26 Ocak 2011 Çarşamba
Kinyas ve Kayra
Sözlerimin sonunu duymadığın zaman.
Cümlelerimin sonunu duymadığın zaman.
Değiştiriyorum son kelimelerimi.
Değiştiriyorum sonumu.
Kendimi ölümsüz olarak görüyorum. Mekân ve zamandan kopalı yıllar oluyor. Bir kıza âşık olmuştum. Onu görmek için altı saat yol almam gerekiyordu. Bir sabah, treni kaçırdım. Âşık olmaktan vazgeçtim. Kendinden vazgeçmenin ne olduğunu asıl ben bilirim. Benim adım Kaygusuz Abdal. Tanrı'dan vazgeçtim. Ölmekten vazgeçtim. Çünkü ölürsem ve eğer yukarıda beni ödül ve ceza sisteminin bekçileri bekliyorsa çok büyük kavgalar etmem gerekecekti. Ölmek istemiyorum, çünkü Tanrı'yı da öldürürüm diye korkuyorum. Ve böyle bir vefata benim dışımda kimse dayanamaz... Platon'un Mağara İstiaresi'ne karşılık, ben de Kuyu İstiaresi'ni yazdım: doğdukları andan itibaren düşen insanların, yanlarından hızla geçen fırsatlara ve başka insanlara tutunup tırmanmalarını ve bunu sadece doğdukları andaki yüksekliklerine erişebilmek için yaptıklarını anlattım. Ancak ellerini ağızlarına sokup, parmaklarını ısırıp hiçbir şeye tutunmamaya kararlı olanları da anlattım. Ve sordum, Tanrı'nın yukarıda mı yoksa aşağıda mı olduğunu. Eskiden poker oynardım. Şimdi de, Tanrı’nın aşağıda, kuyunun dibinde olduğuna oynuyorum. Hayatım masada, birkaç kırmızı oyun fişiyle.
Az yedim, çok içtim. Hâlâ içiyorum, içki ayırmadım. Alkolü kendime yakıştırdım. Her türlü uyuşturucudan tattım. Bağımlılıktan nefret ettim. Gitmemi, terk etmemi engeller diye. Ne bir maddeye, ne de bir insana bağlandım. Sırf bunu kendime kanıtlamak için eroin kullandım, âşık oldum, ikisini de arkama bakmadan bırakıp gittim. Geçmişe tükürüp geleceği çiğnedim. Bugünü ise uyuyarak geçirdim. Benim adım Houdini. Dünyayı bir oyuncağa çevirdim. Ayak basmadığım yer kalmadı. Kalan varsa, onları da amuda kalkar geçerim! Duvarlara, bedenime resimler çizdim. Bir gün öyle gürledim ki önümde duran şarap kadehi çatladı. Benim adım Hitler. Kendi ordumu kurmak için bir sürü kadına tohumlarımı bıraktım... Şimdiyse ağlıyorum. Hepimiz için. Çünkü hiçbiri
işe yaramadı...
Kendimi defalarca buldum, defalarca kaybettim. Gerçek adımı hatırlamıyorum. Kimliğimi bir çocuğa sattım. Çirkinleşmek için çok uğraştım. İsteyene ruhumu kiraladım. Vücudumdaki dikiş sayısını artık bilmiyorum. Hayatımı diktiler. Oysa yırtmak için çok uğraşmıştım... Bir psikiyatra tecavüz ettim, isminin ve unvanının üzerinde yazdığı, masasındaki mermer parçasıyla. Hapse girdim. Çıktım. Hayat bitmedi. Piyano çaldım. Sattım. Benim adım Deacn Moriarty. 140'ı geçince direksiyonun üzerine yattım. Bagajına ceset sığdırabileceğim arabayı seçtim. Nargileyle sevişenleri seyrettim. Beş bin film seyrettim. Her şeyin farkına vardım. Farkına varılacak bir şey kalmayınca da "Sıradaki hayat gelsin!" dedim. Ne gelen var, ne de giden. Sadece Kinyas ve ben... Kendimi tanıyamadım. Zamanım olmadı. Binlerce dilim pizza yedim. Pepperonni ve siyah zeytinli. Benim adım Miss Piggy. Bütün hayatım boyunca kaçtım. Önüme okyanus çıktı. Daha ileri gidemedim. İçinde boğulmak istedim. Gözlerimi sahilde açtım...
