9 Ocak 2011 Pazar

‘Senin’ okumanı istediklerimden



‘..Sonuçta savaş dediğimiz şey , anlamadığımız ne varsa odur. Bu böyle gitmezdi..’ 

Insanlar o boktan anılarından, çektikleri sıkıntılardan bir türlü vazgeçmek istemezler ve ne yaparsanız yapın bunun dışına çıkmalarını sağlayamazsınız. Ruhlarını böyle oyalarlar. Bugün yaşadıkları haksızlıklardan intikam almak içn geleceği bokla sıvamaya uğraşırlar kendi içlerinin derinliklerinde. Hem adil hem de ödlektirler aslında. doğaları budur"


"Boşuna heveslenmemekte yarar var,insanların asında birbirlerine söyleyecekleri hiçbir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. Herkesin derdi kendine, dünyaninki de hepimize. Insanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme sırasında, onu ötekinin sırtına yıkarak, ama beceremezler tabii ve ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla baş başa kalırlar ve bir daha denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar."çok güzelsiniz, küçükhanım" derler. Ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük numarayı bir kez daha deneyinceye kadar, "ne de güzelsiniz küçükhanım!...




Bu arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de, gelgelelim herkes gayet iyi bilir, değil mi, bunun hiç de doğru olmadığını, o acıyı bal gibi bütünüyle kendi içimizde sakladığımızı. Bu numaraları yapa yapa yaşlandıkça giderek daha da çirkin, itici bir hal aldığımız için artık acımızı, iflas ettiğimizi gizlemekten bile aciz kalırız, en sonunda insanın ta derinlerinden suratına kadar ulaşmayı başarabilmesi şöyle bir yirmi, otuz yıl, hatta daha fazla zaman alan o sevimsiz ve çirkin ifade, gitgide yüzümüzde sıvaşmadık yer bırakmaz. Insan dediğin işte bu işe yarar, sadece bu işe, ekşi bir surat ifadesi üretmek, biçimlendirmesi tüm ömrünü alan, hatta gerçek ruhunun bütününü eksiksiz yansıtabilmek için oluşturulması gereken asıl surat ifadesi o kadar ağır ve karmaşıktır ki, bunu tamamlamaya insanın ömrü bile her zaman yetmeyebilir"




“Gelecekten söz edenler alçaktır. önemli olan şimdidir. Gelecek kuşaklardan söz etmek kurtçuklara nutuk çekmektir.”

“her alanda asıl yenilgi, unutmaktır, özellikle de sizi neyin gebertmiş olduğunu unutmak, insanların ne derece hırt olduklarını asla anlayamadan gebermektir. bizler, mezarın önüne geldiğimizde, boşuna şaklabanlık yapmaya kalkışmamalıyız, öte yandan, unutmamalıyız da, tek sözcüğünü bile değiştirmeden her şeyi anlatmalıyız, insanlarda gördüğümüz ne kadar kokuşmuşluk varsa, hepsini, sonra da yerimizi sıradakine bırakıp, uslu uslu inmeliyiz deliğin içine. tüm bir yaşamı doldurmaya yetecek bir uğraştır bu.”


"Sonuçta varoluşun neden olduğu en büyük yorgunluk belki de insanın yirmi yıl, kırk yıl boyunca, hatta daha bile uzun süre, aklı başında kalmak
için harcadığı o olanüstü çabadır, basitçe, derinden kendi, yani
tiksindirici, dehşetengiz, saçma olmamak uğruna. Baştan veri olarak
elimize tutuşturulan şu aksak ikinci sınıf insanı, sabahtan akşama kadar
hep küçük evrensel ideal, birinci sınıf bir insan olarak sunmak zorunda
kalmamız ne de büyük kabus.”

"Ne dersek diyelim, ne iddia edersek edelim, dünya gerçekten çekip gitmeden çok öncesinde terk ediyor bizleri.
Daha önce de en çok meraklısı olduğumuz şeylerden, günün birinde artık gitgide daha az söz eder oluveririz, ille de konuşmak gerektiğinde zorlanırız. Hep kendi sesimizi duymaktan gına gelmiştir...Kısa keseriz..Vazçgeriz..Otuz yıldır konuşuyoruzdur zaten..Haklı çıkmayı bile umursamamaya başlarız. Zevkler arasında kendimize ayırdığımız o küçük yeri bile koruma arzusunu yitiririz... Kendimizden iğreniriz..Azıcık karnını doyurmak, birazcık ısınmak ve hiçbir yere varmayan yolda giderken mümkün olduğu kadar çok uyuyabilmek artık başkalarının önünde takınacak Yeni surat ifadeleri bulmak gerek..ancak artık repertuarımızı değiştirecek gücümüz kalmamıştır. Eveleyip geveleriz. Onların, yani dostların arasında kalabilmek için bin türlü numara ve bahane ararız, ancak ölüm de artık buradadır, leş kokulu, yanı başımızda, artık daima orada kalacaktır, bir el pişpirik kadar bile gizemi kalmamış olacaktır. Gözümüzde bir anlam ifade etmeye devam eden tek şey olarak ufak tefek üzüntülerimiz kalmıtır, sözgelimi o küçük şarkısı bir şubat akşamı ebediyen susan bois-colombes'daki ihtiyar amcamızı henüz sağken ziyaret etmeye bir türlü zaman ayıramamış olmanın üzüntüsü. Yaşamdan geriye sakladığımız bir bu kalmıştır. Yani bu ufacık korkunç pişmanlık, gerisini ise, az çok yolda kusmuşuzdur, epey çabalayarak Ve zorlanarak da olsa. Artık kimsenin geçmediği bir sokağın köşesindeki eski püskü bir anı fenerine dönüşmüşüzdür."


"Yıllar sonra bunları yeniden düşündükçe, bazen kimilerinin kullanmış oldukları sözcükleri ve bizzat o kişileri yeniden yakalayabilmek mümkün olsa keşke diyesi geliyor insanın, bize tam olarak ne demek istemiş olduklarını sormak için...Ama giden gitmiştir... Kimse onlar hakkında birşey bilmiyor artık. Bu durumda gecenin içindeki yolculunuzu tek başınıza sürdürmekten başka çare kalmıyor."


