19 Ekim 2013 Cumartesi
18 Ekim 2013 Cuma
Kamyonlar kavun taşır ve ben Boyuna onu düşünürdüm
İSTANBUL
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Kamyonlar kavun taşır ve ben
Boyuna onu düşünürdüm,
Niksar'da evimizdeyken
Küçük bir serçe kadar hürdüm.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Sonra âlem değişiverdi
Ayrı su, ayrı hava, ayrı toprak.
Mevsimler ne çabuk geçiverdi
Unutmak, unutmak, unutmak.
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Anladım bu şehir başkadır
Herkes beni aldattı gitti,
Yine kamyonlar kavun taşır
Fakat içimde şarkı bitti.
Cahit Külebi
17 Eylül 2013 Salı
Mühürlenmiş Zaman
Aleksander Blok, “Şair,
kargaşadan uyum yaratır” demiştir. Puşkin, şairi peygamberlik yeteneğiyle
donatır…
Sanatsal görüntü daima, birinin
yerine ötekini, büyüğün yerine küçüğü geçiren bir göstergedir. Canlıdan söz
etmek isteyen sanatçı ölüden bahseder, sonsuz hakkında konuşabilmek için
sınırlı olanı sunar… Bir yedek! Sonsuzu maddeleştirmek mümkün değildir, ancak
onun yanılsaması, görüntüsü yaratılabilir.
Bence, çağımızın en üzücü özelliği, sıradan insanın
bugün, güzeli ve gerçeği olmayanı yansıtmakla ilgili olan her şeyden koparılmış
olmasıdır. “Tüketicilere” göre biçilmiş günümüz kitle kültürü –bir protezler
medeniyeti- ruhları sakatlıyor; insanın kendi varlığıyla ilgili en temel
soruları sormasını, bir ruhsal varlık olarak kendisinin bilincine varmasını
giderek artan bir şekilde engelliyor.
Ama bir sanatçı, gerçeğin sersine kulaklarını tıkamamalıdır, tıkayamaz, çünkü
ancak ve ancak bu çağrı, yaratıcı iradesini belirleyecek ve disiplin altına
alacaktır. Sanatçı ancak bu sayede inancını başkalarına da aktarabilme
yeteneğine kavuşacaktır. Bu inanca sahip olmayan bir sanatçı ise doğuştan kör
bir ressama benzer.
Her doğal organizma gibi sanat
da birbiriyle çelişen öğelerin mücadelesi sonucu yaşar ve gelişir. Zıtlıklar
burada iç içe geçer, yani bir anlamda düşünceyi sonsuza dek tekrarlar.
1848 yılında Gogol, Şukovski’ye
şu satırları yazmıştı:
“… vaaz vererek öğretmek benim işim değil, sanat zaten
başlı başına bir öğrenme süreci. Benim işim, yaşayan görüntüler aracılığıyla
konuşmaktır, yargılar aracılığıyla değil. Hayatı, hayat olarak ele almalı ve
asla ucuzlatmamalıyım.”
İnsanoğlu, dört bin yıldır
hiçbir şey öğrenemediğini yeterince göstermedi mi?
Sanatın deneyimlerini, sanatta
ifade edilen idealleri hakikaten benimseme yeteneğimiz olsaydı, hiç şüphesiz,
çok daha iyi insanlar olurduk.
Sanatın büyüklüğü ve iki
anlamlığı, “Dikkat! Radyoaktivite! Hayati Tehlike!” diye uyarı levhaları astığı
yerlerde bile herhangi bir şey ispatlamaya, açıklamaya ya da cevaplamaya
çalışmamasında yatar. Sanatın etkisi, töresel ve ahlaksal sarsıntılarla
yakından ilgilidir. Kim sanatın duygusal tezlerinden etkilenmez, onlara
inanmazsa o, radyoaktif bir hastalığa –bilinçsizce ve hiç farkına bile
varmadan- yakalanma tehlikesiyle karşı karşıyadır… Hem de, dünyanın üç
balinanın sırtına yerleştirilmiş bir tepsi olduğuna inanan insanların geniş
yüzünde beliren o aptal, huzurdolu tebessümle…
Leo Tolstoy, 21 Mart 1885’de,
günlüğüne son derece isabetle şu satırları kaydetmişti: “Politika sanatı dışlar, çünkü hedefine varmak için tek taraflı olmak
zorundadır.”
Genel dünya görüşüne uymadı diye
bir şeyi “başarısız” addetmek acaba ne dereceye kadar doğrudur. Bir dahi özgür
değildir. Thomas Mann, bir keresinde şöyle bir söz sarf etmişti: Özgür olan, yalnızca kayırsızlıktır.
Kişilik sahibi olan özgür değildir, aksine kendi damgasının izini taşımak,
gereklerine uymak ve esiri olmak zorundadır…
Stavrogin: “…Apocalyps’te melek, bundan bçyle zamanın
olmayacağını ilan eder.”
Krillov: “Biliyorum. Orada bu, yoruma yer bırakmayacak
açıklıkta yer almış. Bütün insanlar mutluluğa kavutçuğunda zaman da ortadan
kalkacak, çünkü artık gerekmeyecek… Çok doğru bir düşünce.
Stavrogin: “Peki ama zamanı nereye saklayacaklar?”
Krillov: “Hiçbir yere. Zaman bir eşya mı, hayır, yalnızca
bir düşünce. Zihinlerinden silinip gidecek.”
Zaman, “ben”imizin varlığına
bağlı bir koşuldur. Zaman bizi besleyen bir atmosferdir. Varlık ve varlık
koşulları arasındaki bağ kopunca kişi ve onunla birlikte kişisel zaman ölünce,
zaman da ölür.
Ahlaksal bir varlık olarak insan, öyle bir anımsama
yeteneğiyle donatılmıştır ki kendi sınırlarının farkına yine kendisi varır.
Anılar bizi saldırılara açık, acı çekmeye hazır kılar.
Bir insan, yaşadığı zaman
süresince kendini gerçek peşinde koşma yeteneği olan ahlaksal bir varlık olarak
kavrama olanağına sahiptir. Zaman, insana varilmiş hem tatlı hem de acı bir
armağandır. Yaşam, varolmak için kendine koyduğu hedeflere uygun bir
geliştirmesi için insana tanınmış bir süreden başka bir şey değildir ve insan bu gelişimi gerçekleştirmek
zorundadır. Yaşamımızın sıkıştırıldığı o acımasız derecede dar çerçeve, bizim
kendimize ve diğer insanlara olan sorumluluğumuzu açıkça gözler önüne serer.
İnsanın vicdanı da zamana bağlıdır ve yalnız onunla varolur.
Geçmiş, bir anlamda içinde
yaşanılan zamandan çok daha gerçektir, en azından çok daha dayanıklı, çok daha
süreklidir. Şimdiki zaman akıpgider, kaybolur, parmaklarımızın arasından kum
gibi kayar. Maddi ağırlığına ancak anılarla kavuşur.
