
"Eğer insan kısa cümleler kuruyorsa, uzun yorgunlukları vardır."
Bob Dylan
“Bir tarih kitabının üzerinde bunalmaktansa doğru dürüst sevişmeyi öğrenmek mübahtır.”
“Onaltı dümen ve sürekli erdemlilik yılı. Onaltı sıkıntılı yıl geride ne kaldı? Yalıtılmış, ufak görüntüler. Yeni kitapların kokuları, bir ekim resmini yaptığımız yapraklar, uygulamalı çalışmalarda kesilmiş kurbağanın formol kokulu iğrenç karnı, tatile çıkacakları için öğretmenlerin de insan olduklarının fark edildiği ve sınıfın daha tenha olduğu senenin son günleri. Artık sebebini bilmediğimiz tüm o büyük korkular, sınav akşamları. Düzenli bir alışkanlık. Bununla sınırlıydı. Artık biliyor musunuz Bay Brul, çocuklara onaltı yıl süren düzenli bir alışkanlığı dayatmak alçaklık? Zaman bozuldu, Bay Brul. Gerçek zaman, eşit saatlere bölünmüş ve mekanik değildir. Gerçek zaman özneldir. İçinde taşırsın. Her sabah saat yedide kalkın. Öğlen yemek yeyip, dokuzda yatın. Asla kendinize ait bir geceniz olmaz. Denizin alçalmayı bırakıp durduğu bir an, tekrar yükselmeden önce gecenin ve gündüzün birbirine karışıp eridiği ve nehirlerin okyanusla karşılaşmalarındakine benzeyen bir coşku seti oluşturduğu, dingin bir zamanın varolduğunu asla bilemezsiniz. Onaltı yıl gecelerimi çaldılar, Bay Brul. Beşinci sınıfta, altıncı sınıfa geçmemin tek ilerleyişim olması gerektiğine inandırdılar beni. Son sınıfta bitirme sınavını vermem gerekiyordu. Ardından bir diploma. Evet bir amacım olduğunu sanıyordum Bay Brul. Ama hiçbir şeyim yoktu. Başlangıcı ve sonu olmayan koridorda, bir embesiller römorkunda, diğer embesilleri izleyerek ilerliyordum. Hayatımızı diplomalarla geçiştiriyoruz. Aynı zorlanmadan yutturmak için kapsüllerin içine acı tozlar konması gibi. Görüyor musunuz Bay Brul, hayatın gerçek tadını sevebilirmişim bunu şimdi anlıyorum.”
Boris Vian, L’herbe Rouge (Kırmızı Ot)
Altıkırkbeş Yayınları, Temmuz 1994, 1.Basım, Çeviren Ayça Sezen, sf.94
Dışarda çiğnenmemiş kar, üstüne bastıkça gıcırdıyordu. Kitapçının köşesinden tenha caddeye dönerken içinde bir boşluk vardı. Saatine baktı: ona geliyordu. ”Nereye gideceğim? Keşke polis kuşkulanıp karakola götürseydi beni. Değişik bir gece olurdu. Belki onu da bulup getirirlerdi. Birlikte çıkardık. Sonra, sıkıntı. O bitti. Haşet’te kitap arayacağım. Niye koşuyorsun? Davete geç mi kaldınız? Her zaman geç kalanlar bulunur. Hindi dolması daha bitmemiştir. Bu gece insanların hindi yemesi gerekir. Bulamayanlar üzülür. Yılbaşı hindisi…ooo! Eğlenmek de zorunludur bu gece. Sinemalar, tiyatrolar, barlar doludur. Evlerde toplantılar vardır. “Neydi o yılbaşı donattığımız masa. Şu Mehmet bey ne şakacı adam. Kırdı geçirdi bizi.. Ama karısı.. Sorma kardeş.” Küçük kumarlarımız vardır. On kuruşluk tombalalar. Şimdi kim bilir kaç evde, kim bilir kaç kadının ‘aman ayol, bu ne kötü şans böyle’ sözüne karşılık kim bilir kaç erkek “üzülmeyin; kumarda kaybeden aşkta kazanır” diyordur. Kim bilir kaç erkek de acele edip bu sözü ondan önce söyleyemediler diye onu kıskanıyordur. Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerinden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay rahatlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben de sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen? Bir ben miyim yalnız?” yanından geçen kadına döndü:
- Merhaba, dedi.