"Önlerine geceyi gündüzü ve yaşamı katmış gidiyordu insanlar. Kendi gürültülerinden hiçbir şey duymuyorlardı. Sallamıyorlardı."





"Ufak tefek aşırmaların cezalandırılması dünyanın her yerinde en katı bir biçimde uygulanır..
(banka hortumlayıp üç beş yıl yatan "yeğenler", bir tepsi baklava çaldıgı için 25 yıl yatan çocuklar gibi)"


"İnsanların bu kadar kötü olmalarının nedeni, belki de sadece acı çekmeleridir. Ancak artık acı çekmemeye başladıkları andan, biraz daha iyi olmaya başladıkları ana kadar epey zaman geçer..."


"Her yer tiyatro sahnesine döndüğüne göre, rol yapmak gerekiyordu..."

"Her şey bir yana, övünmeyi sevmeyen adamda yoktur. İnsanların birbirlerine az çok keyifle katlanabildikleri neredeyse tek rol, hayran paspas rolüdür..."
"İnsanın, kendi sızlanmalarına kesin bir son verecek cesareti olmadığı sürece, kendini her gün biraz daha iyi tanımaya katlanması gerek..."
"İnsan kadere iyice boyun eğdiğinde mutlu olmak için ufacık şeyler bile ona yetiyor..."
"Mutlu olmanın sonu yok. İnsan belirli bir rol oynayabildiği sürece, asla mutluluğa doymak nedir bilmez."
"Yaşlanmak, artık oynayacak ateşli bir rol bulamamak demek, ölümü beklemek dışında yapacak işin kalmadığı o tatsız tuzsuz salıvermişliğe teslim olmak demek..."
"Kimse acısını yarı yolda bir yerlerde ekmeyi boşuna hayal etmemeli..."
"İnsan yalnız yaşadığı andan itibaren kendi geçmiş yaşantısıyla ilgili konuların yükü altında ezilir."
"Kendi ölümünü ıskalamamalı insan..."
"Her şeyin sonu ölçünün kaçması ile başlar..."
"Beni iyi dinleyin sevgili dostum. Toplumumuzun tüm öldürücü ikiyüzlülüklerini ışıldatan bu temel işareti, önemini iyice sindirmeden bir daha asla atlamayın : ‘Çulsuzluğun kaderine, yaşam koşullarına şefkatle eğilmek…’ Sizlere sesleniyorum insancıklar, yaşamın salakları, dövülen, harca bağlanan, ezelden beri terleyenler, sizi uyarıyorum. Bu dünyanın kodamanları sizi sevmeye başladıklarında, bilin ki sizi savaş salamına çevireceklerdir. Bu kesin bir işarettir… Asla şaşmaz. Bu iş şefkatle başlar. XIV. Louis hiç olmazsa, zavallı halkı hiç ama hiç takmıyordu, bari o unutulmasın. XV. Louis’ye gelince, o da öyleydi. Halkı kıçının bezi yapıyordu. O zamanlarda yaşam kolay değildi elbette, yoksullar zaten asla iyi koşullarda yaşamadılar, ama hiç olmazsa günümüzün zorbalarının gösterdiği türden bir inat ve hırsla onları delik deşik etmeye çalışılmıyordu. Alttakiler ancak iyi dinleyin, kodamanların aşağılamalarında huzur bulabilirler, çünkü onlar halkı sadece çıkar gereği ya da sadistlikleri tuttuğunda düşünürler…"

"Dünyanın tek bildiği şey uyurken bir o yana bir bu yana dönen biri gibi sizi öldürmektir. Dünya uyurken üstünüze abandığında, uyuyan birinin pirelerini ezdiği gibi. Böylesine bir ölüm, pek ahmakça olurdu diye düşündüm, herkes gibi yani. İNSANLARA GÜVENMEK DEMEK, KENDİNİ AZICIK ÖLDÜRTMEKLE EŞDEĞERDİR.."


‘..Bu karanlık , omzunuzdan öteye uzattığınızda sizi kolunuzu bile göremeyeceğinizi düşündürecek kadar koyuydu ve benim onun hakkında bildiğim tek şey – ama işte bunu da en ufak bir tereddüde yer bırakmayacak kadar kesin olarak biliyordum – bu karanlığın feci ve sayısız cinayet istekleriyle dolu olduğuydu..’

‘..Kafalarımızın üzerinde , şakakların iki hatta belki de bir milimetre yakınında , yazın bu sıcağında , sizi öldürmek isteyen kurşunların havada arka arkaya çizdikleri o alımlı uzun çelik ipler çınlıyordu.
Şimdiye kadar kendimi hiç bütün bu kurşunlarla şu güneşin ışığı arasında hissettiğim kadar gereksiz hissetmemiştim. Bu devasa , evrensel boyutta bir soytarılıktı..’

"Yaşamı dans ettirecek kadar müzik kalmamıştır içimizde, işte bu. Tüm gençlik daha şimdiden dünyanın öbür ucunda gerçeğin sessizliğinde ölüvermiştir. Peki dışarıda nereye gidilebilir ki, soruyorum size, içinizde yeterli miktarda çılgınlık kalmamışsa?... Gerçek, bitmek bilmeyen bir can çekişmedir... Bu dünyanın gerçeği ölümdür... Seçim yapmak gerek, ya ölmek ya da yalan söylemek... Bense asla kendimi öldüremedim."


"Yukarıda bulunduğum yerden, ağzınıza geleni söyleyebilirdiniz onlara. Denedim. Hepsi de midemi bulandırıyordu. Bunları gündüz vakti, yüzlerine karşı söyleyecek cürete sahip değildim, ama bulunduğum yerdeyken korkmama neden yoktu. Onlara ‘imdat! İmdat!’ diye bağırdım. Sırf onlarda en ufak tepki uyandıracak mı diye merak ettiğim için. Umurlarında bile değildi. Önlerine geceyi gündüzü ve yaşamı katmış gidiyordu insanlar. Kendi gürültülerinden hiçbir şey duymuyorlardı. Sallamıyorlardı. Üstelik kent ne kadar büyük ve ne kadar yüksekse o kadar çok pişkinliğe vuruyorlardı. Diyorum size. Denedim. Değmez..."