20. yüzyılda insanın toplumsal
olaylara katılma oranı görülmedik derecede, neredeyse ölçülemeyecek derecede
yükseldi: Sanayi, bilim, ekonomi ve diğer pek çok hayat alanı insanı, sürekli
bir biçimde çaba sarf etmeye, yorulmak bilmeksizin dikkatini bir noktada
yoğunlaştırmaya zorlamaktadır, yani her şeyden önce insandan zamanını
çalmaktadır.
20. yüzyılın ikinci yarısında sanat her türlü gizemini
kaybetmiştir. Günümüzün sanatçısı, tam bir kabul görmek istiyor, hem de hemen,
manevi başarıların anında paraya çevrilmesini istiyor. Zavallı Franz Kafka!
Yaşadığı sürece hiçbir eseri basılmayan ve vasiyetnamesinde bütün metinlerinin
yakılmasını talep eden Kafka’nın dramı ne kadar sarsıcı! Bu açıdan bakıldığında
Kafka, ahlaken modası geçmiş bir dönemin parçasıydı. Zaten bu yüzden de Kafka
bu kadar acı çekti, çünkü zamanına “ayak uydurmasını” bilemedi.
Kadının güzel yada çirkin, cana
yakın ya da sıkıcı olup olmadığı konusunda bile kesin bir şey söylemek mümkün
değil. Kadın insanı aynı anda hem çekiyor hem de itiyor, hem açıklanamaz bir
güzelliği içinde barındırıyor hem de insanı ürküten, sessiz bir şeytanlığı.
İnsana hiç de romantik anlamda çekici gelmeyen şeytanca şeyleri… Olumsuz
işaretli bir büyüyü, neredeyse kokuşmuş ama gene de olağanüstü güzel bir
büyüyü…
Tek öğrenilemeyen şey bağımsız
olmak, saygın bir biçimde düşünebilmektir. Tıpkı kişilik sahibi olmanın da
öğrenilemeyeceği gibi…
İnsan çok önemli şeyler hakkında
konuşmaya başladı mı, söylediği ve savunduğu şeylere gösterilen tepkilerden çok
etkileniyor. Ne pahasına olursa olsun anlaşılamamaktan korunmak istiyor.
Bir sanatçının düşüncesi
benliğinin en gizli kalmış derinliklerinde bir yerlerde oluşur. Dışsal, “maddi”
bir tasarımla asla belirlenemez; sanatçının ruhu ve vicdanıyla bağıntılı,
sanatçının genel yaşam görüşünün bir ürünüdür. Aksi takdirde tasarıları daha
başından sanatsal açıdan boş ve verimsiz kalmaya mahkumdur. Tabii insan mesleki
açıdan sinema ya da edebiyatla
ilgilenebilir ve gene de sanatçı
sıfatı taşıyamaz, yalnızca yabancı düşüncelerin uygulayıcısı olur, işte o
kadar.
İnsana adeta dışarıdan dayatılan
bu bilgiye ulaşma gayreti kendince oldukça dramatiktir, çünkü huzursuzluk ve
mahrumiyet, acı ve hayal kırıklığı eşliğinde gelişir her şey: Son gerçeğe
varmak imkansızdır. Buna ek olarak, insana bir de vicdan verilmiştir. İnsan,
davranışlarında ahlak yasalarıyla çelişkiye düştüğü an vicdanının eziyeti
başlar. Buna göre vicdanın olması da bir anlamda trajik bir olaydır.
Eylül toparlandı gitti işte
ACIYOR
Mutsuzlukdan söz etmek istiyorum
Dikey ve yatay mutsuzluktan
Mükemmel mutsuzluğundan insansoyunun
Sevgim acıyor
Biz giz dolu bir şey yaşadık
Onlarda orada yaşadılar
Bir dağın çarpıklığını
bir sevinç sanarak
En başta mutsuzluk elbet
Kasaba meyhanesi gibi
Kahkahası gün ışığına vurup da
öteden beri yansımayan
Yani birinin solgun bir gülden kaptığı frengi
Öbürünün bir kadından aldığı verem
Bütün işhanlarının tarihçesi
sevgim acıyor
Yazık sevgime diyor birisi
Güzel gözlü bir çocuğun bile
O kadar korunmuş bir yazı yoktu
Ne denmelidir bilemiyorum
sevgim acıyor
Gemiler gene gelip gidiyor
Dağlar kararıp aydınlanacaklar
Ve o kadar
Tavrım bir çok şeyi bulup coşmaktır
Sonbahar geldi hüzün
İlkbahar geldi kara hüzün
Ey en akıllı kişisi dünyanın
Bazen yaz ortasında gündüzün
sevgim acıyor
Kimi sevsem
Kim beni sevse
Eylül toparlandı gitti işte
Ekim filanda gider bu gidişle
Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar
Turgut UYAR
14 Eylül 2013 Cumartesi
Tüm ölülerin şerefine
tüm ölülerin şerefine..
ölü ruhlarınızın,
ölü anılarınızın,
ölü insanlarınızın,
ölü insanlığınızın...
şerefine
13 Eylül 2013 Cuma
Seni mutlu edeyim mi
Bundan böyle morali bozuk dostlarıma bu sahneyi izleteceğim. Ne de olsa ister istemez üzerindeki ölü toprağı atacaktır.
‘insan yaşayamaz
içinde bir ölüyle
onu fırlatıp atmak
tıpkı çürük bir meyve gibi
ya da bulaşıp ölülüğüne
ölmek gerekir , salıp kendini..’
ALAIDE FOPPA
10 Eylül 2013 Salı
Kara Yılan İnliyor - Black Snake Moan
Filmin ismini aldığı 1927 yılına ait şarkı.
Son House
Sadece bir tür Blues vardır ve o
bu Blues genelde erkek ve kadın arasındaki aşkı anlatan türdür ve aşk bir süre
önce söylediğim şu şarkılardan birinde
söylediğim gibidir. İçinde bir cümle vardı. Aşk tüm kusurları kapatır, diyordu.
Sana hiç yapmak istemediği şeyleri yaptırır. Aşk bazen kendini mutsuz ve üzgün hissetmene
sebep olur. Ben burada Blues’dan bahsediyorum. Diğer saçmalıklardan
bahsetmiyorum. Ve konusu her zaman erkek ve kadındır. İki insanın birbirini
sevmesi gerekirken biri ya da diğeri, diğerini her zaman aşk konusunda aldatır.
Bazen böyle bir Blues birbirinizi öldürmenize bile sebep
olur. Yani bu tür bir sevginin size her şeyi yaptırmanızın sebebi burada
kalbinizde olmasıdır. Blues kalbinizde başlar.
12 Ağustos 2013 Pazartesi
Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım.
Bu sevinçli, akıllı uslu insan sesleri arasında yalnızım. Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı fikirde olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte düşünmeye ne kadar önem veriyorlar! Bakışı içe dönük, balık gözlü, kimsenin kendisiyle uyuşamadığı adamlardan biri aralarına karışmayagörsün, suratları hemen değişir.
İnsan yalnız yaşayınca bir şey anlatmanın bile ne olduğunu unutuyor: Dostlarla birlikte inanılabilir şeyler de ortadan kayboluyor. Olaylar da öyle. İnsan onlara da aldırmaz oluyor. Bir bakıyorsunuz konuşan insanlar çıkıyor ortaya, bir bakıyorsunuz çekip gidiyorlar. Başını sonunu duymadığınız hikayelere dalıyorsunuz. Duyduğunuzu anlatın deseler kötü tanıklık edersiniz.
