30 Nisan 2015 Perşembe
27 Mart 2015 Cuma
Kendilerini Unutanlar: Bir Alzheimer Hastasının Hikayesi
Kendilerini
Unutanlar: Bir Alzheimer Hastasının Hikayesi
Gelip geçen zaman değil
Göçüp giden bedenler
Göçüp giden eşimiz, dostlarımız…
Göçüp giden heyecanımız ve rüyalarımız….
Göçüp giden anılarımız ve artık ansıyamadıklarımız
Göçüp giden biziz!
Zaman bir kavram, biz bulduk. O, hiç değişmez. Bunu
anlayabilmek için saate değil aynaya bakmak gerekir. Zaman henüz yerini başka
bir şeyle dolduramadığımız en verimsiz organımız, en bereketsiz, en kısır
tarafımızdır. Kanserden çok zamanla ölür insanlar! Ve bizler genelde parça
parça ölürüz!
Edebiyat, düşünce, duygu veya herhangi bir
hakikati veya herhangi bir fikri anlatma mücadelesinin yanında unutmanın da
mücadelesini verir. Yaşanılan aşk acısına ve anıların sebep olduğu
mutsuzluklara karşı verilen bir tepkidir unutma çabası. Düşünen için mutsuzluk
ve huzursuzluk onun yurdudur. Tek kurtuluş ise düşünmemektir. Düşünmeyi dahi
unutabilmektir. Bu, kişinin kendinden kaçışı, zihniyle girdiği kıyasıya bir mücadeledir.
Örneğin, Küçük Prens’te, Küçük Prens bir gezegene gider ve orada bir ayyaşı
görür. Orada fazla zaman geçirmese de içi hüzünle kaplanır. Ayyaş adam sürekli
içmektedir. Hem de utancını unutmak için içmekte… Eğer düşünmenin verdiği mutsuzluğun zirvesi
varsa bu kesinlikle Cioran’dır. Uykusuz bir ömür geçirmiş, düşünceleri
Alzheimer olana kadar yakasını bırakmamıştır. Bu konuyla ilgili olarak: “ Bir uykusuzun, her gün çarmıha gerilmesinin
yanında, İsa’nın bir kerecik çarmıha gerilmesi nedir ki?” der. Unutmak bir dua bile olabilir bu yüzden.
Jacques Brell bir şarkısında: “Size, ne sevmeniz gerekiyorsa sevmenizi ve ne
unutmak gerekiyorsa unutmanızı diliyorum.” der. Bu açıdan bakınca unutmak veya
düşünmemek, sağlıklı biri için huzuru bulmanın bir yolu olabilir.
Bir hastalık olarak Alzheimer’de ise, unutmamak, bu
hastalığa karşı verilen mücadelenin adıdır. Bu hastalığın teşhisi(en başta),
bir ömür içini doldurmaya çalıştığımız zamanın mührünün kırılması, anıların ve
bilginin istemsiz olarak kaybedilmesi yani zamansız yaşamak demektir. Ülkesiz,
idealsiz kalmak, yaşamı insanların arasında tek başına geçirmek, sosyal
yaşamdan sürgün edilmek, hiçbir şeye hiçbir yere ait hissetmemektir.
Bir Alzheimer
Hastasının Hikayesi
“Varda bana bebek geldi.
Kendimden önce ona baktım ve
benim ellerimde toprağa gidecek.
Arkasından bir zaman sonra
ben de yalan olacağım.”
Alaettin Topuzoğlu, Adapazarı’nda, gençlik yıllarında
fayton kullanarak geçimini sağlayan, daha sonraları nalbantlık yapan bir hayvan
severdir. 1933 doğumlu Alaettin Bey, nalbantlık işini teknolojinin hızı
karşısında sürdürememiş ve hayvanlar için kepek satarak ailesini geçindirmiş,
yarış atı alma hayaliyle sürekli para biriktirmiştir.
“Hayal et, Hayallerin
Gerçek olana dek hayal et” Aerosmith-Dream On
Alaettin Bey’in yaşamının dönüm noktası ise
hayalini gerçekleştirmesiyle, Varda ve Sabire adında iki yarış atı almasıyla
değişir. Varda ile Sabire henüz aldığında taydır ve Varda’nın ayağı sakattır.
Çevresindeki insanlar Varda’nın koşmasının imkansız olduğunu ve onu kesmesini
önerirler. Alaettin Bey ise Varda’yı ticari bir kazanç olarak görmeyip onu
evladı gibi benimser. Bu iki atı sanki çocuklarıymış gibi sever ve ilgilenir.
Her sabah erkenden kalkıp atlarının yemlerini bir saatlik uğraşla hazırlar,
atlarını tımarlar, masaj yapar ve bu ilgisini hiç eksiltmeden her gün
tekrarlardı. Tüm yaşamı boyunca atlarla iç içe olan biri için bu kadar çabanın
sebebi sadece sevgidir.
Maddi zorluklardan ötürü hepimiz bazen zor bir
seçim yapmak zorunda kalabiliriz. Bir seçim yapmak demek aslında başka bir şeyden
vaz geçmek demektir. Alaettin Bey de bu iki ata bakacak maddi desteği zamanla
sağlayamaz hale geldiği için bir seçim yapmak zorunda kalır. Evladı gibi
sevdiği atlardan birini satmaya karar verir ve Sabire’yi satar. Sabire’nin
satışından temin ettiği parayı Varda’nın iyileşmesi için harcar ve Varda’yı
yarışlara hazırlar.
Doksanlı yıllarda Adapazarı’nda açık at yarışları
yapılıyordu. Alaettin Bey, “bu at işe yaramaz, bunu kes” dedikleri atı ilgi ve
sevgisiyle iyileştirmiş, açık yarışlara katılacak hale getirmişti. Varda da bu
ilgi ve sevginin karşılığını katıldığı yirmi dört yarışın yirmi üçünü kazanarak
fazlasıyla verir. Bu noktada dikkat edilmesi gerekilen nokta bu yarışlar
günümüz Veli Efendi yarışları gibi yüklü paralar kazandıran yarışlar değildir.