Uyumadım. Pişman olmadım. Kendimden bile. Ben gerçektim. Dünyanın en gerçek adamı! Bana ait bir gezegen bulana kadar insanlara ve kendime zarar vermeye devam edeceğim... Biliyorum, beni linç edecekler. Beni bütün dünya öldürecek. En derinde benim cesedim olacak ancak bedenimi toprak bile kusacak... Aranızdayım her gece. Dolaşıyorum sokaklarda, sol elimde Şam'dan taşıyıp geldiğim yakutlu hançerimle...
Gittim, caz dinledim. Duke Ellington'ın plağıyla kendilerini kesen kadınları gördüm... Benim adım yok. Çünkü ben yokum. Delir-dim. Yetmedi. Delirttim. İğrendirdim. Dünya bendim. Acıyı inceledim üniversitelerde. Üç ayrı okulda, üç yıl. Sonra acıttım akademik kariyerleri ve tabiî ki kendiminkini. Ne çalışmak, ne de bir işe yaramak. Hiçbirine inanmadım. Tespihle adam boğdum. Ben doğdum ! Oysa güneş batıdaydı. Ben geceye geldim. Aya misafir oldum... Bunları söylüyorum çünkü anlatılacak başka bir hikâyem yok. Zaten yazma işlerinde de hiç başarılı olamadım. Ben daha çok, fırça ve boyalarla ilgilenendim. Ve dünyaya bırakabileceğim bir miras yok. Bütün değerleri iyi bir pizzanın üstüne içtim...
Japonya'dan Suriye'ye taşındığımızda on iki yaşındaydım. Arapça öğrenmemek için elimden geleni yaptım. Ama yine de sarmaşık gibi dilime dolandı. Arap'ı ve Bedevi'yi T. E. Lawrence'tan öğrenmiştim. Ve Arap yarımadasında var olabilmek için ya ibne ya da silah kaçakçısı olmak gerektiğini anladım. Ben ikisi de değildim. Ama adına çöl denilen, küreğin batmadığı denizde yaşayan insanların hiç de hak etmedikleri bir tarihleri vardı. Bir zamanlar dünyaya hükmeden esmer savaşçıların düştükleri durumu görünce zamanın ne kadar nankör olduğunu anladım. Geçmiş hiçbir şeydi. Kuma kendini gömüp yeniden Arap medeniyetinin hüküm süreceği günleri beklemek ve o gün gelene kadar birbirlerini öldürmek yapabilecekleri tek işti. Ben de onları seyrediyordum. On altı yaşıma kadar hep seyrettim zaten. Hep iyi bir izleyici oldum. On altımda bozuk Arapça, pokerde kazanılmış bir hançer ve bronz bir tenle Avrupa'ya geldim.
Eski kıta beni bekliyordu. Bir dejenere sürüsünden başka bir dejenere sürüsünün içine düşmüştüm. Burada silah kaçakçısı da yoktu. Hepsi ilk gruba dahildi. Ve daha yakınlaşmadan hiçbirine, nefret etmiştim hepsinden de. İki dünya savaşını da bu geri zekâlıların başlatmış olmasına hiç şaşırmamak gerekiyordu. Birbirlerinden o kadar korkuyorlardı ki aynı metroda beş yüz kişi yolculuk yaparken duyulan tek ses makine gürültüsüydü. Halkı aptal ama azınlıkları var olma çabası içinde yarı tanrılar yaratmış bir toplum. Bu yan tanrılar bugün üstünde yaşadığımız dünyanın edebiyatını, müziğini, resmini, politikasını belirlemiş olanlardı. Ve ben onları sokakta göremiyordum. Kapalı kapılar arkasındaydı Avrupa'yı yönetenler. Halkın karşısına çıktıkları anda çiğ çiğ yeneceklerini bildiklerinden, ukalaca taktıkları yüksek kültür maskesini sadece birbirlerine gösteriyorlardı. Sömürmeye ve sömürülmeye hayatın amacı olarak bakan bu açık tenli ırk, belki de doğanın en büyük hatasıydı... Atom bombası oraya atılmalıymış. Deniz olmalıymış oralarda Balıklar bile daha iyi geçinirmiş birbirleriyle!