"İnsanların sizi tanımaları, havaya girip size nasıl zarar verebileceklerini bulmaları ne de olsa biraz zaman ister... Henüz size kötülük etmenin en kolay yolunu bulmaya çalıştıkları sürece, biraz nefes almak mümkündür. Ama işte o bağlantı noktasını buldukları an, her gittiğiniz yerde kör tuttuğunu beller. Sonuçta en keyifli dönem, gidilen her yeni yerde henüz bir yabancı olmaya devam ettiğiniz zaman dilimidir. Sonrasında, o aynı hırtlık yeniden başlar. İnsanın doğası budur. İşin püf noktası, o sevgili dostlarımızın sizin zayıf noktanızı iyice bellemelerini gereğinden fazla beklememektir. Tahtakurularını sığınacakları çatlaklarını bulmadan önce ezmek gerek. Öyle değil mi?.."


"Sefalet ve uzun mesafelerin engeline takılan aşklar, gemicinin aşklarına benzerler, diyecek bir şey yoktur, aksini kanıtlamak olanaksızdır ve dört dörtlüktür. Kaldı ki, sık görüşme fırsatı bulamayınca, pek fazla kavga da edemez insan. Bu da az şey değildir hani. Yaşam yalanla dolup taşan bir çılgınlıktan ibaret olduğuna göre, insan ne kadar uzaktaysa, yalanlarına ne kadar çok şey katabiliyorsa, o kadar mutludur. Bu da doğal ve olması gereken bir şeydir. Hazmedilmesi zor olan gerçektir..."


"İnsan yalnız yaşadığı andan itibaren kendi geçmiş yaşantısıyla ilgili konuların yükü altında ezilir. Bu yük onu sersemletir. Bundan kurtulmak için de, bunun bir miktarını onu her görmeye gelenin üstüne sıvaştırır, bu da bu sefer onların canını sıkar. Yalnız olmak demek, ölüme yönelik alıştırmalar yapmak demektir..."


"İnsanın kendine karşı bir seferde çıkarabileceği rezaletin boyutunu deneysel olarak ölçeyim hele!.. Gel gelelim rezaletin ve heyecanın sonu yoktur, açgözlülükle işi nereye kadar vardırmak zorunda kalacağınızı kestiremezsiniz... İnsanların sizden daha neler gizlediklerini de... Daha neler gösterebileceklerini de. Tabii yeterince uzun yaşarsanız. Palavralarını yeterince deşebilirseniz. Her şeyi sil baştan ele almak gerekiyordu."




"Bilimsel çılgınlık tüm diğerlerine kıyasla hem daha soğuktur, hem de daha fazla akla dayalıdır ama aynı zamanda aralarında en az tahammül edilebilir olanı da odur. Ne var ki insan belli bir yerde, belli şaklabanlıklar yaparak, kıt kanaat da olsa geçinme konusunda bazı yetenekler edindiyse, ya bu yolda diretmeli ya da bir kobay gibi geberip gitmeye razı olmalıdır. Alışkanlık edinmek cesaret etmekten kolaydır, özellikle de karnını doyurma alışkanlığı söz konusu olduğunda..."



"Boşuna heveslenmemekte yarar var, insanların aslında birbirlerine söyleyecekleri hiçbir şey yoktur, karşılıklı olarak yalnızca kendi acılarını anlatırlar, bu böyledir. Herkesin derdi kendine, dünyanınki de hepimize... İnsanlar o acılarından kurtulmaya çalışırlar çalışmasına, sevişme sırasında, onu ötekinin sırtına yakarak, ama beceremezler tabii ve ne yaparlarsa yapsınlar, sonunda tüm acılarıyla baş başa kalırlar ve bir daha denerler, bir kez daha acılarını kakalamaya çalışırlar. ‘Çok güzelsiniz, Küçükhanım’ derler. Ne ki yaşam onları yeniden yakalayıverir, aynı küçük numarayı bir kez daha deneyinceye kadar. ‘Ne de güzelsiniz küçükhanım!...’
Bu arada acılarından kurtulmayı başardıklarını söyleyerek böbürlenirler de. Gel gelelim herkes gayet iyi bilir değil mi, bunun hiç doğru olmadığını, o acıyı bal gibi bütünüyle kendi içimizde sakladığımızı."




"Korkaktı da biliyordum, üstelik doğuştan böyleydi. O da hep birilerin onu gerçekten korumasını umuyordu. Ancak düşünüyordum da, öte yandan gerçekten korkak diye nitelendirebileceğimiz bir insan modeli var mıydı acaba? Sanki her insan için aslında ölümlerden ölüm beğenmek mümkündü, üstelik hemencecik ve dahası dünden razı. Ancak adam gibi ölme fırsatını bulmak da herkese nasip olmuyordu. Yani insanın hoşuna gidecek türden bir ölüm tarzı. O zaman da çaresiz elinden gelen şekilde ölmeye gidiyordu, bir yerlere... İnsan işte yeryüzünde öyle kalakalıyordu, üstelik hıyarın teki olduğu izlenimini yaratarak, herkesi korkak olduğuna inandırarak. Oysa kendisi buna hiç de ikna olmamışken, mesele bu. Korkaklık yalnızca görüntüdedir."
 

 "Korku insana evet de demez, hayır da. O, yani korku, her şeyi alır, her aklınızdan geçeni, her ağzınızdan çıkanı.

Böyle durumlarda karanlıkta gözlerini fal taşı gibi açmak bile fayda etmez. Gerçi, zaten görüp göreceğiniz de dehşetten ibarettir ya, daha ötesi yok. Gece her şeyi ele geçirmiştir, hatta bakışları bile. İçinizi boşaltmıştır o. Yine de el ele tutuşmak gerek, yoksa düşersiniz. Gündüzün insanları artık sizi anlayamazlar. O korku tümüyle sizi onlardan ayırmıştır ve bunun yükü altında ezilirsiniz, ta ki her şey şu ya da bu biçimde bitinceye dek, işte ancak ondan sonra o genel geçer adilerin yanına geri dönme hakkınız doğar, yaşamda ya da ölümde.."