Alaettin Bey’in amacı da Varda üzerinden para kazanmak değildir. Yirmi üç yarış
kazanan Varda’yı zengin at çiftliklerine satmaması bunun ispatıdır. Varda’yı
satın almayı çok isteyen biri, atı neden satmadığını sorduğunda Alaeddin Bey’in
cevabı şu olur: “Varda bana bebek geldi.
El bebek gül bebek büyüttüm. Kendimden önce
ona baktım
ve benim ellerimde toprağa gidecek.
Arkasından bir zaman sonra ben de yalan
olacağım.”
Yaşlanmanın tek tesellisi, çevremizdeki her
canlının da yaşlanması ve her nesnenin de eskimesidir. Bu konuda kimse
yalnızlıktan şikayet edemez! Alaeddin Bey yaşlandı, Varda ise yaşlandı ve öldü.
Alaeddin Bey de dediği gibi onu elleriyle gömdü. Varda’yla ilgilenmek için girdiği
ahırın önünde boş ahıra bakıp iç çekerek bu duruma alışmaya çalıştı.
Unutulmamalıdır ki ölüm, sevenleri ayırabilir fakat aralarındaki bağı koparmaya
gücü yetmez.
Alzheimer
Alaeddin Bey zamanla yürümekte sıkıntı çekmeye başlar.
Zaten kilolu olan Alaeddin Bey daha az hareket etmesi sebebiyle kilo almaya
devam eder. Aynı zamanlarda konuşmalarında aksaklıklar, sürekli aynı soruları
sormalar ve agresiflikler baş gösterir. Eve çağrılan doktorun teşhisi bellidir…
Zamanla hırçınlığı ve unutkanlığı arttı. Eskiye dair
konuştuğunda ise anıları hep Varda’yla ilgiliydi. Gece uyanıp “beni vuracaklar”
diye çığlıklar atan, halüsinasyonlar gören Alaeddin Bey gariptir Varda’yı
öylesine içselleştirmiş ki anılarının çoğu Varda’yla ilgilidir.
Hastalıkta geldiği noktada artık maalesef Alaeddin Bey
her şey için beklemek zorundadır. Yemek yemek için bekliyor, tuvalete gitmek
için bekliyor, duş almak için bekliyor, yatmak için, giyinmek için bekliyor,
tek başına hiçbirini yapamıyor ve sürekli birilerinin yardımını bekliyor.
Fotoğraflar, Alaeddin Bey’in torunu Emre Gülfidan
tarafından, dedesinin Alzheimer ile olan mücadelesini anlatmak için
çekilmiştir. Anlattığım hikaye de Emre’nin dedesinin vaktiyle kendisine
anlattıklarının bir özetidir. Emre, dedesine onun fotoğraflarını çekmek için
izin istediğinde Alaeddin Bey izin verir fakat bir istediği vardır;
Vardayla birlikte bir fotoğrafını çekmesini
ister torunundan…
Yazı dışı, konu içi, Türkiye'de Alzheimer:
Türkiye Alzheimer Derneği’nden Prof. Dr. Işın Baral
Kulaksızoğlu’nun söylediğine göre, bu hastalığın pençesinde şuan ülkemizde 65
yaş üzeri her yüz kişiden 5’i, 85 yaş üzeri yaşlılarda ise her yüz kişiden 45’i
Alzheimer hastasıdır. Ülkemizde şuan 65 yaş üzeri, yaklaşık olarak 400.000
insan Alzheimer’le mücadele ediyor. TÜİK “İstatistiklerle Yaşlılar” raporunda,
ölüm nedeni verilerine göre, 2010 yılında Alzheimer hastalığından ölen yaşlı
nüfus oranı %2,7 iken bu oran 2011 yılında %2,9, 2012 yılında ise %3,4’e
yükselmiştir.
Yazı: Durukan Abdulhakimoğulları
Fotoğraflar: Emre Gülfidan
Fanzin metresi Nisan 2015
Fanzin metresi Nisan 2015
7 Mart 2015 Cumartesi
Alev ERKİLET - Mahremiyetin Dönüşümü: Değer, Taklit ve Gösteriş Tüketimi Bağlamında “İslami” Moda Dergileri
Gösteriş tüketiminin en iyi temsil edildiği alan giysidir.
Mahremiyetin Dönüşümü:
Değer, Taklit ve Gösteriş Tüketimi
Bağlamında “İslami” Moda Dergileri
Alev ERKİLET
Özet:
Bu yazıda, son dönemde yaygınlaşmakta
olan İslami moda dergilerinin
moda/kılık
kıyafet sosyolojisi açısından analizi yapılmaktadır. Bu amaçla, ilk olarak
giyimin/elbisenin
sosyolojik olarak nasıl ele alınabileceği üzerinde durulmuş
ve
Sorokin, Simmel, Veblen ve İbni Haldun gibi sosyal bilimcilerin giyim/moda
olgusuna
yaklaşımları değerlendirilmiştir. İkinci olarak da söz konusu dergilerin
içerik
ve söylemleri incelenmiştir. İslami moda
dergilerinin, Müslümanların “sınıf-
temelli
sosyal farklılaşma” ve “mahremiyet” konusundaki değerlerini ciddi
anlamda
değiştirmeye başladığı sonucuna varılmıştır.
Anahtar
kelimeler: Moda sosyolojisi, P.A.
Sorokin, G. Simmel, T. Veblen, İbni
Haldun,
tabakalaşma, toplumsal sınıf, gösteriş tüketimi, mahremiyet.
