



Hiçbir korku açlığa karşı direnemez, hiçbir sabır onu aşındıramaz, açlığın olduğu yerde iğrenme varolamaz, hurafelere, inançlara, ilke diyebileceğimiz şeylere gelince de, bunlar rüzgarın savurduğu saman çöplerinden farksızdırlar. Ağır ağır öldüren açlığın şeytanlığını, bıktırıcı acısını, kara düşüncelerini, karanlık ve suratsız yabanıllığını bilir misiniz? Yokluğa, onursuzluğa, ruhsuzluğa dayanmak, bu uzayan açlığa dayanmaktan daha kolaydır.
Joseph Conrad
Geceye inen yoğun sis gibi bu müziğin notaları.Uyuşturucu etkisinde, bir düşünce ötesi yok.Karanlıkta koca bir boşluk. İlginç, bünyede ki tüm kötü düşünceler, kötülükler su yüzüne çıkıyor.Kalbin rutubetli yerlerine ışık tutuyor.Soğuk bir orman ve ormanda karanlık,koyu bir nehir. Başına ne geleceğini bilmeden yol alıyorsun siyahlar giyinmiş insanlarla. Ağaçların arası kötülük dolu.. Yada ortaçağ Avrupa’sının içinde kaybolmak gibi. Sokaklar kan kokuyor ve nefret tıpkı bir veba gibi yayılıyor bedene. Hep koyu her yer koyu, yıldız bile yok. En aydınlık hali alacakaranlık... Karmaşık.
‘Di’
Sevgili kızım;
tek kullanımlık yaşam, sana verilmiş en değerli hediyedir
ve kalitesi, yüreğinle verdiğin kararlar, esirgememiş emek,
uğraşılarına baktığın pencere ile ilgilidir.
** ** **
Aslında tüm bir yaşam
olması istenen gibi değil;
olmasını istediğin gibi olmalıdır.
Bunun bedeli ağır olabilir;
ama hiçbir bedel,
başkasının yaşamını yaşamaktan
daha ağır değildir.
** ** **
Yaşam şikayetlerle, karalayıp silmelerle, haddini bildirmelerle yitirilmeyecek kadar kısa ve değerlidir.
Ancak görmeye cesaret ettiğin düşler gerçekleşir ve hiçbir yaş düş kurmana engel değildir.
Düşlerin, bedenin varamayacağı limanlara götürecek tek yelkenlidir
ve gidilen yol, varılacak noktadan daha önemlidir.
Yaşamın uzunluğu, brüt yıl sayısı ile değil, ürettiklerinin katsayısıyla, ardında bıraktığın sürülmüş topraklarla ifade edilir. Tek iz bırakmadan, tek çivi çakmadan, tek tohum ekmeden gelinip geçilmiş bir yaşam, açılmadan iade edilmiş bir zarf gibidir.
Her insanın işini sevmesi gereklidir;
sevmediği bir işte çalışmak kader değil, ruhi tembelliktir. Azim, aşk ve sağlık, seveceğin işi bulmada ya da kurmada - olmazsa olmaz - sermayedir. Vicdan ve haksızlığa direnç ise, bu hazinenin koruyucu melekleridir. Akan suları durduracak mazeretler söylense de, gerisi hikayedir.
Önce kendine güvenirsen ve bilgiliysen;
hiçbir yaş yepyeni bir başlangıca engel değildir. Tek kullanımlık yaşam, gerekmese bile her yaşta - her şeye yeniden, yeniden, yeniden başlayabilme inancıyla güzeldir.
Önce kendinden verirsen ve emeğini esirgemezsen;
keyif de çıkagelecektir – gönül penceresinden görebilirsen.
** ** **
İş, yaşamın en önemli dilimidir;
her işte bir keyif gizlidir
ve yaşam hak edilmiş keyifle güzeldir.
Sonlu yaşamının, son anına kadar yeniden başlayabilmen,
sonsuz öğrenmenin, öğretmenin, üretmenin keyfini düşler gibi görebilmen
ve görmemeye - göstermemeye yeminli gözlere de gösterebilmen dileğimle…
düş hekimi yalçın ergir http://www.ergir.com
Çinliler Türklerden bahsederken; Yaşamları atlarına bağlıdır… derler
Çin ve Arap kaynaklarında Türklerin at yetiştiriciliği ile uğraştıkları ve yetiştirdikleri atları komşu ülkelere sattıkları bilgisi geçmektedir.
Ayrıca Çin kaynaklarında 11 cinstürkatından bahsedilir.
Kaşgarlı Mahmud’un, “Divanu Lügati’t Türk” adlı eserinde; “At Türk’ün kanadıdır” der.