Ama bütün bunların ne önemi var? Entelektüel sapkınlıklarıyla ve dünyanın diğer bütün kıtalarına karşı hissettikleri korku ve nefret kokteyli duygularıyla, son olarak da yeryüzünün görüp görebileceği en salak turistleri olma unvanlarıyla Avrupa halkı kendini öldürmek ya da öldürtmek için bütün nedenlere sahiptir. Sosyal devlet dedikleri, bana kalırsa Gestapo düzeninden başka bir şey olmayan sistemleri, sokakta biri düştüğünde ambulans gelene kadar, yerde yatanın kendileri olmadığı için şükretmelerinden ibarettir. Arap hiçbir sakınca görmeden hiç tanımadığı, kendinden geçmiş yerde yatan bir adamı sırtlayıp en yakın hastaneye koştururken Avrupa insanı aynı adama, adını yeni öğrendiği bininci mikrobu kapmamak için bir metreden fazla yaklaşamaz bile. Çünkü Avrupalının altına yapacak kadar korkması için bir şeyin ismini bilmesi yeter, isimsiz canavarlar sadece Arap'ı korkutur. Herkesin kendine göre bir paranoyası var. iklimden, saç renklerinden, el parmaklan uzunluğundan ya da her neden kaynaklanıyorsa! Herkesin tercih ettiği bir ölüm var...
Her neyse, zaten üzerinde yaşadıkları çirkin kara parçasına sıkışmış, birbirini yiyen, Ortaçağ'dan beri gelen eş değiştirerek yaptıkları salon danslarından grup sekse kadar ahlak anlayışlarını değiştirmemiş Avrupalıları hayatımın geri kalan kısmında da çok iyi tanıma fırsatım oldu.
Genel olarak normal olmadığımı düşünerek kendimi meşrulaştırıyordum. Anormalliğim o yaşlarda herkesin istediği şeylerden farklı hayaller kurmamla sınırlıydı. Yani bir şeyleri arzulayabiliyordum o sıralar. Gitmeyi, siyah giymeyi, bir kamerayla izleniyormuşçasına yaşamayı, güzel kadınlarla yatmayı, dünyayı çözmeyi, hayata başlama vuruşunu yapanı keşfetmeyi ve yaşıtlarımın çok azının kurgulayabildiği benzer kavramları hayal ediyordum... Her zaman yalnız oldum. Yalnızlığı kendimi geliştirmenin tek yolu olarak gördüm. Ama çevremde olup biteni kaçırmak ve yanımdan akıp giden hayat nehriyle yüzümü yıkamamak da bana aptalca geliyordu. Bu nedenle evde çok az zaman geçirmeye ve sokaklarda yaşamaya başladım. Fahişeleri keşfettim. Silah kullanmayı öğrendim. Poker oynamaya devam ettim. Kitap okumayı bıraktım. Artık en ufak boş zamanımda kilometrelerce uzakta olan bir kasabaya trenle gidip, birkaç kadehten ve caddelerini arşınladıktan sonra evime dönüp uyuyordum. Rüyamda yüzleri, sokakları, tren camındaki pastel renkleri görüyordum, insanlardan istediğim ölçülerde, ilgilendiğim alanlarda yararlanıyordum. İlişkilerim kontrolüm altındaydı. Kimseyi kendime fazla yaklaştırmıyordum. Dünyayı, hayatı olduğu gibi kabul ediyor ancak bütün bunların dışında da bir gerçeğin olması gerektiğinin üzerine yoğunlaşıyordum. Yani bir şekilde, çok uzaklarda kimliğimi büyük bir seremoniyle yaktıktan sonra gözlerimi kapatıp son nefesime kadar huzur içinde yaşayabileceğim bir yer olduğunu düşünüyordum. Aslında bu mümkündü. Ve bir ara çok yaklaşmıştım. Ama Kinyas hâlâ ortaya çıkmamıştı ve gerçekten böylesi bir hayat isteyip istemediğimi bilemiyordum.