Giriş
Türkiye’de
giyim/kılık kıyafet sosyolojisi, -kısmen de kültür sosyolojisinin
kaderini
paylaşarak- akademinin öncelikli inceleme konularından
biri
olmamıştır. Bu alanda yapılmış çalışmalar, daha ziyade
Müslüman
kadının bedeni üzerindeki iktidar mücadelesini ortaya çıkarma
amacı
güder (İlyasoğlu 1994; Barbarosoğlu 1995; Göle 1998; Ramazanoğlu
2000;
Şişman 2004; Erkilet 2004; Aktaş 2006; Göle 2013
vd.).
“Sömürgecilerin”, “batıcı yerli elitlerin” ya da “İslamcıların”
kadın
bedeni üzerinden dolayımlanan söylemleri, düşünürlerin ve başörtülü
kadınların
görüşlerine, siyasetçilerin manifesto ve icraatlarına
ve
dönemin önde gelen dergilerinin içeriğine bakılarak çözümlenmeye çalışılmıştır.
Bu açıdan bakıldığında, medya içerikleri ile kılık kıyafet
analizleri
arasında her zaman sıkı bir bağlantı olmuştur. Özel alan-kamusal
alan
tartışmaları da genellikle bu izlekler üzerinden yürümüştür.
2000
yılından bu yana yaşanan gelişmeler, kadın-beden-kamusal
alan
tartışmalarını oldukça karmaşıklaştırmıştır. Daha önce kamusal
alanda
bulunması –gelenekçiler tarafından evde kalmasının daha uygun
olduğu
düşünüldüğü için, seküler dünya görüşünü benimseyenler
açısından
ise kamusal alana başörtülü çıkması bir tehdit/meydan okuma
olarak
algılandığı için- sorunsallaştırılan başörtülü kadınlar, bugün
özgürlükler
ve haklardan ziyade moda ve tüketim bağlamında ele alınmaktadır.
Bu
yazıda, bütünsel bir kadın/beden/kamusal alan tartışması
yapılmayacaktır.
Daha çok, giyim/moda konusuna klasik sosyolojide
nasıl
yaklaşıldığı üzerinde durulacak ve buradan hareketle son dönemde
gündemde
olan İslami moda/tesettür dergilerinin genel bir değerlendirmesi
yapılacaktır.
Bu değerlendirmelere, alanı bütünüyle taramaktan
kaynaklanan
genellemeler olarak değil, olguyu nasıl okuyabileceğimize
dair
ilk öneriler olarak yaklaşılmalıdır.
Pitirim A. Sorokin ve
Giyim-Değer İlişkisi
Giyim
tarzları, eşya kullanımları, lezzet ve tatlar konusundaki tercih
ve
yönelimlerin neyin fonksiyonu olduğu kültür kuramcıları tarafından
tartışılagelmiştir.
Bu bağlamda en bütünlüklü yaklaşımlardan
birini
geliştirmiş olan Sorokin, giyimin de içinde yer aldığı
maddi kültürün
toplumsal
değerlerin bir fonksiyonu olduğunu belirtmektedir. Ona
göre
her kültür üç bileşenli bir yapı arz eder: Anlamlar/değerler, insanlar/
davranışlar
ve araç-gereçler/maddi kültür unsurları (Sorokin
1964; ayrıca
Erkilet
2013: 17-25). Normal şartlar altında, her bütünleşmiş kültür
sistemi
özünde soyut olan anlam ve değerler ile onları yaşayan, taşıyan,
aktaran
insanlar ve değerlerin “taşa kazınmış hali” olan maddi kültür
unsurlarından
oluşur. Bu üç bileşen arasında anlam etrafında bütünleşme
durumu
vardır. En basit ifadesiyle insan, neye
inanıyorsa ona göre
davranır,
kendinden sonraki kuşakları ona göre sosyalleştirir ve nihayet
o
değer yargıları ile tutarlı araç/gereçler kullanır. İçinde yaşadığı binaların
estetik
ve tasarımıyla, ibadethaneleriyle, giymek için seçtiği malzeme ve
biçimlerle
kültüre omurga veren değer sistemleri arasında bir tutarlılık
mevcuttur.
Bu açıdan bakıldığında, giyimin ya da diğer bir maddi
kültür unsurunun değerden bağımsız olduğu düşünülemez; giyim de sosyolojik
açıdan
belirli bir değerin göstereni olarak okunmak durumundadır.
Bu
okuma estetik tasarımdan, malzeme seçimine, ürünün maliyetinden,
kullanımının
toplumsal etkilerine kadar uzanan bir ölçekte gerçekleştirilebilir.
Sorokin’in
maddi kültüre ilişkin olarak ortaya koyduğu çerçeve
oldukça
geneldir. Bu nedenle, giyim ve moda konusuna odaklanmış çalışmalara
da göz
atmak gerekir. Örneğin, kurucu babalardan biri olduğu halde
tezleri
Türkiye sosyolojisinde fazla dillendirilmemiş düşünürlerden
biri
olan G. Simmel 1904’te moda başlıklı bir makale yazmış ve olguyu
bir
sosyolog ve sosyal psikolog gözüyle çözümlemeye çalışmıştı.
Georg Simmel ve Taklit
Olarak Moda
Simmel
modayı insan doğasındaki ikiliklerle ve sınıf olgusuyla
ilişkilendirerek
ele almaktadır. Ona göre, “moda her şeyden önce bir
taklit
ve bundan ötürü de bir sosyal eşitleme biçimidir ama paradoksal
olarak,
kesintisiz biçimde değişmesi nedeniyle zamanları ve toplumsal
tabakaları
birbirinden ayırır. Aynı sınıftan olanları birleştirirken, onları
diğerlerinden
ayırma işlevi görür” (Simmel 1957: 541)
Simmel’e
göre moda, öncelikle, insani varoluşun içerdiği ikiliğin (dualitenin)
bir
fonksiyonu olarak anlaşılmalıdır. Ona göre insan
varlığının
temelinde,
kadın/erkek olmak, genellemek/özelleştirmek, bir örneklik
ihtiyacı/farklılaşma,
dinginlik/aktivite ihtiyacı gibi ikilikler zaten içkin
olarak
vardır. Süredurum, birlik, benzerlik
ile değişim, uzmanlaşma, özgünlük
eğilimlerini
aynı anda ve tümüyle tatmin edecek moda dışında
hiçbir
kurum, yasa, yaşam formu yoktur (Simmel 1957: 542). Simmel taklidin
cazibesini,
fazlaca bireysel ve yaratıcı uygulama gerektirmemesinde
görmektedir.
Ona göre, bir taklit olarak moda, bireye eylemlerinde yalnız
olmadığı
yönünde bir tatmin verir. Her taklit edişimizde, sadece yaratıcı
eylem
talebimizi değil, eylemin sorumluluğunu da başkalarına devrederiz.
Simmel
(1957: 543) bu karmaşık denklemi şu formülle özetlemektedir:
Taklitçi
ölümlü, pasif bireydir, sosyal benzerliğe inanır, kendini
mevcut
sosyal ögelere uyarlar. Taklitçi ölümlünün karşıt kutbunu
oluşturan
teleolojik (erekli) birey ise, sürekli deneyimler, durup dinlenmeden
çabalar,
kendi kişisel kanılarına yaslanır. Modanın özelliği bu
iki
karşıt eğilimi aynı anda karşılamasıdır… Moda verili bir örneğin
taklididir
ve sosyal uyarlanma ihtiyacını tatmin eder ama aynı zaman da içeriklerin daimi
değişimi yoluyla farklılaşma, benzemezlik eğilimi,
değişim
ve çelişme arzusunu da tatmin eder”.
Simmel’e
(1957: 544-546) göre, modada taklit
ögesi ne kadar önemliyse,
sınır
çizme de o kadar önemlidir. Zira moda, sınıf ayrımlarının bir fonksiyonudur,
aynı
sınıftan olanlarla birlik halini simgelerken ve tam da bundan
dolayı
diğer grupları dışlar. “Son moda”nın sadece üst sınıfları ilgilendirmesi
bundandır. Alt sınıflar onları taklide ve bu yolla kendilerine
çizilen
sınır hattını aşma çabasına girdiği an, üst
sınıflar bundan yüz çevirir ve
kendilerini kitlelerden ayrıştıracak yeni
bir stil benimserler. Simmel moda
sınıf
ilişkisini somut örnekler üzerinden göstermeye çalışmıştır. Örneğin
Güney
Afrika’daki Bantu kabilesinde sınıf sistemi güçlüdür, bu nedenle
bu
toplulukta moda olgusu gözlenir ve hızla değişir. Oysa Buşmanlar’da
sınıf
sistemi olmadığı için bu halkın takı ve giysilerinde fazla bir farklılaşma
ve
değişme görülmez. Benzer şekilde, 14. yüzyıl sonu Venedik’inde de
erkek
modası gözlenmez. Simmel’e bunun nedeni, soylu erkeklerin hepsinin
“sayılarının
azlığını alt sınıflara fark ettirmemek” amacıyla ve “yasa
gereği”
siyah giymeleridir(1957: 547). Aynı dönemde Floransa’da modanın
gelişmemiş
olmasının nedeni ise, herkesin kendi stilini geliştirmiş olması
ve
birliğe ihtiyaç duyulmamasıdır Simmel’e göre.
Simmel,
modern zamanlarda modanın etkisinin artmasını, yaşam
standartları
arasındaki farkların artışına ve “tüm büyük, kalıcı, sorgulanamaz
kanaatlerin
sürekli güç kaybetmesine” bağlamaktadır:
“Geçmişle
bağların kopması, bugüne odaklanma her alanda modaları
pekiştiriyor,
sadece giyimde değil lezzetlerde, kuramsal kanaatlerde
ve
yaşamın ahlaki temellerinde de modaların peşinden koşma eğilimi
ortaya
çıkıyor(1957: 548)
Simmel’in
modayla ilgili saptamalarının belki de en önemlilerinden
biri,
moda olgusunu kadınlık hali ile ilişkilendiren açıklamalarında
yatar.
Ona göre kadınlar, tarih boyunca özgür olamamışlardır; onun için
de
modanın onlara erkeklere nazaran daha fazla hitap etmesi normaldir.
Buna
örnek olarak kadının özgürlüğünün arttığı dönemlerle daha bağımlı
olduğu
dönemleri ve coğrafyaları karşılaştırma yoluna giden Simmel,
14-15.
yüzyıllar Avrupa’sına atıfta bulunmaktadır. Almanya’da bu
dönemlerde
“bireysellik” yalnızca erkeklere tanınmış bir ayrıcalıktır
ve
kadınların kişisel edimlerde bulunma ve kendini geliştirme hakkı
kısıtlanmıştır.
Bu nedenle Alman kadınları çok abartılı ve gösterişli kıyafetleri
ve
giyim stillerini benimsemişlerdir. Oysa aynı
dönemde İtalyan üst sınıf kadınları Rönesans etkisiyle kendilerine tanınan
kültürel
fırsatlardan
yararlanıyor, ev dışı aktivitelere katılabiliyorlardı. Eğitim
ve
eylem özgürlüğü her iki cinse de eşit olarak tanınmış olduğu için
İtalya’da
Almanya’dakine benzer mübalağalı bir kadın modası ortaya
çıkmamıştı(Simmel
1957: 550-551).
Simmel’e
göre, tarih boyunca kadınların hayatı son derece kolektif,
bir
örnek, eşitleyici koşullara tabi ve benzerlikler üzerine kurulu
olmuştur.
Bu nedenle de kadınlar en azından bir alanda, yani modada
farklılaşmak
istemişlerdir. Erkekler ise çok-yönlü
varlıklardır, bu nedenle
mutlu
olmak için giyimlerini değiştirmeleri gerekmez. Moda,
“bir
mesleğe yahut unvana bağlı sınıf pozisyonları elde etme imkânına
sahip
olmayan kadınlar açısından bu durumu telafi etmenin biricik
yoludur”(Simmel 1957: 551).
Thorstein Veblen ve
Gösteriş Tüketimi Kavramı
İktisat
sosyolojisinin en önemli isimlerinden biri olan Veblen, giyim
sosyolojisinin
de kurucularından sayılır. Veblen’in giyimle ilgili
analizleri
aylak sınıf teorisi içinde yer alır. Ona göre, aylak sınıflar, yani
üretim
süreci içinde doğrudan yer almayan ancak artı-değere el koyan
gruplar,
kendi toplumsal pozisyonlarını vurgulama eğilimi içinde tüketim
yaparlar.
Burada tüketimle ihtiyaçların arası açılmış; üst toplumsal
konumu
vurgulamanın bir aracı olarak tüketim devreye girmiştir.
Weber’in
de (1986: 187)statü gruplarını
izah ederken atıfta bulunduğu
üzere,
belirli yemekleri yemenin, belirli silahları kullanmanın,
belirli
giysileri giymenin ya da amatör sanat etkinliklerinde bulunmanın
üst
statü gruplarından olmayanlara yasaklanması yeni bir durum
değildir,
geçmişte de söz konusu olmuştur. Nitekim Veblen’e göre de,
üretim
karşılığı olmayan tüketim her zaman bireyi onurlandıran bir
durum
olarak görülmüştür. Ancak, çalışan ve
emeğiyle geçinenler ile
çalışmadan
başkalarının çalışmasından yararlananlar arasındaki farkın
“para
üzerinden” değerlendirilmeye başlanması artık yeni bir evreye girildiğinin
göstergesidir.
Bu evre kapitalizm olarak ifade edilebilir(Veblen
Leisure
Class Erişim Tarihi 11.04.2011) http://socserv2.mcmaster.
ca/~econ/ugcm/3ll3/veblen/leisure/chap04.txt).
Veblen’e
göre, gösteriş tüketiminin en iyi temsil edildiği
alan giysidir.
Giysi
yalnızca ödeme kabiliyetinin bir fonksiyonu değildir yani “onu giyenin fiziksel konforunu sağlamak amacıyla değerli
malları tüketebileceğini
göstermekle
kalmaz, hayatını kazanmak için çalışmak
zorunda
olmadığını da” gösterir. Bir başka deyişle, tüketimin gösteriş
tüketimi
olabilmesi için giysi, giyenin emek gücüne dayanan, bedensel
çalışma
içeren herhangi bir üretken süreçte yer almadığını da açıkça
göstermelidir.
Gösteriş tüketimi açısından, giysilerin sürekli yenilenmesi
ve
boş/lüzumsuz harcama içermesi lazımdır.
Veblen’e
göre, rugan ayakkabılar, kusursuz ketenler, silindir şapkalar,
bastonlar
gibi giysi ve aksesuarlar, kullananın, insani ihtiyaçları
karşılamaya
dönük herhangi bir işe girişemeyeceğinin de kanıtını oluştururlar.
Kadın
giyiminde ise bu bağlantı çok daha açıktır Veblen’e göre.
“Kadın
giyimi onu tüm yararlı işler konusunda kudretsiz hale getirir”.
Özellikle
Veblen’in yaşadığı dönemde kadın giyiminin temel ögelerinden
birini
oluşturan korse, Veblen’e göre ekonomik teori açısından sakatlamanın
yerine
ikame edilebilecek bir etkiye sahiptir.
Kullananın canlılığını
azaltır
ve onu kalıcı ve aşikâr biçimde çalışmaya elverişsiz hale getirir.
Veblen,
üst-sınıfa mensup kadınların, aynı sınıftan erkeklere nazaran
işe
yarar etkinliklerden daha fazla uzaklaştırılmış oldukları kanısındadır.
Ona
göre, kadının alanı çalışarak kazanmanın alanı değildir; güzelleştirmekle
yükümlü
olduğu “evin içidir”. Kadın da evin en temel süsüdür.
Veblen
bu saptamadan hareketle, üst sınıf kadınların hane halkının para
harcama
kapasitesinin göstereni olmaktan başka herhangi bir ekonomik
etkinlik
içinde olamadıklarının altını çizer: “Kadınlar kendilerinin efendileri
değil,
erkeklerin taşınır malı/kölesidir”. Gösteriş tüketimi yapan üst
sınıf
kadın, kendi adına parasal bir başarıyı vurgulamış olmaz; ekonomik
anlamda
bağımlı olduğu kişi lehine bir kazanım sağlamış olur ki, bu ilişki
ekonomik
teoride “angarya” ya da “kölelik” olarak adlandırılmaktadır.
Kaldı
ki, Veblen’e göre, hizmetçiler sınıfı da benzeri bir gerekçeyle ama tabi
hanımefendininkini
gölgede bırakmayacak şekilde iyi giyindirilmişlerdir.
Moda
bağlamında son bir kuramsal gönderme de yabancı toplumların
giyim
kuşam alışkanlıklarının taklit edilmesi bağlamında, İbn-i
Haldun’a
ve onun temel sosyolojik eseri Mukaddime’ye yapılmalıdır.
İbn-i
Haldun yenilen halkların kendilerini yenenleri, giyim kuşamdan,
atlarını
süsleme biçimine, havuzlarına, evlerine ve mobilyalarına kadar
taklit
ettiğini söyler. Çünkü yenilmelerinin karşıdakinin üstünlüğünden
kaynaklanması
gerektiğine inanmak isterler. Bu
üstünlüğün de sadece onun teknik ve askeri becerilerinde değil tüm alanlarda
yattığını vehmederler;
taklitle
galiplerin zaferlerinin arkasında yatan sırra ermek isterler:
“Nefis
ve kalp daima… kendi kavimlerine boyun eğdirmiş olanların
olgunluk
ve üstünlüklerine inanır. Bu da boyun eğmesinin kendisini
yenen
kimsenin kemal ve fazilet sahibi olmasından ileri gelmiş olduğu
inanında
olmasından ve bu hususta yanılmasından ileri gelir… İşte
bu
gibi sebeplerden dolayı yenilgiye uğrayan kimse giyim ve kuşam,
hayvana
binmek, silahlanmak ve bütün diğer hal ve işlerinde kendisini
yeneni
örnek edinir… Bunları gören, bu hallerin istila belgesi olduğunu
hikmet
gözü ile görebilirler” (İbn-i Haldun 1988 I. Cilt: 374-376).