Birbirimizi sevdiğimiz sürece, en önemsiz yaşantılarımızın, en hafif acılarımızın bile bizden koparak geride kalmasına göz yummamıştık. Sesleri, kokuları, gün ışığının küçük ayrıntılarını, hatta birbirimize açıklamadığımız düşüncelerimizi bile alıp götürmüştük. Bütün bunlar canlılıklarını yitirmemişler, bugün bile bize acı ya da sevinç vermişlerdi. Tek bir hatıra bile yok. Söndürülmez ve yakıcı bir aşk. Geriye çekilmek, gölgeye ya da bir kuytuya sığınmak elden gelmiyor. Üç yıl tek bir an gibi duruyor. Anny'le bu yüzden ayrılmıştık.
Yaşarken başımızdan hiçbir şey geçmez. Dekorlar değişir, kişiler girer çıkar yalnızca. Başlangıçlar da yoktur; günler anlamsız bir biçimde birbirine eklenir durur; sonu gelmez, yeknesak bir ekleniştir bu.
Ben geçmişimi nerede saklayacağım? Geçmişinizi cebinizde saklayamazsınız. Onu koyacak bir evimiz olmalı. Gövdemden başka şeyim yok. Yapayalnız bir adam, yalnız gövdesiyle hatıraları durdurup saklayamaz. Hatıralar üzerinden geçip gider onun. Ama yakınmamalıyım. Çünkü hür olmaktan başka şey istememiştim.
Jean-Paul Sartre
28 Temmuz 2013 Pazar
Gider ayak
Yaşlandıkça küfretme özelliğim ön plana çıkıyor, ferahlatıyor beni.. Giderayak herkese küfredeyim diyorum!
Ara GÜLER
17 Temmuz 2013 Çarşamba
Ferit Edgü - Devam*
için bir geceyarısı
kitabı.
Niçin konuşmaya
başlıyorum? Niçin konuşmaya başlıyorum – susmuşken? Bir kez olsun susmuşken.
Her zaman için susmuşken. Bir kez daha ağzımı açmamaya karar-
Niçin yeniden?
Ansıdığım bir şey mi
var? Söylemek istediğim bir şey mi var? Söylemek gereğini duyduğum bir şey mi
var? Hayır. Öyleyse? Öyleyse niçin konuşmak? Niçin konuşmaya yeniden başlamak?
Niçin konuşmanın gereğini duymak?
Gelen biri mi var?
Rahatsız eden(beni, yani düzenimi, yani sessizliğimi) biri mi var? Hayır.
Sanmıyorum. Öyleyse niçin sözcükler? Niçin aramak? Bir kez daha. Neyi? Hem
neyi? Bir kez daha. Niçin? Hem niçin? Nasıl paslanmış dili kullanmaya çalışmak
Hiçbir zaman susamayacak (mutlak) mıyım? Hiçbir zaman susmam sürdüremeyecek
miyim? Bilmiyorum. Hiçbir zaman…? Bilmiyorum, dedim.
Nasıl devam? Bütün yaşamım boyunca bildiğim bu,
karşılaştığım bu, kendi kendime söylediğim bu, başkalarının bana söylediği bu:
Devam! Devam! Evet, Devam! Ama nasıl başlamak? Nerden başlamak? Sonra devam.
Sonra, nasıl devam etmek? (bitirmeyi düşünen yok) Ama başlamak. Ama devam
etmek.
Deniz denizi siliyor. İnsan İnsanı. Böyle bu. İnsan insanı
silemeyecek(yorgunluk?bıkkınlık?) Böyle bu. İşte o zaman… İşte o gün bitecek.
Ve başka bir şey – ne,adlandıramıyor şu anda. Sona erecek. Bir gün. Tümü. Bir
yaz günü. Güzelim bir yaz günü-
Dostum Metin sayesinde okuduğum kitap.
8 Temmuz 2013 Pazartesi
Thomas Bernhard Beton
İnsanlar zihni izleyip ele
geçirmek,onu mahvetmek için buradalar, kafanın zihinsel bir çabaya hazır
olduğunu hissediyor ve bu zihinsel çabayı henüz filizlenirken boğmak için
yolculuğa çıkıyorlar.
Anne baba ufak bir çocuk yapar
ve böylece dünyaya bir canavar kazandırırlar.
Kulak kabartıyor, ama bir şey
duymuyordum. Evin çevresinde komşu evleri olduğu halde hiçbir şey duyulmuyordu.
Sanki şu dakikada her şey ölmüştü. Bu durum birden hoşuma gitti ve onu mümkün
olduğu kadar uzatmayı denedim. Dakikalarca bu durumu uzatıp, çevremdeki her
şeyin kesinkes ölmüş olduğu tahayyülünün tadını çıkarttım.
Ortaya çıkmış ve işimi ve
sonuçta da beni nerdeyse mahvetmişti. Kadınlar ortaya çıkar ve birine yapışıp
onu mahvederler. Ama onu çağıran ben değil miydim?
Gerçek zaten her zaman en
korkunç olan şey, ama gene de yalana, kendi kendini aldatmaya dayanacağına
gerçeğe dayanmak her zaman daha iyi.
Bizim gibiler bir yandan yalnız
kalamazlar, öte yandan da bir topluluğa dayanamazlar, bizi ölesiye sıkan erkek
topluluğuna dayanamaz, ama kadın topluluğuna da dayanamazlar, erkek
topluluklarını ben bırakalı onlarca yıl oldu, çünkü hiçbir şey vermez, kadın
topluluğu ise kısa süre sonra sinirime dokunur.
Bugün gene kafama dank etti;
birine gereksinimimiz var mı yoksa gereksinimimiz yok mu hiç bilemeyiz ya da
aynı zamanda birine gereksinimimiz var mı yok mu ve hiçbir zaman gerçekte neye
gereksinimimiz olduğunu asla bilmediğimiz için mutsuzuzdur.
Düşünceyi duyurmak suçların en
zararlısıdır ve ben bu en zararlı suçu birçok kez işlemekten kaçınmadım.
İyi dünya denilen dünya
bütünüyle ikiyüzlü, bunun tersini ilan eden ve hatta buna inananlar ise rafine
bir insanteper ya da affedilemez bir ahmak. Bugün biz yüzde doksan bu
insanteperler ve yüzde on affedilemez ahmaklarla uğraşmaktayız. Ne birine ne de
ötekine yardım edilebilir.
Dünya her şeyi karşılayacak kadar
zengindir gerçekten, ama bunu dünyayı yöneten politikacılar tamamen bilinçli
olarak engelliyorlar. Yardım çığlıkları atıyorlar ve her gün milyarları silah
için harcıyorlar ve utanmıyorlar.
Kitle köpekten yana, çünkü
kendileriyle yalnız kalma çabasını görmek istemiyor.