Bütün bunları yazmak o kadar zor ki. Şu an bulunduğum noktada hiçbirinin olmadığım görmek... Aslında bu kadar yükselmek ya da alçalmak, daha doğrusu bu kadar ileri gitmek istememiştim hiçbir zaman. Aynaya bakıp kendini tanıyamamak, insanın kendi anılarını bir başkası yaşamış gibi anlatması, dünyanın kendisi dahil üzerindeki hiçbir şeye kayda değer bir var oluş nedeni bulamamak ve zihnin bedenden binlerce kilometre uzakta olması o kadar korkunç ki!
Hava aydınlanıyor. Kayra'nın yazdıklarını okuyormuş gibi yapıp ilgilendiğimi düşünmesini istemiştim. Oysa tek bir kelimesine bile bakmadım. Şimdi kaçamak bakışlar atıyorum ona ve görüyorum ki elinde başka bir votka şişesi, arkamdaki duvarda asılı olan afişleri seyrediyor. Ne yazdıklarıma bakıyor, ne de burada olduğumun farkında. Belki de dünyada sadece onun yanındayken kendimi hâlâ yalnız hissedebildiğim için böylesine garip bir dostluğumuz var. Birbirimize anlatacak hiçbir şey yok ve her şeyimiz var. Ve aynı zamanda, o kadar da umursamıyoruz ki söylenenleri, olanları, aynı odada bulunduğumuzu bile unutabiliyoruz. Onu sevdiğimi söyleyemem çünkü duygularım yok ama hayattaki tek bağımlılığım olduğunu itiraf edebilirim... Yoruldum. Çok yorgunum... Yeryüzüne inme zamanı.
"Kayra! Haydi çıkalım buradan. Biraz dolanalım."
Kinyas ve Kayra
Sayfa: 22-27
25 Ocak 2011 Salı
Mamma Mia
İyi ki müzik var dünyada. Ya olmasaydı? Korkunç olurdu! Müzik ruhun gıdasıdır derler, sevmem herkesin ezbere bildiği sözleri. Ama öyle. Benim ruhum müzikle besleniyor. Bu müzik hiç bitmesin.
Bu yüzden kararımı verdim, artık bu bir sona erme li
Bana bir bak, hiç öğrenecek miyim?
Nasıl oluyor bilmiyorum ama aniden kontrolü kaybe diyorum
Ruhumda yanan bir ateş var
Sadece bir bakış ve zil sesleri duymaya başlıyoru m
Bir bakış daha ve her şeyi unutuyorum, o-o-o-oh
Tanrım, tanrım, sana nasıl dayanabilirim?
Aman tanrım, yine belli oluyor mu?
Tanrım, tanrım, seni ne kadar özlediğim
Evet, kalbim kırıktı
Ayrıldığımız günden beri üzgündüm
Neden, neden gitmene izin verdim ki?
Aman tanrım, şimdi gerçekten biliyorum
Tanrım, tanrım, gitmene asla izin veremezdim
Yaptığın şeyler yüzünden sinirli ve üzgündüm
Ne kadar çok senin bittiğini söylediğimi sayamadı m
Ve gittiğinde, kapayı çarptığında
Sanırım çok uzun süre uzakta kalamayacağını biliy orsun
O kadar güçlü olmadığımı biliyorsun
Sadece bir bakış ve zil sesleri duymaya başlıyoru m
Bir bakış daha ve her şeyi unutuyorum, o-o-o-oh
Aman tanrım, işte yine başlıyoruz
Tanrım, tanrım, sana nasıl dayanabilirim?
Aman tanrım, yine belli oluyor mu?
Tanrım, tanrım, seni ne kadar özlediğim
Evet, kalbim kırıktı
Ayrıldığımız günden beri üzgündüm
Neden, neden gitmene izin verdim ki?
Aman tanrım, şimdi gerçekten biliyorum
Tanrım, tanrım, gitmene asla izin veremezdim
Aman tanrım, söylesem bile
Hoşçakal, ya beni şimdi terk et, ya da asla
Aman tanrım, bu oynadığımız bir oyun
Hoşçakal sonsuza kadar demek değil
Aman tanrım, işte yine başlıyoruz
Tanrım, tanrım, sana nasıl dayanabilirim?
