"Fotoğrafın sahibine benzediği çok seyrek görülen bir şeydir. Orijinalin
kendisine, yani her birimizin kendimize benzediğimiz anlar seyrektir.
İnsanın yüzü çok seyrek olarak en önemli olanı, kişinin en karakteristik
özelliğini açığa vurur."
Dostoyevski, "Delikanlı"
bakınız
5 Nisan 2012 Perşembe
Albert Camus - Mutlu Ölüm
Sevişmeden sonra, gövdenin kendini bıraktığı, dinginliğe erdiği, yüreğin
uyukladığı o anda, yalnızca değerli bir köpeğe duyulan yumuşak bir
sevecenlikle, mersault ona gülümseyerek "merhaba görüntü" derdi.
mutlu ölüm / albert camus
mutlu ölüm / albert camus
Oğuz Atay - Eylembilim
Bir
insan özellikle benim gibi bir insan ne zaman yazmaya başlar? Daha
doğrusu, ne zaman onun için yaşadıkları, hissettikleri, düşündükleri
artık ifade etmekten kaçınamayacağı bir yoğunluğa ulaşır? Bilmiyorum,
insan kendisi için böyle bir durumda olduğunu söyleyebilir mi?
Bilmiyorum. Büyük bir acı, belki bir aşk, belki de çok başka bir
sarsıntı sonucu insan kendini önemli bir kararın öncesinde; belirsiz de
olsa, yaklaşan bir değişimin huzursuzluğu içinde bulabilir. Korkulu bir
bekleyiştir bu: insan bu bilinmeyen sarsıntının yaklaştığını hissedince
bir süre ne yapacağını bilemez. Sonra bütün gücüyle, belki de daha önce
hiç hayalinden geçirmediği girişimlere atılır -daha doğrusu kendini daha
önce düşünmeye bile cesaret edemeyeceği bir eylemin içinde bulur.
Bir
eylemin içinde bulur... daha önce düşünmeye bile cesaret edemeyeceği
bir eylem... bir eylemin içinde nasıl bulur insan kendini? Hayalinden
bile geçirmediği bir eylemin içinde bulur mu kendini insan? Hayır böyle
bir şey olamaz. Hiç olmazsa daha önce tasarladığı, ya da hayal gücünü
aşmayan bir durumda insan akıl ve ruh gücünü koruyabilir. İnsan...
insan... kim bu insan?
Oğuz Atay
Eylembilim
2 Nisan 2012 Pazartesi
Televizyonla Yetişmek - Hasan H. Taylan
Televizyon Etkileri
Bir çok hanede artık birden çok televizyon bulunmaktadır.
2009 yılında yayınlanan Radyo ve Televizyon Kurulu’nun Televizyon İzleme
Eğitimleri -2 raporuna göre, Türkiye’de evinde en az 1 televizyon bulunduran
hane sayısı yüzde 54, 2 adet TV bulunduran hane oranı yüzde 36 ve 3 ve üzerinde
TV bulunduran hane sayısı oranı ise yüzde 9 olarak bulgulanmıştır.
Televizyon sabahtan geceye kadar açık duran bir aygıt
olduğuna göre televizyonla doğup büyüyen çocukların televizyonun dünyasının
değerlerini, davranış örüntülerini algılamamaları olanaksız olduğu gibi, o
pencereden esen rüzgara kapılmamaları da mümkün görünmemektedir
Televizyon ve Şiddet İlişkisi Sorunu
Televizyon izlemek ve saldırganlık/şiddet ilişkisi
üzerinde yapılan araştırmalar; şiddet görüntülerinin doğrudan davranışta
şiddete yol açtığını söylememektedir. Televizyon, toplumsal öğrenme
araçlarından yalnızca bir tanesidir. