Bilindiği
üzere en sık kullanılan dil günlük dildir. Felsefeci de, sanatçı da, bilim
adamı da günlük yaşamını sürdürürken bu dili kullanır. Günlük dil dünyayı bir
biçimde resmeden bir araçtır.
Burada “bir
biçimde” derken günlük dilin en yaygın iletişim aracı olmasına rağmen, yalnızca
tikeller (tikel durumlar, nitelikler vb.) hakkında konuşmaya yaradığının altı
çizilmelidir. Ancak tikeller hakkında konuşmak için tikellerden daha fazlasına
ihtiyaç vardır. Kavramlar, yani tümeller… “Bu masada dört kitap var” önermesi
“bu masa” diye gösterilen tikel hakkındadır ama “masa”, “dört”, kitap” gibi
kavramlar olmaksızın dile getirilemez. Günlük dil kuşkusuz tikeller dünyasını
resmeder
Günlük dil
kuşkusuz tikeller dünyasını resmeder. Ancak resmi yaparken kaçınılmaz olarak
kullandığı aygıtların başında tikel nesne adları olduğu kadar tümellerin adları
da bulunmaktadır. Her yargı verme bir tümeli gerektirir. Tümeller olmadan
yargıda bulunulamaz. Ancak günlük dil içine doğan, bu dil içinde yaşayıp giden
bireyler, sorulduğunda genellikle tikeller hakkında konuştuklarını söylerler;
tikeller hakkında konuşabilmek için tümelleri de konu edinmeleri gerektiğini
fark edemeyebilirler.
Bilim ve
felsefe dilinin konusunun görünenin ardındaki şey olduğunu söylemek mümkündür.
Duyulara konu olan ile bunların ardındaki bulunduğunu sandığımız/aradığımız
şeyin birbirleriyle ilişkisinin ne olduğu, görünmeyenin görüneni açıklayıp
açıklamadığı sorusu, yalnızca felsefe ve bilimin değil, kendine özgü yollarla
sanatın da meşgul olduğu bir sorudur.
“Sanat dili nasıl bir dünyayı
resmeder?” sorusuna bir cevap bulabildiğimizi düşünüyorum: Bu öznel deneyim
dünyasını resmeder; diğer dillerden bu yönüyle ayrılır. Bu durumu bilim dili –
sanat dili ayrımı üzerinden gösterebiliriz:
Bilimin dili
nesnel, gözlem ve deneyim ile olgu olarak saptayacağımız bir dünyayı resmeder.
Dünya olguların dünyasıdır ve bilim dili bu dünyanın fotoğrafını çeker; onları
birbiriyle ilişkili olgular biçiminde düzenler. Örneğin “bütün metaller
ısıtılınca genleşir” cümlesi zihnin kurucu olduğu mantıksal bir resmin
ifadesidir. Mantıksallık, resmin herkes için ortaklaşa olmasını mümkün kılar.
“Metal” derken, “metal”in ortak, iletilebilir anlamına işaret ederiz. Kant’ın
terimiyle bu ve benzeri yargılar deney yargılarıdır. (Algı yargısı değildir).
Böylece bilim görüneni dile getiren algı yargılarından hareketle onun ardındaki
yasaya ulaşır. Bu yasayı da deney yargısı biçiminde ifade eder.
Oysa sanatın
dili söz konusu olduğunda durum değişir. Artık mantıksal bir resimden değil,
olguyu metaforlar yoluyla kendine nesne yapan öznel bir dilden söz edilecektir.
Yazının merkezi noktası da bu öznel dilin neye yöneldiği/neyi nesne kıldığıdır.
Burada Paul Klee’nin özdeyiş haline gelmiş şu sözünü hatırlamakta fayda var:
“Sanat görüneni yansıtmaz, görünmeyeni görünür kılar.” Başka türlü dendikte,
sanat eseri bir şeyi temsil eder, ama temsil ettiği şey taklit ettiği şey
değildir. Nitekim bir resim yalnızca bir nesnenin tuvale aktarılmış biçim ve
renklerinden çok daha fazla birşeydir. Bu biçim ve renkler yalnızca sanatçının
dışındaki nesneye ait değildir, sanatçının yarattığı nesneye de aittir.
