolaylığa varmayı istemedim değil, ama üstünde biraz düşününce, hayır, diyorum, kendi kendime bağlı kalmalıyım kaba-saba bir yolla, sert, kaba ama gerçek şeyler anlatmalıyım. Resim-severlerin, aracı-satıcıların peşinden koşmayacağım, isteyen varsa bana gelsin. Mevsim erince ektiğimizi biçeceğiz, ölmemişsek eğer!’

Yaşadığı zorluklar karşısında isyan etme durumuna düştüğünde ise, hissetmiş olduğu inançla şunları aktarıyor kardeşi Theo’ya;
‘İçimizden geçen düşünceler dışarıdan görünüyor mu ki? İnsanın ruhunda koca bir ateş yanıyor olabilir, ama hiçbir zaman kendi kendisini ısıtamaz onunla; gelip geçenlerse yalnızca bacadan çıkan cılız dumanı görürler ve yollarına devam ederler. Şimdi bak, yapılması gereken şu: İçindeki o ateşi körüklemeli kişi, kendi kendine yeter olmalı, büyük bir sabırsızlıkla, ama yine de sabırla birinin gelip o ateşin yanına oturacağı- belki de hep orada kalmak üzere-saati beklemeli. Tanrı’ya inanan kişi, önünde sonunda, ergeç gelecek olan o saati beklemesini bilmeli.’

Okuduğu kitaplar ve bu kitaplardan alıntı yaptığı cümleler mektupların edebi değerini artıyor ve okumak sevgisi üzerine ise şu cümleleri paylaşmak gerekir;
‘Eğer bir adamı, resimleri inceden inceye incelediği için bağışlayabiliyorsan, kitap sevgisinin de Rembrandt’ı sevmek kadar kutsal olduğunu kabul etmek zorundasın; hatta ikisinin birbirini tamamladığı kanısındayım ben.’

‘Shakespeare harika adam! Kim onun kadar esrarlı olabilmiş? Dili, üslubu, gerçekten de bir ressamın ateşle, duyguyla titreyen fırçasıyla kıyaslanabilir. İnsan okumasını öğrenmek zorunda, tıpkı görmeyi, yaşamayı öğrenmek zorunda olduğu gibi…’

Theo’ya Mektuplar
Vincent Van Gogh, Yapı Kredi Yayınları


7 Mart 2012 Çarşamba

Aylak Adam

Dışarda çiğnenmemiş kar, üstüne bastıkça gıcırdıyordu. Kitapçının köşesinden tenha caddeye dönerken içinde bir boşluk vardı. Saatine baktı: ona geliyordu. “Nereye gideceğim? Keşke polis kuşkulanıp karakola götürseydi beni. Değişik bir gece olurdu. Belki onu da bulup getirirlerdi. Birlikte çıkardık. Sonra, sıkıntı. O bitti. Haşet’te kitap arayacağım. Niye koşuyorsun? Davete geç mi kaldınız? Her zaman geç kalanlar bulunur. Hindi dolması daha bitmemiştir. Bu gece insanların hindi yemesi gerekir. Bulamayanlar üzülür. Yılbaşı hindisi… ooo! Eğlenmek de zorunludur bu gece. Sinemalar, tiyatrolar, barlar doludur. Evlerde toplantılar vardır. Küçük bir toplantı demişti avukat. Göz kırpmıştı. ‘Neydi o yılbaşı donattığımız masa. Şu Mehmet bey ne şakacı adam. Kırdı geçirdi bizi… Ama karısı… Sorma kardeş.’ Küçük kumarlarımız vardır. On kuruşluk tombalalar. Şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının ‘aman ayol, bu ne kötü şans böyle’ sözüne karşılık kim bilir kaç erkek ‘üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır’ diyordur. Kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?” yanından geçen kadına döndü:

- Merhaba, dedi.

Der demez pişman oldu. Kadın durmuş ona bakıyordu. Sol elini cebinden çıkarıp kulağını kaşıdı. Kadın,

- Sizi tanımıyorum, dedi.

Buna verilecek karşılık belliydi: “Öyleyse tanışalım” deyip kadının koluna girmesi, “Ne soğuk. Sıcak bir yere girip bir şeyler içsek” demesi gerekiyordu. Kolaylıklardı bunlar. Kadın bunları bekliyordu ondan. Oysa;

- Ben de, dedi.
‘güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi..’


‘çabuk kurtulma özgürlüğü insanın elindeyken kişinin dayanamayacağı kötü durum yoktu..’


‘ya insanlar.. onların yaşamasında her şey ayrıntı. önemli olan yemek değil , yenecek yemeğin çeşididir ; giysi değil , giysinin çeşidi ; ayakkabının çeşidi. günlerin adı bile.. belli günlerde belli yaşamları vardır.. pazar günleri pazarlık yaşamalarını kuşanırlar, çarşambaları çarşambalık! hep ayrıntılar! paranın sayısı gibi.  güler’in mavi gözlü oluşu gibi..’


‘yaman adamdı bu dilenci. insanların işten dönerken ucuza huzur satın aldıklarını biliyordu..’


‘yoksa her şey ben olmadığım zaman, benim olmadığım yerlerde mi oluyordu..

bir genç horoz konuşabilseydi ancak bu sesle konuşurdu. neden insanlar susmayı bilmiyor.. ‘o bilir. susulacak zamanı o bilir.’ birden içinde ona karşı dayanılmaz bir sevgi, bir özlem duydu. elini biri nerde çekti aldı.. yerinden kalktı. işte gidecek. filmi görmese de olur. sinemadan çıkarken yarın gelip yine beklemeyi kuruyordu. bu gece günlüğüne ne yazacak.. bu günü nasıl özetleyecek.. ‘bir horozun vakitsiz ötüşü’ diye yazsa olmaz mı..’