Aman tanrım, yine belli oluyor mu?
Tanrım, tanrım, seni ne kadar özlediğim
Evet, kalbim kırıktı
Ayrıldığımız günden beri üzgündüm
Neden, neden gitmene izin verdim ki?
Aman tanrım, şimdi gerçekten biliyorum
Tanrım, tanrım, gitmene asla izin veremezdim
Abba Mamma Mia
24 Ocak 2011 Pazartesi
Gülziya Murat Çelik
Unuttuğumuz nedir, söyle?
Anlıyoruz; aşk unutuluşlardan
Payımıza düşen yerdir!
Son bulabilir mi bu yalnızlığın gezintileri
hepimizin harabeleriyken herkesin elleri..!
bir semahla gelirken sabah
ve ardında şafak ve güneş
kendi kaderine sürgülenmiş bir bedeni anlatır semazenler
denenen, bir gidişin müsveddesidir!
İnsan zayıf olandır, ruhunun ağırlığını bir başkasına taşıtır..!
Aynada bize bakan bu gözler daha önce yürünmüş hangi yollardan arta kalanlardır..
söylesene,
ben ölürken
kendini yaşatabilecek misin anlattıklarımla?
Herkesin kıyılarında sınırlarını çocukluğunun çizdiği bir uçurum mutlaka vardır
bir ses gibi çizerse yüzünü gece
unutma Gülziya
ben rengini vermeyen gül
açılıp gireceğim düşlerine.
Düşler,diye devam etti.Düşler insanı her şeyden vazgeçire bilir,ya da her herşeyi yapma güçünü vere bilir. Düşlerine dikkat et dostum; hiçbir zaman içindeki sevginin gerisinde kalmasına izin verme.
kendimi hatırlamak için,
sahi, ben sen miydim?
artık sızacak yeri kalmadı gözyaşlarımızın
nerede birikiyorsak orada kuruyoruz.
22 Ocak 2011 Cumartesi
Ve Eşşek Meleği Gördü - Nick Cave
"görünüşe göre batıyorsunuz beyim, batıyorsunuz yavaştan.
ama o içine battığınız şey nedir, düşünür dururum meraktan.
ey bulutlardan gelen gür ses, konuşmak acı veriyor bıçak gibi,
düpedüz ölümün içine batıyorum, hayatsa artık terk ediyor beni.
yanılıyorsun, zavallı saf çocuk, gerçek ölüm burda benim yanımda,
cehennemin zindanları ve ebedi bir ıstırap var, oğlum senin altında!
pislikten ibaret tependen in hadi, ey gökyüzünden saklanan şeytan!
sen iblissin! büyük sahtekar! söylediğin şeylerin hepsi yalan!
kandıramayacaksın beni artık hiddetin ve korkunç gürlemelerinle,
tanrı sürüyor benim arabamı ve O'dur şimdi beni çeken dibe.
bataklık ağzını açıp çek beni kendine, bedenim zincirlenmişti adeta,
şeytansa başını sallayıp iç geçirdi, harp çalıyordu alevlerin arasında.
yukarıdaki cennet de cehennem gibi aslında, doğruyu demek gerekirse,
cennet, dünyayı cehenneme çevirmek için benim bulduğum bir desise."
Rock Of Gibraltar
İzin ver söyleyeyim
Dürüst ve tereddütsüz olacağım
Sana olan aşkımdan bir saniye şüphe etmedim.
Deniz bizim için ikiye bölünebilir
Dalgalar bizim adımızı fısıldayabilir.
Ve sen benim mileydim olacaksın.
Bazen hayat gafil avlayabilir bizi
Tam da gardımızı indirmişken
Fakat altından kalkamayacağımız hiçbirşey yok.
Uhrevi rüzgarlar adımızı söyleyecek
Binlerce yıl boyunca
Ve ben hala senin adamın olacağım.
Yaptığım en iyi şey
Seni hayatımın kadını yapmaktı
Hayat yolunda ilerleyeceğim kadınım sensin.
Sen yanımdasın ya.
Ve beraber göğüs geriyoruz ya.
Bu hayatım boyunca yeter bana.