Batılı yazarlardan Sidonius’a göre “At, başka bir kavmi sadece sırtında taşır, ancak
Hun kavmi at sırtında ikamet eder” demiştir.
Avrupalılar Hunları; “At’a yapışık kavim” olarak adlandırmıştır.
Bizans kaynakları Türklerin atlar ile bağlarından şöyle bahseder “Türkler sanki at üstünde doğmuşlardır, yerde yürümesini bilmezler”.
Bu bağı ölüm bile ayıramaz. Orta Asya’daki Türklerin mezarlarında yapılan kazılarda atlarıyla birlikte gömüldüğü tespit edilmiştir.
Türklerde at yetiştiriciliği altı bin yıl öncesine dayanmaktadır. İlk ehlileştirmenin de Türkler tarafından yapıldığı tespit edilmiştir.
Şaman mitolojisinde at ölümün ve sezginin sembolüdür. Gökyüzünde ve yeryüzünde yeri vardır. Tanrının insanlara yardım etmesi için atlara ihtiyaç vardır.
Türklerin şaman ayinlerinde asalarının başında at sembolleri bulunmaktadır. Bu da diğer dünyaya göç edilmesi sırasında ölen kişiye yardım edecek hayvanın at olduğunu gösterir.
Efsaneye göre Türk gökyüzünden yeryüzüne at ile inmiştir.
Tanrı ile iletişim kurmak kanatlı bir at sayesinde oluyordu.
Köroğlu’nun metinlerinde de uçan at efsanesine rastlıyoruz.
Kırat’ımın elinden babam can mı kurtulur?
Elma gözlü Kırat’ım benim
Canım Kırat gözüm Kırat
Sana olsun murat
Her yanında çifte kanat
Uçar gider ha gider, ha gider
Kazaklara göre at rüzgardan yaratılmıştır.
Sudan çıkan at efsanesi de Türklere aittir. Arap devleti idaresindekitürkorduları at yetiştiriciliği yaparlardı. Bağdat civarında yapılan yetiştiriciliğin efsanesi de bu atların göl aygırından türediğine inanılır. Önemli olan nokta ise; meşhur Arap atı neslinin de bu soya dayandığı söylenir.
Köroğlu’nun Elaziz rivayetinde, Köroğlu’nun babası atları seçerken tuzlu göle sürer bir tek Kırat kurtulur. Bu atın da aygırı neslinden geldiğine inanılır.
Dede Korkut destanında da hapse düşen adamın atının kendisini 16 yıl beklediğinden söz edilir.
Manas destanında Kökötöy Han’ın atı Maaniker’den şöyle bahsedilir.
Kanadı altı, ayağı dört
Bulutlu göğün altından
Dönüverir çitin üstünden
Yürür mü uçar mı görünmez,
İnsanlarca bilinmez.
Efsaneleşmiş atlardantürktarihinde bir de Kamertay vardır. Bu at gül suyu içer, badem yer, havada rüzgar gibi gider. Sevdiği adamı istediği yere göz açıp kapayıncaya kadar ulaştırır.
Ayrıca destanlarda geçen efsane atlar ilk önce sahibini bindirmez daha sonra kahramanın gücünü görür ve onunla dost olur. Birçoktürkdestanında bu tip hikayeler geçmektedir.
Türk tarihinde atlar konuşur ve sahibiyle dertleşir ve sahibine öğüt verir.
At kurbanı da çok eski birtürkgeleneğidir. Hükümdar öldükten sonra Tanrı Gölüne diri atların atıldığı ve kurban edildiği bilinir.
Kurban edilecek atların arasında kır ve beyaz seçilmektedir.
Manas’ın doğduğu gün Yakup Han “ak boz kısrak” kurban eder.
Kurban edilecek at, boğularak yada bel kemiği kırılarak öldürülür. Hayvanın canı çıkmak üzereyken, ellerinde tuttukları ekmek atın yanına getirilir. Böylelikle çıkan talih ve mutluluğun ekmeğe karıştığına inanılır.
Kurban edilen hayvanın kemikleri kırılmaz. Ateşte yakılır veya gömülür. Kimi özel ayinlerden sonra kemikler toplanır bir kaba konur ve kayın ağacına asılır.
Türklerde önemli bir yas adeti ölünün bindiği atın kuyruğunu kesmektir.
Yaşadığımız çağda aşkların sahte olduğuna, gerçek aşkın hiç olmadığına inanan insanlar hayli fazla. Bu durumun araştırdığım kadarıyla sosyolojik ve psikolojik açıdan çokça sebebi var. Burada o konulara değinmeden sadece toplumun aşktan ne anladığı üzerine bazı alıntılar yapmaya karar verdim.