Der demez pişman oldu. Kadın durmuş ona bakıyordu. Sol elini cebinden çıkarıp kulağını kaşıdı. Kadın,
- Sizi tanımıyorum, dedi.
Buna verilecek karşılık belliydi: “Öyleyse tanışalım” deyip kadının koluna girmesi, “Ne soğuk. Sıcak bir yere girip bir şeyler içsek.” demesi gerekiyordu. Kolaylıklardı bunlar. Kadın bunları bekliyordu ondan. Oysa;
- Ben de, dedi.
Yusuf Atılgan, Aylak Adam
Yapı Kredi Yayınları, Roman
Aşk maşk buz gibi yaşayacaksın…
Edip Cansever
‘insanların çoğu bir evin ne anlama geldiği hakkında hiç düşünmemiş gibi görünüyor.. yaşamlarını gereksiz yere yokluk içinde geçiriyorlar.. çünkü komşularının evi gibi bir evlerinin olması gerektiğini düşünüyorlar.. sanki bir insan terzinin onun için dikmeyi istediği her türden elbiseyi giymek ya da zamanla palmiye yaprağından şapkasını ya da dağsıçanı derisinden kasketini giymeyi bırakmak zorundaymış gibi, kendilerine bir taç almaya paraları yetmiyor diye zor zamanlardan söz ediyorlar.. sahip olduklarımızdan daha elverişli ve rahat bir ev her zaman olası, ancak kabul edilebilir ki, bir insanın parası buna yetmeyecektir.. hep daha fazlasını edinmek için mi çalışacağız, ara sıra daha azıyla da yetinemez miyiz.. saygın kişiler ölmeden önce, gençlere böylesine ciddi bir şekilde, ilkeleri ve örnekleriyle, fazladan bir takım parlak ayakkabı ve şemsiyeler ve boş misafirler için boş misafir odaları edinmenin gerekliliğini mi anlatacaklar.. niçin bizim mobilyalarımız da arapların ya da kızılderililerin ki kadar yalın ve basit olamaz.. cennetin habercileri ve insana verilen ilahi hediyelerin taşıyıcıları olarak ilahlaştırdığımız velinimetleri düşündüğümde, beraberlerindeki kişilerin gelip ayaklarına kapandıklarını ya da bir araba yükü gösterişli mobilyaları olduğunu gözümde canlandıramıyorum.. ruhani ve entelektüel anlamda onlardan üstün olduğumuz oranda, mobilyalarımızın araplarınkinden gösterişli olmasına izin verseydim – bireysel bir izin olamaz mı- ne olurdu.. günümüzde evlerimiz mobilyalarla tıka basa doldurulup kirletiliyor.. iyi bir ev hanımı büyük kısmını süpürüp çöp çukuruna atardı ve sabah yapılması gereken işini tamamlamış olurdu.. sabah işi.. aurora’nın kızılı ve menon’un müziği aşkına.. insanın sabah işi ne olmalı bu dünyada.. üç kireçtaşı parçası vardı masamda.. iğrenerek pencereden attım onları, aklımın mobilyalarının tamamı tozluyken bu taşların her gün tozlarının alınması gerektiğini anlayınca.. o halde nasıl sahip olabilirim mobilyalı bir konuta.. açık havada oturabilirim çoğunlukla, çünkü çimenler toz toplamıyor insanlar toprağı kazmadıkça..’
‘NEREDE VE NE İÇİN YAŞADIM..’ , HENRY DAVID THOREAU, Çeviri : YONCA YALÇIN ÇAKMAKLI, NOTOS KİTAP Yayınevi, Aralık 2010, 156 Sayfa..
Yarab! Beni aşkın belasıyla dost eyle;
Beni bir an olsun aşkın belasından ayırma.
Dert çekenlerden yardımını azaltma;
Yani beni çok belalara düşür.
Ben var oldukça bela isteğimi eksik etme;
Ben belayı isterim, çünkü bela da beni ister.
Aşkın belasında ağırbaşlılığımı bozma;
Sonra dost kınayıp da vefasız demesin.
Sevgilinin güzelliğini gittikçe daha da arttır.