IV. “İslami” Moda
Dergilerine
Sosyolojik Açıdan Bakmak
2010
yılının ikinci yarısından itibaren Türkiye’nin gündemine giren
ancak
2012 sonu ile 2013 yılı başında, birden çok derginin aynı anda piyasaya
çıkmasıyla
dikkatleri üzerine çeken İslami moda [dergisi] olgusu,
çeşitli
analiz ve eleştirilere konu olmaktadır (Eraslan 2011; Ramazanoğlu
2012;
Aktaş 2013). Âlâ, Hesna, Enda, Şems-i Tûba, İkra ve Aysha olmak
üzere
altı dergi bu kategoride sayılmaktadır. Bunlardan bazıları internet
dergiciliğine
evrilmiştir (İkra ve Hesna); bazıları hem kadın hem erkek
dergisi
olma çabasındadır ve görece daha muhafazakâr tema ve görsellere
yer
vermektedir (Şemsi-i Tuba); Enda tüketim boyutu bulunmakla birlikte
daha
çok bir kadın ve aile ya da ev dergisi olma özelliğini vurgulamaya
çalışmaktadır;
Ala ve Aysha dergileri ise popüler stil/moda, kozmetik, ev
dekorasyon
dergisi olarak öne çıkmaktadırlar. Bu yazıda üzerinde duracağımız
örnekler,
moda ile ilişkilerini doğrudan ve açık olarak kurduklarından,
ağırlıklı
olarak Ala ve Aysha dergilerine gönderme yapmaktadır.
Ancak
bu tespit, diğer dergilerin de ortak bir konsept içinde ele alınmayacağı
anlamına
gelmez, belki kendi içlerinde karşılaştırmalı bir çalışmaya
konu
edilmelerinin yararlı olabileceğini ima eder.
Aralarındaki
tüm farklılıklara rağmen, söz konusu dergiler moda
kavramını,
bugüne kadar onu eleştirmekle ve aralarına mesafe koymakla
övünen
Müslüman kesimin gündemine getirmektedir. Durum bu olunca,
moda
ile birlikte gitmek durumunda olan tüketim ve “kamusal alana”
çıkarak
üzerindekileri sergilemesi gereken kadın imajını da beraberlerinde
getiriyorlar.
Biri hariç diğerleri sadece kadın üzerinde durdukları ve hemen hepsi tesettürlü
kadınları hedefledikleri için bunları “tesettür
dergileri”
ya da “İslami moda dergileri” olarak adlandırma eğilimi var
(Oğhan
2012, http://www.hurriyet.com.tr/pazar/22261377.asp)
Söz
konusu dergilerde dikkati çeken belli başlı özellikleri şöyle sıralayabiliriz:
1.
Giyimde kombin kavramını gündeme getirmeleri: Moda dergileri,
giysileri
tek tek değil, elbise, çanta, ayakkabı, eşarp ve
takılarıyla
bir bütün olarak sunmakta ve böyle tüketilmesini
önermektedirler. Her güne ya da
her etkinliğe ayrı bir kombin
önerisiyle, kamusal alana her çıkışta başka bir kıyafet içinde
olma
gerekliliği vurgulanmakta; bu etkinlikler arasında konserlere,
tiyatroya
ya da kayağa gitmek ya da davetlere katılmak
gibi
etkinliklere özellikle işaret edilmektedir.
2.
Kombinler çerçevesinde sunulan kıyafetlerin
büyük bir bölümü,
yerli
ya da yabancı modacıların haute couture (yüksek dikiş,
tek
olan ve el emeğiyle yapılan kıyafet üretimine verilen
isim)ürünleridir
ve bu nedenle de çok yüksek fiyatlarla satılmaktadır.
Bu
dergilerden bazılarında önerilen kombinlerde yer
alan
parçaların fiyatları toplandığında, “stil sahibi” bir kadının
haftanın
tek bir günü, gündüz saatlerinde kamusal alana
çıkmasının
maliyeti kaban, tunik, pantolon ve bottan oluşan
bileşimde
yaklaşık 10 bin liradan, tunik, etek, eşarp, çanta ve
ayakkabıdan
oluşan bir kombinde ise 14 bin liradan başlamaktadır.
On
binlerce avrodan satışa sunulan “ultra-lüks” özel tasarım
takılar,
makyaj çantaları, saatler, şallar, atkılar, tunikler,
gelinlikler,
yüksek fiyatlarının nedeni olan tasarımcıların
isimleriyle
birlikte reklam edilmektedir
3.