Facebook üzerinden on binlerce kişinin takip ettiği, aşk-sevgi-ilişkiler üzerine açılmış birçok sayfa mevcut. İnsanların aşka bakış açısı,seviyesizliği, zevk ve beğenilerinin sığlığı ve aşkın ne kadar yanlış anlaşıldığının göstergesi adeta.
Havalar soğuyunca sevgilimi yaktım. Ne yapayım odun doğalgazdan daha ucuz.
Yufka yüreğine dikkat etmezsen, onu sana kol böreği yapıp yedirirler.
Klavyenin boşluk tuşu gibisin sevgili.Çok yer kaplıyorsun ama sonuçta boşsun işte.
Aşk kapıyı çaldığında hemen açma, bazıları zile basıp kaçıyor.
Küfürler biriktiriyorum lügatımda. Gidişine lafım yok da dönüşüne söylenecek sözüm olmalı zulamda.
Hayatta iki şeyin peşinden koşulmaz. Bir sevgili iki otobüs. Çünkü ikisi de on beş dakika da bir geçiyor.
Tuştu kurar gibi hayal kurmayın, gördüğünüz her hıyarla.
Seni seviyorum; 1 cümle, iki kelime, 13 harf, iki insan ve bir aptal
Uzun uzadıya yazmanın bir anlamı yok, bu basitliğe ve aşağılık düzenin içerisine batmış durumdayız zaten.
Bu çağa öldüren çağ adı verilebilir. Felsefenin, şiirin, aşkın, ahlakın, değerlerin ölüm töreni çağı. Uygarlığa, bilgiye, doğaya, aşka, insanlığa topyekün savaş açılmış bir çağ.
Adı : Dürdane Akdal... O bir fenomen...
Zonguldak Akçahatipler köyü, 1341 doğumlu olduğunu söylüyor... Kızı düzeltiyor... "Anne, sen babamdan büyüksün"... Baba 95 yaşında, anne 105... Kimbilir kaç yaşında iken nüfusa kaydı oldu... Burası mektup yazanları olmadığından postacının dahi uğramadığı bir köy...
5 kardeş, 2 kız 3 erkek...
60 senedir mükellef Idris Akdal ile evli ... 10 doğum yapmış... sadece 6 tanesi hayatta.
Dürdane ve Idris Akdal
Burnundan damar kesmelerine rağmen sigarayı bir keyifli içişi var ki.... Ocağa çalışmaya bile giderim diyor... Günde 1 paket (maltepe)sigaraiçtiğini söylüyor ama İdris amca düzeltiyor "günde 2 paket ! " diyor, pahalılığından yakınıyor...
Kocasi maden isçisi,o madene gittiğinde kendisi de ot yolup, orak biçmiş... Beşiği sırtına yükleyip öyle gidermiş tarlaya...
Kocası ile nasıl tanıştığını onu nasıl istettiğini anımsayıp anımsamadığını sordum... Kaçtım ona, beğendim de geldim, dedi... Pazar da görmüş, beğenmiş, kaçmış... 20 yaşında evlenmişler...
Babasi harbe gittiğinde dünyaya geldiğini söylüyor... Kapı eşiğinden salona geçiyoruz... Ev mis gibi yemek kokuları içinde... Masaya oturuyoruz.... Elleri masa üstünde... Parmağında yeşil taşlı yüzüğü... Ona çok güzel olduğunu söylüyorum... Sen benim gençliğimi görecektin, diyor ... Şimdi yüzüm buruştu...
En sevdiği yemek mancara... Yani bildiğimiz karalahana... İdris amca takılıyor ona; "kalk maden de fotoğraf çekmeye gidecez" diye... Gülerek ``gitmiyom`` diyor... Eşarbını düzeltirken görüyorum saçlarını, kınalı...
Babası da madenci...
Bebelerini kendi sütü ve evde kendi yaptığı nişasta ile beslemiş, kocası madende kendi tarlada orak biçip, odun taşımış... 5 karış karda yürüyerek Zonguldak'a inerlermiş... Artık tarlaya gitmiyor... Uşaklar gidiyor benim yerime diyor...
Hala güzelsin diyorum...nerde diyor sen beni eskiden görecektin... bakim yok... krem yok diyor... Hic makyaj yapip yapmadigini soruyorum ... yapmadim diyor...
İdris amca; şimdi böyle sakin olduğuna bakma diyor O'nun... 3 adam vurduğunu anlatıyor... Bir kadının tekinin de kulağını kestiğini... Neden vurduğunu sorduğumuzda da, sakin sakin.. Damarlarım yukarı kalktı, vurdum diyor... Köyde boş dolananı ve yabancıyı sevmediğini söylüyor... Sorarım neden geldin diye, cevap vermezse; belli ki soymaya ya da çocuk kaçırmaya gelmiş, çeker çifteyi vururum diyor... Belli ki "kötü niyetli" ... Bir adamı cifte ile diğerini tabanca ile vurmuş... Jandarmalar gelip köyü basmış teslim ol demişler, olmuş..