 
‘..Şöyle bir düşününce , insanların birbirlerine karşı aynen evler gibi , bu kadar sıkı korunuyor olmaları ne de umut kırıcı..’

‘Senin’ okumanı istediklerimden : LOUIS FERDINAND CELINE , Gecenin Sonuna Yolculuk..

BIRAKIP GİTTİN BENİ

BIRAKIP GİTTİN BENİ

bırakıp gittin beni bütün kapılarda
bütün çöllerde tek başıma kodun
şafakta arayıp öğle vakti yitirdiğim
vardığım hiç bir yerde değildin
sensiz bir odanın sahrasını nasıl anlatsam
hiçbir şeyin seni andırmadığı bir pazar kalabalığını
denizde dalgakırandan da boşluğunu bir günün
seslenip de senden cevap alamadığım sessizliği

bırakıp gittin beni kalarak olduğun yerde hareketsiz
her yerde bırakıp gittin beni gözlerinle
düşlerin yüreğiyle bırakıp gittin beni
yarım kalmış bir cümle gibi bırakıp gittin
düşen hep ben oldum en küçük kımıldanışında senden

başını çevirdiğin için ağladığımı görmedin hiç
bana bakıp görmediğin için
ben yokken içini çektiğin için

ayağına düşen gölgene acıdın mı sen hiç ?

LOUIS ARAGON


BİR DÜŞÜN İÇİNDE BİR DÜŞ




Kuzgunların şairine : ‘kuzgunlar yalnız yaşarlar.. onları birleştirmek zordur..’ – CROWS ZERO (Takashi Miike)


BİR DÜŞÜN İÇİNDE BİR DÜŞ

alnına konsun bu öpüş!
ve şimdi senden ayrılırken,
itiraf edeyim ki-
günlerimi bir düş
sayarken yanılmıyorsun ;
ama , umut gitmişse uzaklara
bir gece ya da bir gün
bir görüntüde ya da bir şeyde olmaksızın
fark eder mi bu yüzden?
bütün gördüğümüz ve göründüğümüz
yalnızca bir düşün içinde bir düş.
kırılan dalgaların dövdüğü bir kıyının
haykırışları içinde duruyorum:
ve altın kum taneleri tutuyorum avucumda-
ne kadar az! ama nasıl da
süzülüyorlar parmaklarımın arasından derinlere
ben ağlarken- ben ağlarken!
ah tanrım! daha sıkı
tutamaz mıyım onları?
ah tanrım! tekini bile kurtaramaz mıyım acımasız dalgadan?
bir düşün içinde bir düş mü
bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?

EDGAR ALLAN POE (19 Ocak 1809 – 7 Ekim 1849)

A DREAM WITHIN A DREAM

take this kiss upon the brow!
and, in parting from you now,
thus much let me avow-
you are not wrong, who deem
that my days have been a dream;
yet if hope has flown away
in a night, or in a day,
in a vision, or in none,
is it therefore the less gone?
all that we see or seem
is but a dream within a dream.
i stand amid the roar
of a surf-tormented shore,
and i hold within my hand
grains of the golden sand-
how few! yet how they creep
through my fingers to the deep,
while i weep- while i weep!
o god! can i not grasp
them with a tighter clasp?
o god! can i not save
one from the pitiless wave?
is all that we see or seem
but a dream within a dream?

EDGAR ALLAN POE



Martı Jonathan



" Martıların çoğu beslenmeleri için gerekli olandan fazlasını öğrenmezler. Kıyı ile besin arasında uçarlar. Onlar için uçuşun anlamı besine ulaşıp kıyıya dönmektir. Onların ereği uçuş değil yemektir. Ama bir martı için önemli olan yemek değil uçmaktır. "

" Martı Jonathan sıradan bir martı değildi. Bir arayış ve uyanış içindeydi. Denenmemişi denemek ve öğrenmek isteğindeydi. Bir martının uçamayacağı hızları ve yükseklikleri denemek ve başarmak istiyordu. Her başarısızlığın neden ve niçinler ini arayarak, yeni yöntemler bulmayı kendine amaç edinmişti. Bu uyanış ve arayış martı sürüsünü olduğu kadar ailesini de rahatsız ediyordu.

Annesi, neden Jan neden diye sordu?

-Bu kadara zor mu diğerleri gibi olman? Yemiyor içmiyorsun, bak bir kemik bir tüy kaldın. Alçak uçuşu pelikanlara ve albatroslara bırak.

Jonathan şöyle karşılık veriyordu.



Bir kemik ve tüy kalmam önemli değil anne. Bir martı olarak havada ne
yapabilirim ne yapamam onu bilmek istiyorum. Hepsi bu kadar. Sadece bilmek istiyorum.


8 Ocak 2011 Cumartesi

Wish You Were Here



‘..demek ayırt edebileceğini sanıyorsun cehennemi cennetten,
mavi gökleri acıdan.
ayırt edebilir misin yeşil bir tarlayı soğuk çelik raylardan?
gülüşü bir peçeden?
ayırt edebileceğini mi sanıyorsun?

ve kahramanların yerine hayaletleri koymaya mı zorladılar seni?
sıcak küllerin yerine ağaçları?
sıcak havanın yerine serin bir meltemi?
donuk rahatlık yerine değişimi?
ve savaştaki bir harekete katılmayı,
değiştin mi kafesteki liderlik rolüne

nasıl isterdim, nasıl isterdim burada olmanı.
biz yalnızca iki yitik ruhuz bir akvaryumda yüzen, yıllardır,
aynı eski toprakları aşındırarak. ne bulduk ki?
aynı eski korkuları
keşke burada olsaydın..’



Ölene kadar dinleyeceğim

CHILD IN TIME.. – DEEP PURPLE

‘..sweet child in time you’ll see the line
the line that’s drawn between the good and the bad
see the blind man shooting at the world
bullets flying taking toll
if you’ve been bad, lord i bet you have
and you’ve been hit by flying lead
you’d better close your eyes and bow your head
and wait for the ricochet..’