Sanatın
dünyayı resmederken kullandığı dilin bir tür duygu dili olduğu, resmedilenin
zihindışı dünyadan çok, sanatçının resmettiği şey karşısındaki iç halleri,
duygu dünyası olduğu iddiasından kalkarak Odgen ve Richard’ın “The Meaning of
the Meaning” adlı eserlerinde yaptıkları sembolik dil - duygusal dil (Odgen
& Richards, 1923:149) ayrımını benimseyebiliriz. Örneğin “Kız kulesi
İstanbuldadır” ifadesi bir tasvir ifadesidir. Kavramların semboller yerine
konmasıyla oluşturulmuştur. Oysa, “seni dünyalar kadar seviyorum” ifadesi
duyguları gösterir. Ancak duyguların, bu arada sevginin ölçülebilir bir
niceliği olmadığı için ancak bir metaforla gösterilebilir.
Sonuç Olarak:
Günlük dil,
mümkün olan en ekonomik kullanımla gündelik hayatımızı kolaylaştıran bir araç;
bilim dilinin amacıysa doğa hakkında genel yargılara ulaşmaktır. Sanat dilinin
amacı ise günlük dilin tikel nesneler hakkındaki algı yargılarını ya da bilim
dilinin deney yargılarını tekrar etmek değildir. O, çekilen bir acının, duyulan
bir özlemin vb. bu özlem ya da acıyı çeken kişi için ne kadar biricik olduğunu,
bu acı ya da özlemi çeken ya da çekmeyen herkese bildirmenin yollarının
araştırılmasıdır.
Sanat dili,
söz gelimi şiir bahis konusu olduğunda, mevcut günlük dil kalıplarını ve
iletişim kodlarını değiştiren bir dil haline gelir. Zira duyguların
biricikliğini aktarmak söz konusu olduğunda günlük dilin alışılmış kalıpları bu
duyguları yaşasın ya da yaşamasın yeterli olamıyor. Böylece yeni anlatım
kalıplarına, yeni biçimlere ihtiyaç hâsıl oluyor. Bu ihtiyacı da sanatçı
gideriyor.
Duyguları aktaran dil de
aslında bir yerde ölçülerden söz eder. Nitekim “seni dünyalar kadar” seviyorum
cümlesi ile “seni 3 kg. seviyorum” cümlesi arasında, duygu miktarı
göstermeleri
açısından bir fark yoktur. Ancak, elbette duygular ağırlık ya da uzunluk
ölçüleriyle tartılıp ölçülebilir değillerdir. Tam da bu nedenle, yine de bir
ölçü belirtmek adına “dünyalar kadar” sevmekten söz edilmektedir. Burada da
duyguların dile dökülmesi bir “nicelik”, yani “miktar” ifade ediyor. Ancak
buradaki asıl fark, niceliği gösterirken matematiğin diline başvurmak zorunda
kalmayışımızdır. Aslolanın iletişim olduğu bu noktada matematiğin “kesin”
diline ihtiyaç duymayan bir bildirişim ortamı vardır. Duyguların herkeste ayrı
ayrı tezahür etmesi, her bireyin kendi yaşantısını adeta biricik gibi idrak
etmesi neticesinde ortak bir duygu yoğunluğundan söz etmek güçtür. Sanatçı bu
farklı yoğunlukta olduğu düşünülen duyguları farklı dilsel kalıplarla ifade
etmeye çalışır. Oysa matematik dilinin konusu olan olguların ölçülmesinde ortak
bir ölçü bulmak ve uygulamak çok daha kolaydır.
[Beytulhikme
An International Journal of Philosophy, June 2011, V. 1]
Prof. Dr. Hakan Poyraz