Bir sene Mardin' de mapus yatmış... Sigarayada mapusta baslamış... Zonguldak' da yattığı cezaevi ise şu an okul... Zonguldak'da yatarken, İdris amca 5 çocukla tek başına kalınca, af istemiş... Muhtacım diye... çıkarmışlar...
3 damadı var, torununun torununu görmüş ... Çalıma özenmem ben diyor ama güzelliğinden emin.. Babasının 40 tarlası varmış ... Nişasta ıslardık diyor...
Keyifli yaşamışsin lafıma, hayır ! diyor, aslında düşmezdim de sen öyle olduğuna bakma onun diyor... İdris amcayı gözucu ile işaret ederek...
Hiç okula gitmemiş... Nerde okul diyor... Olsa da nerde gidecek diyor kızları... Kendi lafa girip, olsa da yollamazdı babam diyor... 10 sığır 100 bacak keçi, 80 bacak koyun... Kim güdecek onları ? Gençlik tarlada tepede geçti diyor.....
O bunları herşeye rağmen gülümseyerek anlatırken biz de 8 fotoğrafçı arkadaş hararetle fotoğraflarını çekiyoruz... Odada deklanşör sesi bir de onun sesi... Ve arada yaptığı espirilere patlattığımız kahkahalar... Beni bir minare gibi çekiyorsunuz, bari bir ağacın tepesine çıkarsaydınız da öyle çekseydiniz diyor...
Yemek hazır çağrısını alınca hep birlikte sofraya geçiyoruz... Börek, kurufasulye, pilav ve salatadan oluşan menüyü afiyetle yiyiyoruz... Üstüne de çayımızı içip, teşekkür ederek yeniden görüşebilmek temennileri ile ayrılıyoruz...
....
...
..
.
Yazı ve Fotoğraflar : Faika Berat PEHLİVAN
*Düşmanlarımızı seçmeyi bırakıp elimizin altındakilerle yetinmeye başladığız zaman artık genç değiliz demektir.
*Bütün kinlerimiz, kendimizin altında kalmış ona kavuşamamış olmamızdan gelir. Bu yaptıklarından dolayı ötekiler’i hiçbir zaman affetmeyiz
*Belirsizlik içinde sürüklenedururken, en ufak kederi bir cankurtaran simidi gibi yaşarım.
*Yaşlandıkça, büyük korkuları alaylı sırıtmalarla değiş tokuş etmeyi öğreniriz.
*Akli dengesi bozuk olanların sayısını birkaç misline çıkarmak, zihinsel özürlüleri vahimleştirmek, şehrin her köşesinde akıl hastaneleri inşa etmek mi istiyorsunuz? -Sövme’yi yasak edin.-
*İnsanlara görüşe görüşe sinir hastalıklarımın bütün tazeliğini yitirdim.
*Bir hayvan azıcık sapıtsa, insana benzemeye başlar. Azmış ya da iradesini yitirmiş bir köpeğe bakın: sanki romancısını veya şairini bekler
*Sadece, canım isteyince ölmek elimde olduğu için yaşıyorum: İntihar fikri olmasa, kendimi çoktan öldürmüş olurdum.
*Sağlığımızın harap olmasına bir katkıda bulunmayan kuşkuculuk, zihinsel araştırmadan başka bir şey değildir.
*Evreni ateşe vermeyi düşledin; ve alevini kelimelere geçirmeyi, bir tekini tutuşturmayı bile başaramadın!
*Kendini çekilmez kılmayı bilmeyen kimse yalnızlığına göz kulak olamaz.
*Ümitsizliğe öfke veren şey, haklılığı, besbelliliği, ‘’belgelere dayanması’’dır: röportaj gibidir. Aksine, ümidi inceleyin; sahnenin içindeki cömertliğini, dillendirme düşkünlüğünü, olayı reddedişini: bir sapıtmadır, bir kurmacadır. Hayatın da kaynağı bu sapıtmadadır ve bu kurmacayla beslenir.
*Sezar mı? Donkişot mu? Kendimi beğenmişliğimin içinde, ikisinden hangisini örnek almak istiyorum? Önemi yok. Olay şu ki bir gün, uzak bir diyardan, dünyayı fethetmek için yola çıktım; dünyanın bütün tereddütlerini…
*Çekilip oyunu bırakmak niye? Hayal kırıklığına uğrayacak daha onca varlık varken…