Metinlerde sıklıkla kullanılan sözcüklere bakıldığında, seçilen
terimler
arasında şunlar göze çarpmaktadır: Stil,
stil ikonu
olmak,
klas olmak, güzellik, güzelliğini keşfetmek, güzellik
sırları,
kendi stilini oluşturmak, asalet, zarafet, şıklık, şıklığa
şıklık
katmak, şıklık yarışı içinde olmak, şıklığından taviz vermemek,
şıklığı
tamamlamak, ışıltı, başarı, ihtişam, tutku, seçkinlik,
bakımlılık,
saflık, cesurluk, göz kamaştırmak, göz alıcı
olmak,
cazibe, aristokrat görünüm, moda severlik, modaya ayak
uydurmak,
moda camiası, moda tasarımı, kendini yıldız gibi hissetmek, her ortamda fark
edilmek, fark yaratmak, parlamak,
kombinlemek,
saray esintileri, lüks, ultra-lüks, lüksün sınırlarını
zorlamak,
kendini iyi hisseden modern bir kadın olmak, kilo
yönetimi,
diyet, stresle mücadele, detoks, uyum, hit olmak/hit
parçaları
seçmek, sezon, lezzetler/tatlar, vücut tipleri, farklı olmak,
neyi,
nerede, ne zaman giyeceğini bilmek, alışverişin altın
kurallarını
bilmek, sofistike bir görünüm kazanmak, gittiği
davette
ilgi odağı olmayı başarmak, ayakları yerden kesilmek,
kreasyon,
vintage (modada eskiye dönüş), couture (zaman zaman
modaevi
terimi yerine de kullanılmaktadır), haute couture,
kadın
dolabının olmazsa olmazları, yenilikçilik, her yeni sayıda
bine
yakın yeni ürünle tanışmak/onları almak ve kullanmak,
büyüleyici
bir başkent olarak Paris, Paris modası, Fransız modasının
tanrıçası
olarak(Coco)Chanel ve İslam dünyasının moda
ikonu
olarak da first lady Sheika Mozah bint Nasser al Missned.
4.
Kozmetik reklamları bu dergilerin önemli bir bölümünü oluşturmaktadır.
Çok-uluslu
şirketlerin ürettiği yüzlerce çeşit
makyaj
malzemesi, yaşlanma karşıtı cilt bakım ve saç bakım
ürünleri,
serumlar, pudralar, fondötenler, nemlendiriciler, peeling
ürünleri,
ojeler, rujlar, farlar, rimeller, losyonlar, allıklar
ve
parfümlerin reklamları yanında “helal” sertifikalı yeni
kozmetik
ürünlerinin de piyasaya girdiği haber verilmektedir.
Ama bu
yerli ürünler diğerleri yanında sayı ve etki gücü açısından
oldukça
geride kalmaktadır. İyi, güzel, gösterişli
ve dikkat
çekici
bir dış görünüş, kadın açısından ziyadesiyle önemli hatta
temel
hedef olarak sunulmaktadır.
5.
Dış görünüşün ya da görünürlüğün önemli bir parçası
da konuttur.
Moda
dergilerinde, giysiler ve takılar kadar ısrarla vurgulanan
bir
diğer ihtişam ögesi kapılı-kapalı yerleşmeler (bkz
Yücebaş
2012: 73-77) ve rezidanslardır. Dergilerde tanıtılan
konutların
kullanım alanlarına bakıldığında, 180 metrekareden
620
metrekareye kadar uzanan ölçekte bir genişlik göze
çarpmakta;
bu konut alanlarının ihtişamlı sosyal tesislerinden,
SPA’larından
vurgulu bir biçimde bahsedilmektedir.
6.
İslami moda dergileri, dekorasyona da önemli bir yer vermekte
ve
gerek haber gerekse reklam bağlamında “kamusal
görünürlüğe sunulmuş özel alanların” nasıl düzenlenmesi gerektiğine ve tüketim
eğilimlerine
dair bilgiler, görseller içermektedir. Güzellik
salonlarının,
mobilya
mağazalarının, plastik cerrahi hastanelerinin,
pahalı
cep telefonlarının, değerli taşlarla süslü kalemlerin, otel ve
tatil
köylerinin, tatil ve umre tur operatörlerinin, havayolu şirketlerinin,
mücevhercilerin,
lüks araba markalarının ve nihayet
İslami
finans kurumlarının reklamları da kamusal görünürlüğün
önemli
tamamlayıcıları olarak dergilerde yer almaktadır.
7.
Kitle iletişim araçlarının ve seri üretimin etkisiyle modanın bugün
kitleler
tarafından daha rahat ve yoğun olarak takip edilmeye
çalışılması,
genelde moda ile ilgilenenlerde özelde ise
İslami
moda
dergilerinin bir kısmında moda/stil ayrımının yapılmasına
yol
açmıştır. Sınıf farklarının vurgulanmasının bir aracı
olarak
stil terimi işin içine “bireysel tercihi” sokmakta ve “salt
taklidin
yerine yaratıcılığın ikame edildiğini” ima etmektedir:
“Moda
kitlelere, stil ise kişiye özgüdür” (Aslan
2013: 106).
8.
Dergilerin önemli başlıklarından biri, cemiyet hayatının ünlü
şahsiyetlerinin
katıldığı davetler ile hayır faaliyetleridir. Hangi
ünlü
hangi toplantıya katılmış ve bu sırada da hangi ünlü tasarımcının
kıyafetini
giymiştir? Oscar törenlerinde hangi ünlünün
hangi
kıyafeti giydiğine dair yorum ve resimler de hem magazin
basınının
dedikodu sütunlarına gönderme yapmakta hem de
okuyucu
hanımlara farklı kıyafet alternatifleri sunmaktadır.
9.
İslami moda dergilerinin hemen hepsinde, derginin çıkışını meşrulaştırma
ve
geçmişte modanın hararetli bir eleştirmeni olmuş
başörtülü
kadınları bu dergilerin gerekliliğine inandırma çabası
gözlenmektedir.
Buna genel anlamda meşruiyet arayışı denilebilir.
Söz
konusu meşrulaştırmalar arasında, başka pek çok örnek yanında
şunlar
sayılabilir: Geçmişte “İslami mücadele” içinde olmuş,
kendi
hayatlarında klasik bir tesettür çizgisini takip edegelmiş kadın
sivil
toplum önderlerinden defile türü faaliyetlerin yararı konusunda
demeçler
alınması; hemen her sayıda okuyuculara umre
hediye
edilmesi; sevgililer günü, kadınlar günü ya da anneler günü
gibi
tüketimi teşvik eden özel günlerin anılmadığının ya da bu günlere
asıl
İslami içeriğinin kazandırıldığının iddia edilmesi; Sevgililer
gününde
hakiki aşkın Allah sevgisi olduğunun vurgulanması, Mevlana gibi tasavvuf
büyüklerinden söz eden yazılar yayınlanması;
kadının
dişiliğinin bir ibadet olduğu yönünde fetvalar veren İslam
âlimlerinin
görüşlerinin dergi sayfalarında yer alması (Tokyay
2013:
84-87); moda dergilerinin amacının tesettürün sevdirilmesi
olduğunun
altının çizilmesi (Erbil 2013: 44-48) vb. Ancak söz konusu
yayınlar,
“batı medeniyetinin” hayatımıza getirdiği günlere
ve
tüketime karşı hassas olduklarını iddia etseler de, bu günlerin
içeriği
dergilerin aylık dosya konularını oluşturmakta, böylece
okuyucuya
hatırlatılmakta ve reklamlarda da ürünleri bu “gün”
vesilesiyle
pazarlama stratejisine uygun davranılmaktadır.