‘..zamanla tatlı çocuk ,
göreceksin çizgiyi ,
iyi ile kötü arasına çekilen;
göreceksin kör insanı ,
dünyaya ateş eden ;
uçuşan mermileri ,
ölüm çanları çalan…
eğer bir kötülüğün olduysa ,
ki bahse girerim olmuştur ,
ve vurulmadıysan uçuşan kurşunlarca ,
iyisi mi, kapat gözlerini ,
eğ başını ,
ve bekle kurşunun sekmesini..’


insan yaşayamaz içinde bir ölüyle

‘insan yaşayamaz

içinde bir ölüyle

onu fırlatıp atmak

tıpkı çürük bir meyve gibi

ya da bulaşıp ölülüğüne

ölmek gerekir , salıp kendini..’

ALAIDE FOPPA

(Çeviri : Pınar Savaş – Agora Kitaplığı)


Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka

Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka

‘..Bir oyun başka olamaz oyundan gibi
Bir söz başka olamaz sözden gibi
Bir şey başka olamaz şeyden gibi
Tam öyle gibi, varıyor gibi bir mutluluğa
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka
Ne gelir elimizden insan olmaktan başka

Ne çıkar siz bizi anlamasanız da
Evet, siz bizi anlamasanız da ne çıkar
Eh, yani ne çıkar siz bizi anlamasanız da.

Hiçbir şey ! Kimse bir gün gözlerimi sevmeyecek korkuyorum
Bir yaşlı kadın en erkek boyutunda..’

EDİP CANSEVER

(Ne Gelir Elimizden İnsan Olmaktan Başka şiirinden bir bölüm..)


KENDİ KENDİNİN CELLADI

KENDİ KENDİNİN CELLADI

Kızmadan vuracağım sana
Kinsiz , kasap gibi,
Kayayı yaran Musa gibi!
Ve gözkapaklarından,
Fışkırtacağım azabın sularını
Sahra’m kana kana içsin diye.
Umutla şişmiş arzularım
Tuzlu gözyaşlarının üstünde yüzecek.

Engine açılan bir gemi gibi,
Ve gözyaşlarından sarhoş gönlümde
Sevgili hıçkırıkların çınlayacak
Hücum vuran bir trampet gibi!

Çatlak bir ses değil miyim
Tanrısal senfonide,
Beni itip kakan ve ısıran
Yırtıcı ironi sayesinde!

Sesime işlemiştir o çığırtkan!
Bu kara zehir bütün kanımdır!
Korkunç aynayım ben
Cadının kendini seyrettiği!

Hem yarayım hem de bıçak!
Tokat benim,yanak da!
Çark benim,çarka gerilmiş beden de!
Kurban benim, cellat da!

Kalbimin vampiriyim!
Terk edilmiş büyüklerden biri,
Sonsuz gülmeye hükümlü
Artık gülümseyemeyenlerden biri!

CHARLES BAUDELAIRE

7 Ocak 2011 Cuma

DUYUM (SENSATION) – ARTHUR RIMBAUD

DUYUM 
Mavi yaz akşamları, patikalarda, dalgın,
Gideceğim, sürtüne sürtüne buğdaylara:
Ayaklarımda ıslaklığı küçük otların,
Yıkasın bırakacağım başımı rüzgâra!
 
Ne bir şey düşünecek, ne bir lâf edeceğim.
Ama sonsuz bir sevgi dolduracak içimi;
Göçebeler gibi, uzaklara gideceğim,
Mutlu, sanki yanımda bir kadın varmış gibi.
 
ARTHUR RIMBAUD
Çeviri : Orhan Veli Kanık

DUYUM
 
Mavi yaz akşamlarında, özgür, gezeceğim,
Ayaklarımın altında nemli, serin kırlar;
Başakları devşirip otları ezeceğim,
Yıkayıp arıtacak çıplak başımı rüzgâr.
 
Ne bir söz, ne düşünce, yalnız bitmeyen bir düş
Ve yüreğimde sevgi; büyük, sonsuz, umutlu,
Çekip gideceğim, çingene gibi, başıboş
Doğada, -bir kadınla birlikte gibi mutlu. 
 
ARTHUR RIMBAUD
Çeviri: Erdoğan Alkan

Gecenin Şarkısı I.


Fikrimin İnce Gülü


Fikrimin ince gülü
Kalbimin şen bülbülü
O gün ki gördüm seni
Yaktın ah yaktın beni
O gün ki gördüm seni
Yaktın ah çapkın beni


Ateşli dudakların
Gamzeli yanakların
O gün ki gördüm seni
Yaktın ah yaktın beni
O gün ki gördüm seni
Yaktın ah çapkın beni

Ellerin ellerimde
Leblerin leblerimde
O gün ki gördüm seni
Yaktın ah zalim beni
O gün ki gördüm seni
Yaktın ah çapkın beni

Müzeyyen Senar


Ağlama Zamanı

Aç kapıyı;

ağlama zamanı geldi!

Bu kapıdan az önce aşk çıkmıştı;

biliyordun işte,

bir daha asla geri gelmeyecekti.

Aç kapıyı;

sen çağırdın,

o geldi.


Yalanın aşkı kovduğu odaya,


doya doya,


katıla katıla,


hüngür hüngür,


ağlama zamanı geldi!...


düş hekimi yalçın ergir

Ey Türk Faşisti! - Aziz Nesin

‘..Ey Türk Faşisti!
Birinci vazifen Türk matbaalarını yıkmak, makineleri ısırmak, demirleri dişleyip duvarlara saldırmaktır. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegane temeli, gazeteleri çamurlara serip, üzerlerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel partinin hazinesidir..

Bir gün nümayiş yapmak için emir alırsan, bütün polisleri yanı başında bulacaksın.

Meydanlarda, kitaplarını yaktığın, namuslu insanlar, bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye tabi tutulabilirler. Emniyet müdürlüğümüzde dövülebilir. Demir ahmet tarafından sövülebilir. Bütün malları mülkleri zaptedilmiş, matbaaları yakılmış, gazeteleri kapatılmış, evleri tarumar edilmiş , çoluk-çocuğu dağıtılmış , haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş olabilir.