‘doğru, hep başkayız. ayak bastığımız her yer dünyanın merkezi oluyor. her şey bizim çevremizde dönüyor..’

‘……birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. içimdeki sıkıntı eridi……’


“……dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. tramvaylardaki tutamaklar gibi. uzanır tutunurlar. kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. çocuklarına tutunanlar vardır. herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. gülünçlüğünü fark etmez…….”


‘’……böyle içten yalnız çocuklar gülebilir. bir de deliler……’’


“……biliyorum sizi. küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. büyüklerinden korkarsınız. akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. sizi bekleyenler vardır. rahatsınız. hem ne kolay rahatlıyorsunuz. içinizde boşluklar yok. neden ben de sizin gibi olamıyorum? bir ben miyim böyle düşünen? bir ben miyim yalnız?……”


 ‘……çevresine bakındı. yoktu. oturma odasını da aradı. orada da yoktu. bunca lüzumsuz eşya vardı da, neden en gereken, bir sigara küllüğü yoktu. kadınlar da böyleydi. dünyada gereğinden çok kadın vardı ama, yalnız bir teki yoktu……’


“……ne yamansınız dökme kalıplarınızla; bir şeyi onlara uydurmadan rahat edemezsiniz……”

 

“……kim bilir, iç sıkıntısı olmasa, belki insanlar işe gitmeyi unuturlardı……’


‘’……yaşamanın amacı alışkanlıktı, rahatlıktı. çoğunluk çabadan, yenilikten korkuyordu. ne kolaydı onlara uymak!…… güçlüğü umutsuzca zorlamak bile güzeldi……’’

“……insanın adı onunla en az ilgili olan yanıdır.doğar doğmaz, o bilmeden başkaları veriyor. ama yapışıp kalıyor ona. onsuz olmuyor……”


“……çabuk kurtulma özgürlüğü insanın elindeyken kişinin dayanamayacağı kötü durum yoktu……”

3 Mart 2012 Cumartesi

Düş Hekimi - MANİFESTO

 
Elli santim uzunluğunda, on beş santim genişliğinde, iki santim kalınlığında bir tahtayı alıp odana girersin.
 
Bütün ciddi işler, "ya sonra?"lar, felaket senaryoları, ödeyemeyeceğin hesaplar kalır kapının ardında; dudağında bir ıslık, sen tahtanı zımparalarsın.
 
Matkabı "darbeli" konumuna getirir, ucuna da "on"luk duvar delme ucu takarsın. Çıkar yeşil sandalyenin üzerine, çalan telefona aldırmadan tavana iki delik açar, deliklere de çelik dübelleri çakarsın. Dübellerin içine iki sağlam halkayı vidalar, inip aşağıya tavandaki dünyanın sekizinci harikasına bakarsın
 
Sonra tahtanın köşelerine on üç santimlik bir halatın geçebileceği delikler açar, sırf matrak olsun diye çakıyla bir de kalp kazırsın.
 
Halatı deliklerden geçirip, düğüm atar, Bülent Ortaçgil'i dinlerken yine çıkıp yeşil sandalyeye, halatın öbür uçlarını tavandaki halkalara bağlarsın
 
 
... ve hazır olursun;
 
gerilerde kalmış,
gereksiz ayrılınmış,
avuçlarından kaymış,
göz göre göre çalınmış,
bundan sonraki hayatına...

 ve başlarsın sallanmaya;** ** **
 
...
hani o ışıkları kapattığında pırıl pırıl parlayan yıldızlar yapıştırdığın tavanın
bir ucundan, öteki ucuna
 
... ve yumarsın gözlerini;
 
en güzel, en masum dönemin kucaklar seni, uçarak inerken aşağıya.
Pileli eteğiyle annen, yeni traş olmuş yanağıyla baban bekler,
yükselirken yukarıya.
 
Yılların arasından bir kuyruklu yıldız gibi kayarsın;
en kendin gibi, en cesur halinle,
en alman gereken kararları alırsın.

"O fikir" geliverir belki aklına;
daha hızlı, daha da hızlı sallanırsın.
 
Geri dönüşlü uzay yolculuğunda,
en renkli düşler yakıtın, bir asteroitten diğerine uçar,
bir başka diyarda, bir başka güneşle doğmuş çiçeği sularsın.
 
Belki ne kadar sevdiğini gözlerin kapalı, sırtın yere bakarken,

belki de sırt üstü düştüğün yerde, yıldızları sayarken anlarsın


ve atlayıp salıncağından,

        gerekeni yaparsın...
 
 
** ** **
 
Biz salıncak istiyoruz!
 
Biz,
fabrikalarda, floresan lambalı bürolarda, devlet dairelerinde demirbaşa kayıtlı,
basit salıncaklar istiyoruz.
 
Biz kendimize kavuşmak,
en rafine saatlerimizi ayırdığımız ortama ufacık bir renk katmak,
konsolide bütçede, iki dübel, iki halka,
kalp kazınmış tahta bir uzay aracı için ödenek istiyoruz.
 
Biz en ciddi kavgamızı salıncak sırasında yapmak;
 
bir zamanlar,
yani en "kendimiz" gibiyken “normal” olanın,
yeniden “normal” olmasını istiyoruz.

 
            Biz “kendimizi” geri istiyoruz!...