Vaktiyle bu insanlar hakkında
gerçekten düşünürüz ve birden onlardan nefret ederiz, onlardan nefret etmek
dışında başka türlü davranamayız ve onları uzaklaştırırız ya da tersine bir
anda biz onları tam anlamıyla gördüğümüz için, onlardan uzaklaşmak zorunda
kalırız ya da tersi.
Ne kadar çok hüzünle
karşılaşıyoruz, dedim kendi kendime, eğer görebiliyorsak, başkalarının hüznünü
ve mutsuzluğunu görüyoruz.
Cümleler kafamızdayken, diye
düşündüm, onları kağıda geçirmemizin garantisi yoktur. Cümleler bizi ürkütür,
önce düşünce bizi ürkütür, sonra cümle, sonra cümlenin yazmak istediğimizde muhtemelen
artık kafamızda olmayışı.
Bir konuya takılırız ve yıllarca
ona takılı kalırız. Onlarca yıl ve bu konunun her durumda bize baskı yapmasına
izin veririz. Yeterince erken başlamadığımız için ya da yeterince erken
başladığımız için. Zaman hepimizi mahvediyor, ne yaparsak yapalım.
Gerçekten de biz bizden daha
mutsuz olan bir insanın yanında hemen düzeliyoruz. Ve hastalığımız, hem de
ölümcül hastalığımız bile bir anlam taşımıyor.
Kendimizi biz yapmadık.
19 Haziran 2013 Çarşamba
Leviathan - Thomas Hobbes
Leviathan Latincede Civitas diye adlandırılan devlettir ve bu devlet insan ederi yapay bir yaratıktır. Tıpkı insana benzer ama ondan daha büyük ve daha güçlüdür, çünkü insanları korumak ve savunmak için yaratılmıştır. Bu insan yapısı yaratıkta üstün egemen güç onun ruhunu temsil eder, yargı, yürütme görevlerini yapan yargıçlar, memurlar ve diğer görevliler bu yaratığın hareket etmesini sağlayan yapay eklemleridir. Egemenlik kavramının içinde yer alan cezalandırma ve ödüllendirme mekanizması bu yaratığın sinir sistemini oluşturur.
Doğal Yaşama Dönemi
Eşit olan insanlar amaçlarına ulaşmada da eşit istek ve
umut besleyeceklerdir. Bu nedenle aynı şeyi ele geçirmek isteyen iki insan, o
şeye birlikte sahip olamayacaklarından birbirlerine düşman olacaklardır. Aynı
amaç peşinde koşan insanlardan her biri diğerini ortadan kaldırmaya ya da ona
hükmetmeye çalışacaktır. İnsanların hepsine ortak amaç ise, önce varlıklarını
korumak ve sürdürmek ve ondan sonra da beğendikleri şeyleri ele geçirmektir. Bunun için iyi bir ürün alan, iyi bir şey üreten, iyi
bir yere sahip olan her insanın karşısına, her zaman onun emeğinin ürünlerini
almak, onu öldürmek isteyecek başkası ya da başkaları çıkacaktır. Ne var ki bu
saldırganlar da ele geçirdikleri değerlere, ancak kendilerinden daha güçlü
birinin gelip onu ellerinden alıncaya dek sahip olabilecektir.
İnsanlar arasındaki mücadeleyi
Hobbes üç nedene bağlar: Rekabet, güvensizlik ve herkesten üstün olma
tutkusudur bunlar.
Herkesin herkesle savaş halinde olduğu bir ortamda
adaletten söz edilemez, çünkü böyle bir ortamda hiçbir şey adalete aykırı
sayılmaz, adil olan ve olmayan ayrımı yoktur. Herkesin boyun eğeceği ortak bir
iktidarın bulunmadığı yerde yasa yoktur, yasanın olmadığı yerde adil olan ve
olmayan ayrımı yoktur. Şiddet, hile ve kurnazlık savaş halinin temel ilkeleri
sayılır. Adalet insanın doğal
yetenekleri arasında yer almaz, tek başına yaşayan bir insan için adalet bir
anlam taşımaz, ancak toplum içinde yaşayan insan için adalet kavramı bir değer
ve anlam taşır.
Sosyal Sözleşme
İnsanların aralarında
yapacakları anlaşmanın koşulları doğal yasalar olarak belirlenir. Doğal yasa
aklın bulduğu genel kurallardır ve doğal yasa insana yaşamını sürdürebilmesi ve
korunabilmesi için yapması ve kaçınması gerekenleri gösterir.
Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi
başkasına yapma..
Siyasal Sözleşme
Hobbes, bir iktidarın toplumdaki tüm insanların bütün
yetki ve güçlerini bir kişiye ya da bir meclise devretmeleriyle kurulacağını
söyler. Bunun için de insanlar aralarında şöyle bir sözleşme yapacaklardır: “Ben
bu kişiye ya da meclise kendi kendimi yönetme hakkımı terk ediyorum, ancak sen
de aynı kişi ya da meclis lehine hak ve yetkilerini terk edeceksin.”
Egemen güç yapılan sözleşmeye taraf olmadığı için,
sözleşme hükümlerine aykırı hareket etmesi söz konusu olamayacağı gibi, hiçbir
koşulda da bağlı değildidir; bu nedenle
sözleşmeye aykırı hareket ettiği ya da
öngörülen bir koşula uymadığı gerekçesiyle devletin egemen gücün emirlerine uyulmaması düşünülemez.
Egemen gücün haksız davrandığından, adalete aykırı
hareket ettiğinden yakınılamaz ve bu yolda bir iddia ileri sürülemez, insanlar kendi iradeleri ile tüm hak ve yetkilerini
devrettikleri kişinin ya da meclisin iradesine uymayı kabul etmişlerdir. Onun
adile dediğini adil, iyi ve doğru dediğini de iyi ve doğru kabul etmeyi
kararlaştırmışlardır. Bu nedenle egemen
gücün sahibinin cezalandırması ya da öldürülmesi söz konusu dahi edilemez.
Hukukun tek bir kaynağı vardır, o da egemen gücün
iradesidir. İnsanlar barış ve güvenlik
için yapay yaratık devleti yaratmakla kalmamışlar, aynı zamanda yasa denen
yapay zincirleri de yaratmışlardır ve yaptıkları anlaşmayla bu zincirin bir ucu
egemen kişinin ya da meclisin dudaklarına, diğer ucunu da kendi kulaklarına bağlamışlardır.
Kuşkusuz yasaların hedefi insanların tüm
davranışlarını kısıtlamak değildir, onların birbirlerine kötülük yapmalarını
önlemektir, yasa izlenecek yolu gösterir, yoksa tüm yolları tıkamaz.

Devletin Görevi
Egemen gücün toplumun mutluluğu
için yerine getireceği bir görevi “iyi
yasa”lar yapmak olacaktır. İyi yasa ise, “halkın iyiliği için gerekli olan
yasadır.” Yasalar kolay anlaşılır; açık ve seçik ifadeli olmalıdır.
Egemen gücün görevlerinden biri de iyi danışmanlar
seçmesi ve işlenen suçun ağırlığına göre ceza vermesidir.
6 Haziran 2013 Perşembe
Düşünen Adam
Heykeli tımarhaneye, kendisi hapishaneye konulan bir ülkede "Düşünen Adam" nasıl yetişsin?