Bütün bu şartlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere, Amerika’dan borç dahi alınabilir. hatta bu borç alınan paralar ziyafetlerde yenebilir.

Ey faşist yumurcakları ! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi bütün bu yapılanları kafi görmeden, vazifen matbaaları yıkmak, makineleri ısırmak, namuslu vatanperverleri parçalamaktır. Muhtaç olduğun kazma, balta halk partisinin ambarlarında mevcuttur..’

Zincirli Hürriyet sayı -1 / 5 şubat 1948


‘..Faşizm , atılan ilk bombalarla başlamaz , her gazetede üzerine bir şeyler yazılabilecek olan terörle de başlamaz. Faşizm , insanlar arasındaki ilişkilerde başlar , iki insan arasındaki ilişkide başlar..’

Charles Bukowski ve bir şeyler üzerine .

BARLAR ÜZERİNE:
Barlara pek gitmiyorum artık. Sistemimden çıkardım onları. Şimdi bir bara girdiğimde öğürüyorum, O kadar çok bar gördüm ki, yetti bana -gençken yapılacak iştir bara gitmek, biliyor musun, bir hatun kaldırmaya çalışmak, birileriyle dövüşmek filan, bütün o maço saçmalık – benim yaşımda yapılacak iş değil. Barlara işemek için giriyorum artık. Yıllarımı geçirdim barlarda. Bara girip kusmak için doğru helaya giderdim, oraya varmıştı iş.

ALKOL ÜZERİNE:
Alkol bu dünyaya gelmiş en muhteşem şeylerden biri muhtemelen -beni saymazsak tabii ki. Evet… bu dünyaya gelmiş en muhteşem iki şeyi saptadık. İşte… iyi anlaşırız ben ve alkol. Çoğu insan için yıkıcıdır. Ben onlardan biri değilim. En yaratıcı yazılarımı sarhoşken yazmışımdır. Kadınlarla bile, ben biraz çekingenimdir sevişme konusunda, bu yüzden alkol bana cinsel olarak daha özgür olma olanağı tanımıştır. Alkol özgürlüktür benim için, çünkü ben esas olarak içine kapanık, mahcup biriyim, oysa alkol bana bir kahraman olma, pervasızca işler yapıp uzay ve mekanda uzun adımlarla yürüme fırsatı tanır… bu yüzden seviyorum… evet.

SİGARA İÇMEK ÜZERİNE:
Seviyorum sigara içmeyi. Duman ve alkol birbirlerini dengeliyor. Eskiden deli gibi içtikten sonra uyanırdım ve ellerim nikotinden sapsarı olurdu, eldiven gibi… kahverengi nerdeyse… içimden, ” Hasiktir… ciğerlerim ne haldedir kim bilir? Aman Allahım!” diye geçirirdim..

DÖVÜŞMEK ÜZERİNE:
En iyisi kimsenin döveceğini tahmin etmediği birini dövmektir. Öyle biriyle kapıştım bir keresinde, bana kafa tutup duruyordu. “Tamam lan, gel bakalım,” dedim. Fos çıktı herif -hiç zorlanmadan marizledim. Yerde öylece yatıyordu. Burnu kan içinde filan. Şöyle dedi bana: “Hay Allah, o kadar ağır hareket eden birisin ki seni kolaylıkla pataklarım sanmıştım. Ama dövüş başlayınca ellerini göremedim, o ne hızdı öyle. Ne oldu?” Ben de, “Bilmiyorum, moruk, bu iş böyledir,” dedim. Saklarsın. O an için saklarsın.

KEDİLER ÜZERİNE:
Kedilerin arasında olmak çok iyidir. Kendini kötü hissediyorsan kedilere bakar ve kendini çok daha iyi hissedersin, çünkü onlar her şeyin olması gerektiği gibi olduğunu bilirler; öyle fazla heyecanlanmak ya da üzülmek için bir neden yok. Onlar bunu bilirler. Kurtarıcıdır kediler. Ne kadar çok kedin varsa o kadar uzun yaşarsın. Yüz kedin varsa on kedin olduğunda yaşayacağının on katı daha uzun yaşarsın. Bu gerçek bir gün keşfedilecek ve herkesin binlerce kedisi olacak ve kimse ölmeyecek. Gerçekten çok saçma.


KADINLAR VE CİNSELLİK ÜZERİNE:
Şikayet etme makineleri diyorum ben onlara. Erkek ağzıyla kuş tutsa yaranamaz kadına. Bir de isteri krizlerini hesaba katarsan… unut gitsin. Dışarı çıkıp arabaya atlar ve gazlarım, nereye olursa. Yoktur başka yolu. Yapıları farklı galiba, değil mi? İsteri krizine girerler… konuşamazsın. Sen gitmeye kalkarsın, anlamazlar. (Bir kadının tiz sesiyle) NEREYE GİDİYORSUN? “Kaçıyorum burdan, bebeğim!” Benim kadın düşmanı olduğumu düşünüyorlar, ama değilim. Kitaplarımı okumayıp duyduklarıyla karar veren insanlar bunlar. “Bukowski kadın düşmanı bir domuzdur!” Bunu duyuyorlar ama işin aslı nedir diye merak etmiyorlar. Evet, zaman zaman kadınları aşağıladığım doğru, ama erkekleri de aşağılıyorum. Hatta herkesten çok kendimi aşağılarım. Birinin aşağılanmayı hak ettiğini düşünüyorsam aşağılarım -erkek, kadın, çocuk, köpek, fark etmez. Kadınlar fazla hassas, ayrımcılığa maruz kaldıklarını sanıyorlar. Onların sorunu da bu.


İLKİ:
İlkini düzmek gerçekten tuhaftı -bilmiyordum- bana yalamayı filan öğretti. Hiçbir şey bilmiyordum. “Hank,” dedi, “büyük bir yazarsın, ama kadınlar hakkında bir bok bilmiyorsun!” Ben de, “Ne demek istiyorsun, bir sürü kadınla düzüştüm ben,” dedim. “Hayır, bilmiyorsun, izin ver de sana öğreteyim,” dedi. “Pekala,” dedim. Sonra, “Sen çok iyi bir öğrencisin, hemen kapıyorsun,” dedi. Bu kadar -(Biraz utanıyor. Ayrıntılardan değil, hatırlamanın duygusallığından daha çok.) Ama yarık yalamak filan bir süre sonra insana kendini uşak gibi hissettiriyor. Kadınları memnun etmek hoşuma gidiyor, ama… Cinsellik çok abartılıyor, moruk. Seks sadece abazansan harika.