Görkemli ay'ın altında
Dağ evimizin verandasında
Sana iç gıdıklayıcı hayallerimizi anlatacağım
Ve en karanlık zamanlarımızda
Sen yanımdaydın ya
Bu yeter bana
Aşkın gücü bu olmalı
Hiç tatmadığım birşey bu!
Acaba bir gün bitecek mi bunlar?
Ve şu ana kadar tek endişem
Bütün iyi zamanlarımızın ellerimden kayıp gitmesi
Eğer bir yazarın fazla kitabı yoksa ve kitabının çok iyi olduğunu biliyorsanız hiç düşünmeyin onu satın alın. Hele yazarın adı Nick Cave ise içinizde tereddüt olması anlamsız olur. Paranız yoksa dilenin, eş dost arayın olmadı bankadan kredi çekin J
Ben hala bu kitabı okuyamamış olanlardanım. Bulamıyorum çünkü. İnternetten bulduğum, kitabın sonunda olan bir şiiri paylaşmak istedim. Benim için Leonard Cohen’le eşdeğer bir isim Nick Cave.
Stolen Child
kayalık yükseklerden kaynayan ağaçların nazarındaki gölde, yapraklarla kaplanmış bir ada vardır
çırpınan balıkçıllar uyandırır uykucu su sıçanlarını; orada saklarız peri teknelerimizi, çileklerle doludur ve çaldığımız en kırmızı kirazlarla.
gel haydi çocuk! sulara ve ormana gel bir periyle el ele. gözyaşıyla dolu çünkü bu dünya, senin anlayabileceğinden çok daha fazla.
ayışığının dalga dalga parlattığı loş bir ışıkla gri kumları, en uzaktaki dallardan daha uzakta tüm gece dolanırız kumlarda, kadim dansları dokur ellerimizle ve bakışlarımızla öreriz.
ay hareketine başlayana kadar; oraya buraya sıçrarız uçuşan köpükleri kovalarız, dünya acıyla dolup taşar ve tedirginken uykusunda.
gel haydi çocuk! sulara ve ormana gel bir periyle el ele. gözyaşıyla dolu çünkü bu dünya, senin anlayabileceğinden çok daha fazla. avare dolanan su kaynar akar çayırlık tepelerden, havuzlar vardır sazların arasında bir yıldızı yıkayabilir nadir de olsa. uykulu alabalıkları ararız orada, ve fısıldarız kulaklarına huzursuz rüyalar veririz onlara yavaşça uzanırız onlara doğru eğreltiotları arasından dökülen gözyaşları karışır genç ırmaklara. gel haydi insan çocuğu! sulara ve ormana gel bir periyle el ele. gözyaşıyla dolu çünkü bu dünya, senin anlayabileceğinden çok daha fazla. bizimle birlikte geliyor uzağa vakur gözlü çocuk bir daha duymayacak seslerini buzağıların ılık yamaçlarda veya ocaktaki semaveri huzuru anlatan kalbine veya boz rengi farenin koşuşunu dönüp duruşunu yulaf kasası etrafında. çünkü geliyor insan çocuğu, geliyor sulara ve ormana bir periyle el ele. gözyaşıyla dolu çünkü bu dünya onun anlayabileceğinden çok daha fazla.
Pablo Neruda
On the Road - Yolda
-Bob Dylan-
* Amerika’nın ortasında, gençliğimin Doğusu ile geleceğimin Batısını ayıran çizgideydim; belki de olanlar bu yüzden tam orada ve o zaman oldu, o garip kızıl öğleden sonra.
* Sırtüstü uzanmış, gözlerimiz tavanda yatıyor ve Tanrı’nın hayatı bu kadar acıklı kılarken ne planladığını düşünüyorduk.
* İşinde sorunları olmasına ve sivri dilli bir kadınla kötü bir aşk hayatı yaşamasına rağmen, en azından gülmeyi nerdeyse dünyadaki herkesten daha iyi öğrenmişti.
* Kaybettiği her şeyi geri alma derdindeydi, kayıplarının sonu yoktu, hayat sonsuza kadar böyle devam edecekti.
* Onunla bir geceyi daha dünyadan gizlenerek geçirmeye karar verdim, sabah ne olacaksa olurdu.