Geldikçe beni onun derdine daha beter tutkun yap.
Onun ayrılığında vücudumu öyle zayıflat ki,
Sabah yeli beni götürüp ona kavuştursun.
Allahım! Fuzuli gibi bana gururu, kibri nasip edip,
Beni benliğime sımsıkı bağlama.
Kimden vefa istedimse ondan hep cefa gördüm.
Bu vefasız dünyada kimi gördümse vefasız olduğunu anladım
Kime çare bulsun diye derdimi anlattımsa,
Onu benden de beter bir dert içinde gördüm.
Kederli gönlümden hiç kimse üzüntümü defetmedi.
Temizlikten dem vuran dostları hep iki yüzlü gördüm.
Suyun eteğini tutsam, akıp benden yüz çevirir.
Aynadan sadakat umsam isteğimin aksini görürüm.
Umut kapısına ayak bastım başıboşluk el verdi.
Hüner ipliğinin ucunu yakaladım, elimde yılan oldu.
Felek bana kara bahtımın yıldızını yüz kez gösterdi.
Ben bahtsız, ona ne zaman baksam, kapkara gördüm.
Fuzuli! İnsanlardan yüz çevirsem beni ayıplama
Çünkü kime yüzümü döndüm, ondan yüz kötülük gördüm.
Tuyuğ
Güzelin işşi azarlamak ve naz etmek olur,
Gözleri bir büyücü cadı, gamzesi de ortalığı karıştırıcı olur.
Ey gönül! Sen bütün bunlara tahammül et, sabret;
Çünkü, sevgiliye kavuşmak zamanla, yavaş yavaş olur
"Bunca ki yandım yanarım, billah ki usanmamışım"
Kadı Burhaneddin maceracı bir kişiliğe sahip ilginç bir şairdi. Kadı olarak çalıştığı devlet içinde saltanat soyundan gelmese de iktidara ulaşabilen bir kişi. Şair. 18 yıl kendi adını taşıyan bir devleti idare eediyor. İlim adamlığı yanında sanatçı ve siyasi kişiliğini de aynı ölçüde öne çıkarıyor.
Yukarıdaki mısra onun Sivas kalesinde Akkoyunlularca idamıyla sona eren renkli ve maceracı hayatının bir yansıması gibidir. Üzerinde çalışılmayı hak eden, merak uyandırıcı bir isimdir Kadı Burhaneddin.
Gazel
Ecel eline kocaman bir kadeh almış
O kadehin içi ibret verici olaylarla dolu
Kimine kadehi yeni sunuyor,kimine de içirmiş,
Kimi de sarhoş olmuş, sürekli olarak toprakta yatıyor.
Zengin, yoksul, büyük, küçük, herkes
O sakinin elinden birer birer içer.
Ne güzel şerbet ki ondan bir defa içen
Ne sabah olduğunu bilir ne akşam olduğunu bilir.
Bu nasıl şerbet ki rengi ve mahiyeti bilinmez;
Kırmızı mı, beyaz mı, yıllanmış mı, taze mi?
Bu saki nice arslan gibi kişilerin sırtını yere getirmiştir.
Nice ejderhalar ona boyun eğmiştir.
Bu saki sultanları (bile) yatırdı.
Ki Anadolu ve Şam onların bir köyü idi.
İnternette bulduğum çeviri:
Ecelin elinde bir ulu kadeh var
Ki içi dolu ders verici olaylar
Kimine ayak sunar kimine içirmiş
Kimi toprakta esrik sürekli yatar
Ki bir bir içer o sakinin elinden
Zengin yoksul küçük büyük olanlar
Ne güzel şerbet ki bir kez içenler
Ne sabah ne akşam olduğunu anlarlar
Ne şerbettir ki bu hiç rengi bilinmez
Kızıl mı ak ham ya olgun anlamazlar
Ne aslanları yatırmış bu saki
Boyun eğmiştir ona ne ejderhalar
Nice sultanları yatırdı bu saki
Ki Anadolu’yu Şam’ı köy sayardı onlar
Özgün Metin:
Ecel tutmuş elinde bir ulu câm
Ki ol câmın içi dolu ser-encâm
Kime ayak sunar kime içürmiş
Kimi esrük yatur toprakta mûdam
Ki bir bir içer ol sâkî elinden
Bay u yohsul ulu kiçi has u âm
Zehî şerbet ki bir kez andan içen
Ne subh olduğunu bilür ne ahşam
Ne şerbettir bu hiç rengi bilünmez
Kızıl mı ak mıdur yâ puhte yâ nâm
Ne arslanları yaturmuş bu sâkî
Ne ejderhâlar olmuştur ana râm
Selâtinleri yaturdu bu sâkî
Ki bunlar bir köyü idi Rum u Şâm
"Bizler yaşlandıkça bu yaşam akıntısı da büyüyor ve onu aşmak gittikçe zorlaşıyor."