Mehmed Selahaddin Şimşek
31 Mayıs 2013 Cuma
Ruhun bütün dünyadır. Sıddhartha-Hermann Hesse
Ruhun bütün dünyadır
Kişi kaynağı kendi Ben’inde
bulabilmeli, ona sahip olmalıydı. Bunun dışındaki her yol bir avuntu, bir
sapma, bir yanılgı idi.
Alışveriş yapan iş adamları, ava
giden prensler gördü. Ölülerine ağlayan yaslılar, vücutlarını veren fahişeler,
hastalara bakan doktorlar gördü. Tohum atma gününü seçen rahipler, sevişen
aşıklar, çocuğunu yatıştıran anneler gördü. Hiç biri, bunların hiçbiri bir göz
atmaya değer şeyler değildi; her şey yalandı, her şey fesat kokuyordu; bunların
hepsi duyuların aldanması, mutluluk ve güzelliğin sadece bir görüntüsü idi.
Hepsinin yazgısı çürümekti. Dünyanın asıl tadı acı idi. Yaşam acı çekmekti.
Bir kimse öğrenmek istediği bir
şeyi okurken harflerden ve noktalama işaretlerinden nefret etmezi onlara
görüntüler, rastlantı sonucu karşımıza çıkmış şeyler diyemez, onları okur,
inceler, harf harf sever onları.
İnsan aşkı dilenebilir, satın
alabilir, aşk ona armağan edilmiş olur, ya da aşkı sokaklarda bulmuş olabilir,
fakat aşk hiçbir zaman çalınamaz.
İnsanların çoğunun çocuk gibi ya
da hayvan gibi bir yaşam sürdüklerini görüyor, onları hem seviyor hem de
onlardan nefret ediyordu. Kendisi için en önemsiz en değmeyecek şeyler için
onların kendilerini tükettiklerini, acı çektiklerini, yaşlanıp kocadıklarını
görüyordu; bunlar para, küçük zevkler, ün gibi şeylerdi.
Unutuşu, hareketsizliği, ölümü
arzuluyordu. Keşke ona bir yıldırım çarpsaydı! Bir kaplan gelip onu yeseydi!
Ona her şeyi unutturacak, onu hiç uyanmamasına uyutacak bir yabanıl ot, bir
zehir olsaydı!
Siddhartha, Hermann Hesse, Yankı Yayınları, 1973
28 Mayıs 2013 Salı
Mekkeye Giden Yol - Muhammed Esad (Leopord Weiss)
Hayatı korumak öyle zor ki… O
her zaman Allah’ın bir lütfudur., şaşkınlık veren bir hazinedir.
Arabistan’daki telakkiye göre,
kahvenin iyi olması için o “ölüm gibi acı, kadın gibi sıcak” olmalıdır.
Anladım ki artık, manevi cepheye
hitap eden gerçek bir tanrı fikri yoktur. Her şey konfordan ibaret. Şüphesiz
dini nizamı düşünen ve ahlak inançlarını, medeniyetin ruhuyla uzlaştırmak için
ümitsiz bir gayret sarf edenler vardı.
Hayatımız ne derece şaşkın ve
bedbaht bir hale gelmişti. Birbirine şiddetli bir kin besleyen bu insanlar
arasında gerçek birlik hiç yok gibiydi. Toplulukta ve milletçe her yerde
histerik bir ısrar vardı. İçgüdülerimizden ne kadar uzaklaşmıştık. Ruhlarımız
ne derece yavanlaşmış, daralmıştı.
İnanç eksikliği veya daha çok
inanamamak, zamanımızın en esaslı hastalığıdır.
Bir daha aramızdan bir
Beethoven, bir Rembrandt çıkmayacak. Bunun yerine, şimdiki gibi ümitsiz,
karanlıkta körü körüne yürüyen “ifadenin yeni şekilleri” gibi cereyanları karşı
fikirler ve titizlikle uydurulmuş prensipler arasında çırpınan acı doktrinleri
göreceğiz. Makinelerden ve gökleri
tırmalayan soğuk binalardan ibaret medeniyetimiz, ruhlarımızın bu bozulan
birliğini boş yere tamire uğraşıyor.
Garplının dünyası, tarihinin
dünyasıdır. Ebediyen kazanmak, mesut oluş ve sonu gelmez kaybedişe giden bir
dünya. Sükutun hazzı eksiktir, zaman bir düşman, daima şüphelerle gölgelenen
bir düşmandır. Ve hal, hiçbir zaman ebediliğin akislerini taşımaz.
Karışıklık ve çırpınışlar içinde
bir dünya: İşte batı dünyamız. Yakan, yıkan, kan döken bir dünya. Misli
görülmemiş bir zorbalık, içtimai müesseselerin çökmesi, ideolojilerin
çarpışması hayata çıkan yeni yollar uğrunda yapılan her yere yayılmış amansız
bir kavga; işte zamanımızı karakterize eden vasıflar.
“ İlerdeki talebeleri görüyor
musun?” diyordu “Onlar Hindistan’da bulunan kutsi ineklere benzer. İşittiğime
göre, bu inekler caddede buldukları bütün basılı kağıtları yerlermiş.. Bunlar
da asırlar boyunca yazılmış olan kitapların basılmış sayfalarını yutarlar. Hazmetmezler
fakat, tıpkı inekler gibi. Kendilerini düşünmezler hiç, okur tekrarlar, okur
tekrar ederler; onları dinleyen talebeler de okuyup tekrarlamayı öğrenir,
nesiller boyu..
Şuna katiyetle emin oldum ki, Müslümanların
çöküntüsü, İslamiyet’e inanmaktan değil, ondan uzaklaşmaktan ileri geliyor.
Arabistan’dan zuhur eden
Peygamber (İLİM PEŞİNDE KOŞMANIN HER MÜSLÜMAN İÇİN MUKADDES OLDUĞUNU)
açıklamış.
Kralların ve kilise asillerinin
yıkanmayı kaba bir lüks saydıkları zamanlarda, en fakir müslümanın evinde bir
hamam bulunurdu.
Hiç değişmeyen bir hayat: Dün,
bugün ve yarın hep aynı.
Ve şimdi, körlüklerinin gururu
içinde bu insanlar, medeniyetlerini dünyaya ışık ve saadet getireceğine
inanıyorlar. 18 ve 19 uncu asırda hristiyanlığı cihana yaymayı düşündüler.
Fakat şimdi bu dini ateş de söndü. Öyle ki, artık dine, teskin eden tali bir
müzikten daha fazla kıymet vermiyorlar. O, sadece medeniyete refakat edebilir,
fakat “hakiki” hayata tesir edemez. Çünkü onlara göre bütün beşeri meseleler;
fabrika, laboratuar ve istatistik masalarında çözülebilir.
“Fakat benimle nasıl
evlenebilirsin sen?” diye ısrar ediyordu. “26 yaşında yoksun şimdi. Bense 40
dan fazlayım. Düşün: Sen 30 a
gelince ben 45 yaşına gireceğim. Sen kırk yalına girince de ihtiyar bir kadın
olacağım.”