AIDS’DEN ÖNCE SEKS VE EVLİLİĞİ ÜZERİNE:

Hayatımın yarısı yatakta geçiyordu bir ara. Bilmiyorum, bir trans haliydi galiba, düzüşme transı. Düzüş, düzüş… (gülüyor)… Öyleydim! (gülüyor)
Ve kadınlar, birkaç laf ettikten sonra bileklerinden kavrarsın, “Hadi, güzelim.”Yatak odasına götürüp düzersin. Ve itiraz etmezler, moruk. O ritme girdikten sonra takılırsın. Çok fazla kadın var ortalıkta. İyi görünürler, ama kopmuşlardır. Tek başlarına yaşarlar, işe giderler, eve dönerler… Birinin onları öyle götürmesi büyük şeydir onlar için. Bir de oturup içiyor ve konuşuyorsa, iyi vakit geçiriyorlar demektir. İyiydi… şanslıydım. Çağdaş kadınlar… söküklerini dikmezler ama… onu unut.

YAZMAK ÜZERİNE:
Küçük bir kıza tecavüz eden bir adamın bakış açısından bir öykü yazdım. İnsanlar beni suçladılar. Biri söyleşiye geldi. “Küçük kızlara tecavüz etmekten mi hoşlanırsınız?” diye sordu. “Tabii ki, hayır,” dedim, “ben hayatı fotoğraflarım.” Yazdığım bir sürü şey yüzünden başım belaya girdi. Öte yandan, bela kitap sattırır. Ama, işin esasına inersek, ben kendim için yazarım. (Sigarasından derin bir nefes çekiyor.) Böyle. “Duman” benim, kül küllüğün… budur yayınlanmak.
Asla gündüz yazmam. Çıplakken alış veriş merkezinde koşmak gibi bir şey gündüz yazmak. Herkes seni görür. Gece… işte o zaman numara çekebilirsin… sihir..


ŞİİR ÜZERİNE:
İlkokulun bahçesindeyken “şair” ya da “şiir” sözcüğü telaffuz edildiğinde bütün çocuklar gülüp alay ederlerdi. Şimdi anlıyorum nedenini, çünkü sahte bir üründür şiir. Yüzyıllardır sahte, züppe ve kökleşmiş. Aşırı-hassas. Aşırı-değerli. Çöp yığını bana sorarsan. Yüzyıllardır şiir niyetine çöp üretiliyor. Sahtekarlık, kalpazanlık.
Birkaç iyi şair var tabii ki, beni yanlış anlama. Li Po adında Çinli bir şair var örneğin. Çoğu şairin kendi bokuyla on iki-on dört sayfada katamayacağı kadar duygu, gerçeklik ve tutkuyu dört-beş yalın dizeye sığdırabilen bir şair. Şarapçıydı da üstelik. Şiirlerini tutuşturup nehirde yüzdürür, şarap içermiş. İmparatorlar onu çok severmiş, çünkü ne dediğini anlarlarmış… Ama, tabii ki, sadece kötü şiirlerini tutuştururmuş. (gülüyor)
Benim yapmaya çalıştığım, affına sığınarak, hayatın fabrika işçisi boyutunu edebiyata katmaktır… işten eve döndüğünde dırdır eden karısı. Sıradan insanın gündelik gerçekliği… yüzyılların şiirinde pek söz edilmeyen bir şey. Yüzyılların şiirinin bok olduğunu söylediğim kayıtlara geçsin. Utanç verici..

CELİNE ÜZERİNE:
Celine’i ilk okuduğumda yatağa bir kutu Ritz krakerle girmiştim. Onu okurken bir yandan da kraker yiyordum. Sonra gülmeye başladım, krakerleri çatır çatır yerken bir yandan da kahkaha atıyordum. Bir solukta okudum romanı. Bir kutu krakeri bitirdim, moruk. Kalkıp su içtim. Görmeliydin beni. Kımıldayamıyordum. İyi bir yazar işte böyle yapar adamı. Öldürür nerdeyse… kötü bir yazar da.

SHAKESPEARE ÜZERİNE:
Okunurluğu zayıf ve fazlasıyla abartılmış bir yazar bence. Ama kimse bunu duymak istemiyor. Görüyor musun, tapınaklara saldıramıyorsun. Yüzyıllarla yerleşmiş bir yazar Shakespeare. “Kanımca bilmem kim kötü bir aktör!” diyebiliyorsun. Ama Shakespeare boktan bir yazardır diyemiyorsun. Bir şey ne kadar eskiyse züppeler ona o kadar yapışır, vantuz gibi. Züppeler bir şeyin emniyetli olduğunu hissetmesinler… yapışırlar. Onlara gerçeği söylediğin zaman da delirirler. Kaldıramazlar. Bütün düşünce sistemlerine saldırmış olursun. Tiksindiriyorlar beni.

OKUMAKTAN EN ÇOK HAZ DUYDUĞU ŞEY ÜZERİNE:
The National Enquirer’da şöyle bir şey okudum: “Kocanız eşcinsel mi?” Linda bir keresinde bana, “İ**e gibi sesin var!” dedi. Ben de, “Öyle mi, hep merak ederdim,” dedim. (Gülüyor) Bu makale şöyle devam ediyor. “Kaşlarını yoluyor mu?” İçimden, ha***r, ben bunu hep yapıyorum, diye geçirdim. Artık ne olduğumu biliyorum… İ**eyim! Tamam. The National Enquirer’a bana ne olduğumu söylediği için müteşekkirim.