J.J.Rousseau
"Tanrı, gerçekliği göstermek için bazen bizi yanıltır."
Descartes
"Düşünmek ruhun kendi kendine konuşmasıdır."
T. Bernaro
"Düşünceler bedenin ve bilincin ötesinde üçüncü bir dünyadır."
Augustinus
"Nesnel bir gerçek olsa da, onu kendime mal eden benim."
Kierkegaard
"İnsanın umudu kalmazsa, çaba da sarf etmez."
Kant
"İnsanın büyüklüğü eyleminden değil, etkisinden gelir."
Laotse
"Suyun ve dağın güzelliğini hissetmiyorsan, artık bir çocuk gibi sevinemiyorsan, çok ileri gitmişsin demektir."
Dschuang Dse
hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , insanlar
müziğin sesi , sözcüklerin
yazılışı ,
hiçbir zaman olması gerektiği gibi değil , dedi , bütün
bize öğretilenler , peşinden koştuğumuz aşklar ,
öldüğümüz bütün ölümler , yaşadığımız
bütün hayatlar ,
hiçbir zaman olması gerektiği gibi değiller ,
yakın bile değiller..
birbiri arkasından yaşadığımız
bu hayatlar ,
tarih olarak yığılmış ,
türlerin israfı ,
ışığın ve yolun tıkanması ,
olması gerektiği gibi değil ,
hiç değil ,
dedi..
bilmiyor muyum ? diye
cevap verdim..
uzaklaştım aynadan..
sabahtı , öğlendi ,
akşamdı ,
hiçbir şey değişmiyordu
her şey yerli yerindeydi ,
bir şey patladı , bir şey kırıldı ,
bir şey kaldı..
merdivenden inip içine
daldım..
CHARLES BUKOWSKI..
‘Gülün Gölgesinde.. Dünyevi Şiirlerin Son Gecesi 2. Cilt..’ , CHARLES BUKOWSKI , Çeviri : AVİ PARDO , PARANTEZ Yayınları , Kasım 2002 , 174 Sayfa..
Baki
Dünyanın süslerinden el çekmeye niyetim var
Yakında yokluk derler bir şehre seyahatim var
Uçtu gitti bu göklerden inleyen gönül kuşum
Fırsat bulamaz oldum yolculuk kederim var
İçse bir aşık -ta kıyamete kadar ayılmaz
Feleğin meclisinde -bilmem kadehinde ne haller var
Bu haller ile ey gönül sağ olmaktansa alemde
Dilberlerin gam derdinden ölmekte incelik var
Gittikçe viran gönül ülkesini harap ediyor
Zamanın bu cefasından bir şaha şikayet var
Baş vermeye razıdır da dünyaya gönül vermez
Ayrılık ehlinin ey Bâkî başında saadet var.
(Günümüz diline uyarlayan: Adnan Durmaz)
Âlâyiş-i dünyâdan el çekmege niyyet var
Yakında adem dirler bir şehre azîmet var
Uçdı bu fezâlardan mürg-ı dil-i nâlânım
Ârâm idemez oldum efkâr-ı
Nûş eylese bir âşık tâ haşre dek ayılmaz
Bezm-i feleğin bilmem câmında ne hâlet var
Bu hâlet ile ey dil sağ olmada âlemde
Derd ü gam-ı dilberle ölmekte letâfet var
Gitdükçe harâb eyler mülk-i dil-i vîrânı
Dehrün bu cefâsından bir şâha şikâyet var
Ser terkine kâ'ildir dünyâya gönül virmez
Terk ehlinin ey Bâkî başında sa'adet var.