* Terry’ye, gidiyorum dedim. Bütün gece bunu düşünmüş ve kabullenmişti. Bağda duygusuz duygusuz öptü beni; ardından da asma sırasının yanından ilerlemeye koyuldu. Birkaç adım attıktan sonra dönüp son kez birbirimize baktık, aşk bir düellodur çünkü.
* Ekimde yuvaya dönüyordum. Ekimde herkes yuvaya döner.
* Huzur aniden gelecek ve geldiğini fark etmeyeceğiz.
* İnsanlara kendi şaşkınlığımdan başka verecek şeyim yoktu.
* Hayattaki her şey, hayatın bütün yüzleri aynı küf kokulu odada toplanıyordu.
* Gecenin ortasında bir şeye karar vermeye çalışan ve önlerindeki karanlıkta geçmiş yüzyılların tüm ağırlığını taşıyan üç yeryüzü çocuğuyduk biz.
* Yolculuğumuzun başında yağmur çiseliyordu ve esrarengiz bir hava vardı. Büyük bir sis destanına tanık olacaktık anlaşılan. ”Hey!” diye bağırdı Dean. “Gidiyoruz işte!” direksiyona abanıp gazladı; havasını bulmuştu, herkes farkındaydı. Hepimiz keyifliydik, karmaşayı ve anlamsızlığı arkada bıraktığımızın, zamanla ilgili tek ve yüce işlevimizi yerine getirmekte olduğumuzun farkındaydık: hareket etmek. Ve hareket ettik!
* Sonunda çıkıp yalnız başıma rıhtıma yürüdüm. Çamurlu kıyıya oturup Mississippi Nehri’ni incelemek istiyordum; bunun yerine bir tel örgüye burnuma dayayıp öyle bakmak zorunda kaldım nehre. İnsanları nehirlerinden ayırmaya başlarsanız ne kalır geriye? Bürokrasi...
* Otuz beş sent ödeyip eski filmler gösteren bir sinemaya girdik, balkona yerleştik ve sabah kovulana kadar bir yere kıpırdamadık. O sinemadakilerin hepsi yolun sonuna gelmiş insanlardı: bir söylenti üzerine araba fabrikalarında çalışmaya gelmiş Alabamalı bitik zenciler; yaşlı beyaz serseriler; şaraplarını yanlarında taşıyan, yolun sonuna varmış uzun saçlı zamane gençleri; orospular; sıradan çiftler ve yapacak işi, gidecek yeri, inanacak kimsesi olmayan ev kadınları. Detroit elekten geçirilse bundan daha bitik bir topluluk elde edilemezdi.
* 1942’de dünyanın gelmiş geçmiş en iğrenç oyunlarından birinin yıldızıydım. Denizci olarak Boston’da bulunuyordum, Scollay Meydanı’ndaki Imperial Cafe’ye içmeye gitmiş, altmış bardak bira devirdikten sonra tuvalete kapanmış ve klozete sarılıp uyumuştum. Gece boyunca en az yüz denizci ve çeşit çeşit insan gelip, ben tanınmaz bir şekilde topraklaşana kadar üstüme her türlü duygusal pisliklerini saçmışlardı. Ne fark eder ki? İnsanların dünyasında adsız olmak cennette ünlü olmaktan iyidir. Cennet nedir ki zaten? Yeryüzü nedir? Hepsi zihnimizde.
* Hepimiz aynı yolun yolcusuyuz. Hiçliğin altüst olmuş gölünde ufak dalgalarız.
* Bir gün çocuklarımızın merakla, anne babalarının inişsiz çıkışsız, düzenli, resimlerin dondurduğu gibi durağan hayatlar yaşadıklarını, sabahları kalkıp hayatın kaldırımlarını gururla adımladıklarını sanarak, bizim esas yaşantılarımızın, esas gecelerimizin hırpani deliliğini, bitikliğini, cehennemini ve o anlamsız yol kâbusunu akıllarının ucundan bile geçirmeden bakacakları fotoğraflardı bunlar. Hepsi sonsuz ve başlangıçsız bir boşluğun içinde.
J.Kerouac, Yolda, Ayrıntı Yay., 2008