Güldüm. “Ne ziyanı var?” dedim. “Ben
istikbali sensiz tasavvur edemiyorum.”
Sonunda mağlup oldu.
Kurana göre, Allah insandan körü
körüne tabi olmayı istemez. Daha ziyade onun zekasına hitap eder. O, insanın
kaderine ona şah damarından daha yakındır.
15 Mayıs 2013 Çarşamba
Türklere Yönelik Türkçe ve Yabancı Dillerde Ayrımcı Deyiş, Deyim ve Atasözleri
Abdulhamid Han üzerine Avrupa basınında çıkan karikatürlerden biri
"Türk'ün kara bahtına tüküreyim."(1)- "Anneciğim, Türkler geliyor." ("Mamma li Turchi"): Türkleri korkunç olarak gösteren ırkçı bir İtalyanca deyiş.
- "Bir ite bir de Türk'e güvenilmez.": ("Keru i Turčinu nikad ne veruj"): Irkçı bir Sırpça deyiş.
- "Bir Türk aptal değilse, o Türk değildir." ("Если турок не придурок – значит он не турок"): Türklere yönelik ırkçı bir Rusça deyiş.
- "Bir Türk gibi bencil" ("Ljubomoran kao Turčin"): Daha çok yaşlı nesil tarafından kullanılan, dolayısıyla unutulmaya yüz tutmuş ırkçı bir Sırpça deyiş.
- "Bir Türk vaftiz edildi!" ("Tgħammed Tork!"): Malta'da, az rastlanır bir olayı betimlemek için kullanılan ayrımcı bir deyiş.
- "En iyi Türk, ölü Türk'tür.": ("Τουρκος καλος μονο νεκρος"): Kıbrıs Cumhuriyeti'nde askeri talim sırasında kullanılan ve 2008 yılında alınan bir kararla yasaklanan ırkçı bir deyiş. Türkiye'de Kürtlere karşı da dillendirilecek bu deyiş, ilk olarak, Amerika Birleşik Devletleri'nde George Armstrong Custer'ın generali Philip Sheridan tarafından 1868'de katlettiği Kızılderililer için söylenmiştir.
- "Eşek Türk!" ("Tork-e khar"): İlk önce Osmanlı Türkleri, daha sonra İranlı Azerileri aşağılamak için kullanılan ırkçı bir Farsça deyiş.
- "Gerçek bir Türk" ("C'est un vrai Turc"): Kaba ve acımasız insanları betimlemek için kullanılan ırkçı bir Fransızca deyiş.
- "Neden ters bakıyorsun, Türk'ün domuz etine baktığı gibi?" ("Ի՞նչ ես թարս նայում, ոնց որ թուրքը խոզի մսին նայի"): Kötü kötü bakan kişiyi betimlemek için kullanılan ırkçı bir Ermenice deyiş.
- "Onu eve alma, o bir Türk." ("لا تدع له في البيت وهو الترك"): Birisini hırsızlıkla itham ederken kullanılan ırkçı bir Arapça deyiş.
- "(Öfkesinden) Türk oldu." ("Εγινε Τούρκος"): Aşırı öfkelenen birini tanımlamak için kullanılan yaygın bir ırkçı Yunanca deyiş.
- "Seni Türk!" ("Măi, turcule"): Cahil birini betimlemek için kullanılan ırkçı bir Rumence deyiş.
- "Türk" ("Turk"): Flemenkçe'de "Türk" kelimesi, kirli, barbar ya da kana susamış anlamında kullanılabilmektedir.
- "Türk" ("Turco"): İspanyolca'da "Türk" kelimesi, birini aşağılamak için kullanılabilmektedir.
- "Türk" ("Tork"): Malta'da "Türk" kelimesi, doğası gereği korkulan ve istenmeyen kişiyi betimlemek için kullanılabilmektedir.
- "Türk" ("турок"): Rusça'da "Türk" kelimesi, cahil birini betimlemek için kullanılabilmektedir.
- "Türk" ("Turci"): Sırpça'da "Türk" kelimesi, kadınlara haksız ve eşit olmayan bir şekilde davranan geleneksel erkek tipini betimlemek için kullanılan ırkçı bir deyiştir. Günlük dildeki kullanım yaygınlığı az olsa da, hakaret etmek için kullanılan bu sözün anlamı taraflar tarafından açıklama gerektirmeden anlaşılabilmektedir. Bu noktada açıkça ırkçı olan durum, onaylanmayan bir davranış şeklinin belli bir ulusal kimlikle eşleştirilmesidir.
- "Türk" ("Turoc"): Ukranyaca'da "Türk" kelimesi, Ruçca'da olduğu gibi, "aptal" kelimesinin eş anlamlısı şeklinde kullanılabilmektedir.
- "Türk'e benzemek" ("eruit zien als een Turk"): Kirli ya da iğrenç anlamında kullanılan ırkçı bir Flemenkçe deyiş.
- "Türk evi" ("թուրքի տուն"): Düzensiz ve kirli bir yeri betimlemek için kullanılan ırkçı bir Ermenice deyim.
- "Türk gibi" ("à la turque"): Bir kişi ya da şeyle pervasız bir şekilde ilgilenme anlamına gelen ırkçı bir Fransızca deyiş.
- "Türk gibi (araba) sürmek" ("rijden als een Turk", "Vozi kao Turčin"): Kötü araba kullanmak anlamına gelen ayrımcı bir Flemenkçe ve Sırpça deyim. Örneğin, ünlü bir Sırp müzik grubunun Batı'da gerçekleşen kötü şeyleri anlattığı "Batı'da Yeni Bir Şey Yok" ("Na Zapadu Ništa Novo") adlı parçasının sözleri arasında şu cümleye rastlanır: "Yorgun bir Türk araba kazasına neden oldu." ("Umımi Turčin izazvao sudar.")
- "Türk gibi güçlü" ("Fort comme un Turc"): Türklere yönelik pozitif ayrımcı bir Fransızca deyiş. Miguel de Cervantes, 1605 yılında yayımlanan Don Kişot adlı eserinde, bu deyimi bir kadını betimlemek için şu şekilde kullanmıştır: "Yaklaşık on beş yaşında dedi Sancho, ama bir mızrak kadar uzun, bir Nisan sabahı kadar taze ve bir Türk gibi güçlü."(2)
- "Türk gibi kara" ("Crn kao Turčin"): Her ne kadar günlük dilde hakaret etmek için kullanılmasa da, bu ırkçı Sırpça deyiş, ten rengi esmer olan insanlara yönelik olarak ve Balkanlar'daki beş yüzyıllık Osmanlı Devleti işgali döneminde sarışın olan Slav ırkının Türkler tarafından "kirletildiği" düşüncesi üzerinden dile getirilmektedir.
- "Türk gibi küfretmek" ("Bestemmia come un Turco"): Irkçı bir İtalyanca deyim.
- "Türk gibi mi görünüyorum?" ("هل أبدو مثل الترك"): Türklere yönelik ırkçı bir Arapça deyiş.
- "Türk gibi pis kokmak" ("Puzza come un Turco"): Irkçı bir İtalyanca deyim.