Sonuç ve Değerlendirme
Genel
olarak Müslüman toplumlarda, özelde ise yirminci yüzyıl İslam
düşüncesinde,
kapitalizm ve sınıflaşma olgusu eleştirel olarak değerlendirilmiş
ve
toplumdaki sınıfsal farklara işaret eden görsel imgelere
karşı
içsel bir mesafe konulmuştur. Üstünlüğün takva ile olduğu ifadesinde
vurgulanan
eşitlemeci tavsiye, Batı’da alt sınıfların husumetinden ve
şiddetinden
kaçınma, kendini güvenceye alma saikıyla başvurulan tek-tip
giyim
anlayışından farklı bir eğilimin ürünü olarak önemsenmiş ve tavsiye
edilmiştir.
Sınıf olgusunu tümüyle reddetmese bile, mümkün olan her
yolla
eşitsizliklerin giderilmesine dönük politikaları destekleyen İslami
arayışlarda
olsun, yaşam standartları arasındaki farkların vurgulanmasını
ayıp
sayan geleneksel toplumlarda olsun, eşitlemeci eğilimler, kanaat,
zenginliği
göstermeme, göz hakkı vs. kavramlar bağlamında desteklenegelmiştir.
Bu
bağlamda, tüketim üzerinden sınıflar arasına sınır çizme eğiliminin
Müslüman
toplumlarda fazlaca gözlenen, benimsenen ve önerilen
bir
tutum olmadığını söylemek mümkündür. Bu meselenin bir yönüdür.
Moda
ve tüketim olgusunu kadın-kamusal alan ilişkisi açısından
da ele
almak mümkündür. Gençtürk-Hızal(2003: 75), Berktay’a atıfla,
örtünmenin
“Müslüman kadının dış dünyaya bir başka ifadeyle kamusal
alana
çıkışını sağlayan bir araç” olduğunu vurgulamaktadır. Ancak
Berktay’a
göre, “örtünen kadın dışarıya da çıksa ‘içeride’ yani mahremiyetin
alanında
kalır. Moda dergileri özel alan-kamusal alan arasındaki
bu
ilişkiyi tersyüz etmekte ve kadını içeride de kalsa, çalışmasa da, görünür
olmak
ve sergilemek üzere -üretimin değil- tüketimin kamusuna
çıkmaya
yönlendirmektedir.
İslami
moda ya da tesettür dergilerinde sunulan/reklam edilen ürünler
–binlerce
avroluk takılar, pahalı ve haute couture kıyafetler- örtünmek
için
değil “sergilenmek” içindir. Bu nedenle kadın bedeninin ve
zihin
dünyasının görünürlüğe hazırlanması gerekir. Nasıl algılanacağı,
nasıl
görüleceği, beğenilip beğenilmeyeceği önemlidir. Bu bakış açısı,
özel
alan-kamusal alan ayrımının giderek nasıl karmaşıklaştığını göstermesi
bakımından
anlamlıdır. Kamusal alan kavramı, siyaset literatüründe
devlete
ait olanı, kadın araştırmaları bağlamında ise evsel alanının
dışında
kalan alanları –özellikle de çalışma/üretim faaliyeti içinde olma
anlamında-
ifade ediyordu. Bugünse, tam da Veblen’in vurguladığı anlamda,
eşinin
servetini/statüsünü/sınıfını göstermek üzere giyinmesi ve
bunu
kamusal alanda sergilemesi beklenen bir Müslüman kadın imgesi
ortaya
çıkmaktadır. Bu noktada Veblen’in
kadının tarih boyunca kendi
adına
davranan bir varlık olamadığı tespitine gönderme yapmak gerekir.
Ona
göre kadın
kocasının statüsünün gösterenidir. Dolayısıyla,
bedensel
iş
yapmasına izin vermeyecek kıyafetleri giymesi ölçüsünde, efendisinin
statüsünü
o denli başarıyla göstermiş olacaktır. Özetle, İslami moda dergilerinin
oluşturmaya
çalıştığı kadın imajı, aktif bir siyasi ve toplumsal
özneye,
kendi yapıp ettikleriyle sosyal alanda var olan ve onu dönüştüren
etken
bir varlığa değil, kocasının statüsünün göstereni olan, özgürlükten
yoksun,
edilgen bir varlığa gönderme yapmaktadır. Bu tüketim kalıpları,
kapalı-kapılı
yerleşimlerdeki, prestij konut alanlarındaki, kısacası
kentlilerin
“öteki” ile temasını engelleyen yerleşim modelleri içindeki
steril
yaşam tarzlarının parçasıdır. Bu mekânsal kapanma da, tıpkı giysiyle
çizilen
sınırlar gibi sınırlar çizmekte; yaşam alanlarını tek-sınıflı,
tek-kültürlü
ve tek-dinli hale getirmektedir. Bu mekân anlayışları ve tüketim
kalıpları
üzerinden Müslümanlar, kendilerini güvenli hissettikleri
özel
alanlarında, mahremiyeti yeniden üretmeye çalışırken modernitenin
kamusalını
ve sınıflı kapitalist toplum modellerini meşrulaştırarak
içselleştirmekte
ve yeniden-üretmektedirler.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)