MİZAH VE ÖLÜM ÜZERİNE:
Çok az mizah var. Sıkı mizahçı diyebileceğim son adam James Thurber’dı. Ama mizahı o kadar muhteşemdi ki gözardı edildi. Bu adam çağın psikolog/psikiyatr’ı diyebileceğimiz biriydi. Kadın erkek ilişkisini çözmüştü. Her derde deva. Mizahı o denli gerçekçidir ki çılgınca rahatlama çığlıkları olarak çıkar kahkahalar içinden. Thurber’dan başka kimse gelmiyor aklıma… Bende de bir parça var… Onunki gibi değil ama. Benimkine mizah denmez aslında. Ben ona… “komik bir uç,” diyorum. Tutkunum o komik uca. Ne olursa olsun… mutlaka saçma ve gülünç bir tarafı vardır. Nerdeyse her şey gülünçtür. Biliyorsun, her gün sıçarız. Bu da saçma sapandır. Öyle değil mi sence? İşemek zorundayız, yemek yemek zorundayız, kulaklarımızdan bal mumu çıkıyor, kaşınıyoruz. Gerçekten çirkin ve aptalca, biliyor musun?
Ucubeyiz. Bunu idrak edebilsek kendimizi sevmeyi becerebileceğiz belki… içimizde dolanan bağırsaklarımızla, birbirimizin gözlerine bakıp, “seni seviyorum,” derken içimizde yavaşça karbona dönüşen bokumuzla… ve birbirimizin yanında osurmayız. Her şeyin komik bir yanı var…
Sonra da ölürüz. Ama, ölüm bizi hak etmiyor. Biz ölüme bütün delilleri gösterdik, ama o bize tek bir delil bile göstermedi. Doğarak hayatı hak mı ettik? Hayır, ama o orospu çocuğu ensemize yapışıyor. Kızıyorum ölüme. Hayata da kızıyorum. İkisinin arasında sıkışıp kalmış olmaya kızıyorum. Kaç kez intihara kalkıştığımı biliyor musun? Zaman tanı bana. 66 yaşındayım henüz. Hâlâ çalışıyorum.
İntihar kompleksin varsa hiçbir şey seni rahatsız etmez… Hipodromda kaybetmek dışında. O insanın canını sıkıyor. Neden acaba?… Çünkü hipodromda yüreğini değil de beynini kullanıyorsun.
Hayatımda hiç ata binmedim.
Beni asıl ilgilendiren doğru veya yanlış karar vermek, atlar umurumda değil.

HİPODROM ÜZERİNE:
Bir ara hayatımı hipodromda kazanmayı denedim. Acı verici. Heyecan verici. Her şey sınırdadır -kira- her şey. Ama, fazla ihtiyatlı olmaya başlıyorsun… aynı şey değil.
Bir keresinde tam dönemecin önünde oturuyordum. On iki at vardı o koşuda ve dönemece geldiklerinde kopma yoktu, sıkı bir grup halinde koşuyorlardı. Çılgın bir görüntüydü. Atların kıçlarına baktım ve içimden, “Delilik bu, tam bir delilik!” diye geçirdim. Ama dört yüz-beş yüz dolar kazandığın günler de vardır, arka arkaya sekiz koşuyu bilirsin ve kendini Tanrı gibi hissedersin, her şeyi biliyormuş gibi. Her şey bu işin bir parçasıdır.
(Bana dönüyor)
CB: Bütün günlerin iyi geçmez, değil mi?
SP: Hayır.
CB: Bazı günler iyi mi?
SP: Evet.
CB: Çoğu mu?
SP: Evet.
(Kısa bir sessizlikten sonra şaşırmış bir biçimde gülüyor)
CB: Sadece birkaçı demeni bekliyordum… Hayal kırıklığına uğrattın beni!

İNSANLAR ÜZERİNE:
İnsanlara fazla bakmam. Rahatsız edicidir. Birine çok fazla bakarsan onun gibi olmaya başlarsın derler. Zavallı Linda.
Fazla gereksinim duymam insanlara. Beni doldurmazlar, boşaltırlar. Kimseye saygı duymuyorum. Böyle bir sorunum var… Yalan söylüyorum, ama inan, doğru.
Hipodromdaki parkçı çocuk iyidir. Bazen, hipodrom çıkışında şöyle bir konuşma geçer aramızda:
“Hey, n’aber, moruk?” diye sorar.
“Bıçağı gırtlağıma dayamak üzereyim… Beyaz bayrağı sallamaya hazırım. Benden bu kadar.”
“Adam sen de! Bir gece birlikte çıkıp içelim. Bu geceye ne dersin? Birkaç kişiyi marizleyip birkaç hatun düzeriz.”
“Şu işi bir düşüneyim, Frank.”
“Biliyor musun, işler ne kadar sarpa sararsa, ben o kadar akıllanırım.”
“Sen hayli akıllı bir adam olmalısın, Frank.”
“İyi ki seninle gençliğinde tanışmamışız.”
“Evet, biliyorum ne diyeceğini. İkimiz de şimdi San Quentin Hapishanesi’ndeolurduk.”
“Doğru!”

HİPODROMDA TANINMAK ÜZERİNE:
Geçen gün tribünde oturuyordum, birinin bana baktığını hissettim. Başıma gelecekleri bildiğimden yer değiştirmek için ayağa kalktım. “Affedersiniz?” dedi. “Evet, ne istiyorsun?” diye sordum. “Siz Bukowski misiniz?” dedi. “Hayır!” dedim. “İnsanlar bunu size sürekli soruyorlardır herhalde?” dedi. “Evet!” dedim ve uzaklaştım. Biliyorsun, daha önce de tartıştık bunu. Mahremiyet gibisi yoktur. Ben insanları severim, biliyorsun. Kitaplarımı sevmeleri filan güzel… Ama ben kitap değilim, anlıyor musun? Ben o kitapları yazan kişiyim, ama yanıma gelip başımdan aşağı gül yaprakları filan dökmelerini istemiyorum. Soluk almak istiyorum. Benimle takılmak istiyorlar. Beraberimde birkaç çılgın fahişe getireceğimi, birilerini yumruklayacağımı filan düşünüyorlar herhalde. Öyküleri okuyorlar! Lanet olsun, o anlattıklarım yirmi yıl önce, otuz yıl önce olmuş şeyler, birader!

Çeviri : Avi Pardo
“Güneşe Uzan”dan, Parantez yayınları ..