- "Türk gibi sigara içmek" ("puši kao Turčin / пуши ко Турчин", "Fumare come un Turco", "Fumer comme un Turc", "a fuma ca un turc", “Καπνιζει σαν Τουρκος”): Çok sigara içen birini betimlemek için kullanılan yaygın bir ırkçı Sırpça, İtalyanca, Fransızca, Rumence ve Yunanca deyim.
- "Türk gibi sinirli olmak" ("Sint som en tyrker"): Türklere yönelik ırkçı bir Norveççe deyim.
- "Türk ile dostluk yap, ama sopayı elinden bırakma, her an ısırabilir." ("Թուրքի հետ ընկերություն արա, բայց փայտը ձեռքիցդ բաց մի թող"): Türklerle dostluk kuran Ermenilere yönelik ırkçı Ermenilerin kullandığı, "Türk'ün dostluğu menfaatleri bitene kadardır, daha sonra zarar verir." anlamına gelen ırkçı bir Ermenice deyiş.
- "Türk kafası" ("Tete de Turc"): "Günah keçisi" anlamına gelen pozitif ayrımcı bir Fransızca deyim.
- "Türk mezarlığının yanından geçer gibi geç." ("Prolazi kao pored turskog groblja"): Söz konusu kişi ya da şeyin görmezden gelinmesi, ona kayıtsız kalınması gerektiği anlamına gelen ırkçı bir Sırpça deyiş.
- "Türk müsün?" ("թուրք ե՞ս"): "Aptal mısın?" anlamında kullanılan ırkçı bir Ermenice deyiş.
- "Türk müyüm?" ("Mela jien xi Tork, jew?"): Malta'da, bir gruptan dışlanıldığı zaman kullanılan ayrımcı bir deyiş.
- "Türk, Türk kalıyor." ("Թուրքը թուրք է մնում"): "Türk değişmez, hep barbar kalır." anlamında kullanılan ırkçı bir Ermenice deyiş.
- "türken": Büyük harfle başladığında "Türkler" anlamına gelen bu Almanca fiil, aldatmak anlamına gelmektedir.
- "Türkler geliyor!" ("Die Türken kommen!"): Yakın bir tehlikeye işaret etmek için Avusturya'da kullanılan ayrımcı bir deyiş. Tarihi yüzyılları bulan bu ayrımcı deyişin özgün versiyonu: "Hava çoktan karardı, Türkler geliyor, Türkler geliyor!" ("Es ist schon dunkel. Türken kommen, Türken kommen!")
- "Türkler nereye, küçük Mujo oraya!" ("Kud svi Turci, tu i mali Mujo"): Türklere ve Bosnalılara yönelik bu yaygın ayrımcı Sırpça deyiş, kendi başına düşünemeyen kişinin kalabalığı takip edeceği anlamında kullanılmaktadır. Bu deyişte kalabalık, Türkler üzerinden ifade edilirken aptal kimseyi betimleyen Mujo, Bosnalılarla ilgili şakalarda kullanılan yaygın bir isimdir.
Osmanlıca ve Türkçe:
- "Beyaz Türk": Türkiye'nin büyük metropollerinin çeperlerine yığılan yoksul kitleler ve onların sahip oldukları kültürü, sınıfsal ve etno-politik anlamda aşağılayarak kendisini "ulusun asıl temsilcisi", "devletin sahibi", "gerçek Türk" olarak ilan eden seçkinci bir kesimin neo-liberalizmin yükselişe geçtiği 1980'ler sonrası kendilerini tanımlama ve "ötekileri" dışlama, hor görme söylemi. Son yıllarda ortaya çıkan bu sınıfsal ve etno-politik ırkçılık hakkında, Hamit Bozarslan şunları yazar: "Türkiye'de bundan birkaç yıl önce kendilerini "beyaz Türkler" olarak tanımlayan ve "devletin sahibi" olarak gösteren seçkinci bir kesim, kentleri "işgal etmiş olan" kitlelerin "millet değil illet" olduğunu söylemekten çekinmiyordu."(3)
- "Bir Türk, dünyaya bedeldir.": 1930'larda, Türklük tanımlamasında ırka yapılan vurgu keskinleşti. 1931'de kurulan Türk Tarih Kurumu, Türklerin Orta Asya'dan gelen ve Hitit ve Sümerliler de dahil olmak üzere birçok medeniyetin kurucusu olan savaşçı (warrior) ve efendi (master) bir ulus olduğunu savunan Türk Tarih Tezi'ni ortaya attı. Benzer bir şekilde, 1932'de yılında kurulan Türk Dil Kurumu, Türkçe'nin bütün dillerin temelini oluşturduğunu savunan Güneş-Dil Teorisi'ni yayımladı.(4)
- "Etrak-ı bî-idrak": "Anlayıştan yoksun, cahil Türk" anlamına gelen ve Osmanlı Devleti döneminde yönetici seçkinlerin (askeri), reaya içindeki göçebe Türkmenlere yönelik olarak kullandığı ayrımcı bir deyiş. Örneğin, Evliya Çelebi "Seyahatname"de Anadolu Türklerinden "Etrak-ı bî-idrak" şeklinde bahsetmektedir.(5) Dahası, 20. Yüzyıl'a kadar etnik anlamıyla "Türk" kelimesi, Osmanlı siyasal seçkinleri tarafından aşağılayıcı bir şekilde, "kaba köylü" anlamında kullanılmıştır.(6) Nitekim, Osmanlı Devleti'ne "Türkler" olarak seslenenler, Batılı siyasetçi, tarihci ve yazarlardı.(7) Yine, Ziya Gökalp, 1913'de Türk Yurdu Dergisi'nde, "şehrîlerin tarih kitaplarında kavîm isimleri(ni) daima Etrak-ı bî-idrak, Ekrad-ı bed-nihad gibi tahkirli şekillerde" yazdığını belirtmektedir.(8)
- "Etrak-ı napak": "Temiz olmayan, pis Türkler" anlamına gelen bu ırkçı deyiş, Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından kullanılmıştır. "Etrak-ı napak" deyişi de, Evliya Çelebi'nin "Seyahatname"de Anadolu'da yaşayan Türkleri betimlemek için kullandığı kavramlardan biridir.(9) (Evliya Çelebi'nin diğer milletleri betimlemek için kullandığı deyişler için bknz: Not: 10)
- "Her Türk Asker Doğar!": Türklerin, asker bir millet olduğu mitini yeniden üreten pozitif ayrımcı bir deyiş.(11)
- "Millet-i mahkure": Osmanlı Devleti'nde kendisini "millet-i hakime" olarak gören askeri sınıf, Türkleri "aşağı/alt millet" anlamına gelen "Millet-i mahkure" terimi ile tanımlıyordu.
- "Türk ata binse bey olur."(12): Tüklerin efendi ve savaşçı bir millet olduğu mitini destekleyen bir atasözü.
- "Türk karır, kılıcı kararmaz.": Türkçe'de "Türk ihtiyarlığında genç gibi kılıç kullanır"(13) anlamına gelen ve "asker millet" mitini yeniden üreten pozitif ayrımcı bir atasözü.
- "Türk'e paşalık vermişler, önce babasını asmış.": Sonradan dönüşerek Romanlara karşı kullanılan bu ayrımcı atasözünün özgün hali, burada görüldüğü şekliyle aslında Türklere yöneliktir. Bu atasözü, 16. ve 17. Yüzyıllarda Osmanlı toplumunda ortaya çıkan, Osmanlı Devleti'nin Şeyh Celal İsyanı (1519) üzerinden Alevi ve Türkmen kimlikleriyle özdeşleştirdiği Celali İsyanları'nın sonucudur ve ona atıf yapar.(14)
- "Türk-i bed-lika": "Çirkin suratlı Türk" anlamına gelen bu ırkçı deyiş, Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından kullanılmıştır.
- "Türk-i sütürk": Farsça "büyük", "heybetli" anlamına gelen "sütürg" kelimesi", Osmanlı Devleti askeri sınıfı tarafından "Azgın Türk" anlamında kullanılmıştır.
- "Türk'ün bildiğini tilki bilmez."(15): Türkleri "kurnaz" ve "akıllı" olarak gösteren pozitif ayrımcı bir atasözü.
- "Türkiye Türklerindir!": Kurulduğu 1948 yılından beri Türkiye'nin en çok satan gazetelerinden biri olan Hürriyet'in değişmeyen ayrımcı sloganı.
- "Türk'ün aklı sonradan gelir."(16): Türkçe'de kullanılan özeleştirel bir deyiş.
- "Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur.": Hayali ya da gerçek iç ve dış düşmanların varlığını süreklileştirerek uluslararası alanda yalnızlaşma ve ulusal ölçekte paranoya üreten Türk milliyetçiliğinin kurucu mitlerinden birisi.
I. Dünya Savaşı'nda Osmanlı Devleti'ne Karşı Bir Çarlık Rusya Propoganda Afişi
Abdulhamid Han üzerine Avrupa basınında çıkan karikatürlerden biri
1. Kemal Tahir, Kurt Kanunu, 1969.
2. Miguel de Cervantes, Don Quixote, trans. John Ormsby, The Pennsylvania State University, 2000, Chapter XIII., s. 463.
3. Hamit Bozarslan, Ortadoğu'nun Siyasal Sosyolojisi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 110.
4. Ayşegül Altınay, The Myth of the Military Nation, NY: Palgrave Macmillan, 2004, s. 20 - 21.
5. Ülkü Çelik Şavk, Sorularla Evliya Çelebi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Basımevi, 2011, s. 22.
6. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Alkım Yayınevi, 25. Baskı, 2006, s. 62.
7. Örneğin, 1513'te kaleme aldığı "Prens" adlı eserinde Machiavelli, Osmanlı Devleti'nden şu şekilde bahseder: "Bütün Türk İmparatorluğu, diğer herkesin onun kulu olduğu tek bir Prens tarafından yönetilir." Niccolo Machiavelli, The Prince, New York: Pocket Books, 2004, s. 18.
8.Metin Çınar, Anadoluculuk Hareketinin Gelişimi ve Anadolucular ile Cumhuriyet Halk Partisi Arasındaki İlişkiler (1943 - 1950), Ankara: (Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi, 2007, s. 35.
9. Şavk, s. 22.
10. "Kazak-ı ak" ("inatçı Kazak"), "Rus-ı menhus" ("uğursuz Ukranyalılar"), "Portukal-ı dal" ("avare Portekizli"), "Migril-i rezil" ("rezil Megreliler"), "Erdel-i erzel" ("utanmaz Transilvanyalılar"), "Macar-ı füccar" ("zinacı Macarlar"), "Alaman-ı bi-eman" ("hain Almanlar"), "Urban-ı uryan" ("çıplak Araplar") ve "Urban-ı bi-edyan" ("dinsiz Araplar"). Şavk, s. 22.
11. "Asker Millet" miti için bknz: Altınay.
12. Karaman İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Karaman Halk Kültürü, Atasözleri ve Deyimler, http://www.karamankulturturizm.gov.tr/
13. TDK - Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü.
14. Kudret Emiroğlu, "Çok hayr ü şer işledik: Eşkıyalığa Giriş", Kebikeç, S. 33, 2012, s. 16.
15. Karaman İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü.
16. Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü 2 Deyimler Sözlüğü, İstanbul: İnkilap Kitabevi, m. 2437.
2. Miguel de Cervantes, Don Quixote, trans. John Ormsby, The Pennsylvania State University, 2000, Chapter XIII., s. 463.
3. Hamit Bozarslan, Ortadoğu'nun Siyasal Sosyolojisi, İstanbul: İletişim Yayınları, 2012, s. 110.
4. Ayşegül Altınay, The Myth of the Military Nation, NY: Palgrave Macmillan, 2004, s. 20 - 21.
5. Ülkü Çelik Şavk, Sorularla Evliya Çelebi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Basımevi, 2011, s. 22.
6. İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İstanbul: Alkım Yayınevi, 25. Baskı, 2006, s. 62.
7. Örneğin, 1513'te kaleme aldığı "Prens" adlı eserinde Machiavelli, Osmanlı Devleti'nden şu şekilde bahseder: "Bütün Türk İmparatorluğu, diğer herkesin onun kulu olduğu tek bir Prens tarafından yönetilir." Niccolo Machiavelli, The Prince, New York: Pocket Books, 2004, s. 18.
8.Metin Çınar, Anadoluculuk Hareketinin Gelişimi ve Anadolucular ile Cumhuriyet Halk Partisi Arasındaki İlişkiler (1943 - 1950), Ankara: (Doktora Tezi), Ankara Üniversitesi, Kamu Yönetimi ve Siyaset Bilimi, 2007, s. 35.
9. Şavk, s. 22.
10. "Kazak-ı ak" ("inatçı Kazak"), "Rus-ı menhus" ("uğursuz Ukranyalılar"), "Portukal-ı dal" ("avare Portekizli"), "Migril-i rezil" ("rezil Megreliler"), "Erdel-i erzel" ("utanmaz Transilvanyalılar"), "Macar-ı füccar" ("zinacı Macarlar"), "Alaman-ı bi-eman" ("hain Almanlar"), "Urban-ı uryan" ("çıplak Araplar") ve "Urban-ı bi-edyan" ("dinsiz Araplar"). Şavk, s. 22.
11. "Asker Millet" miti için bknz: Altınay.
12. Karaman İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü, Karaman Halk Kültürü, Atasözleri ve Deyimler, http://www.karamankulturturizm.gov.tr/
13. TDK - Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü.
14. Kudret Emiroğlu, "Çok hayr ü şer işledik: Eşkıyalığa Giriş", Kebikeç, S. 33, 2012, s. 16.
15. Karaman İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü.
16. Ömer Asım Aksoy, Atasözleri ve Deyimler Sözlüğü 2 Deyimler Sözlüğü, İstanbul: İnkilap Kitabevi, m. 2437.
Bu yazıyı, uzun zaman sonra keşfettiğim çok başarılı bir blogdan aldım. Asıl bloğu incelemek isterseniz buraya tıklayınız.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)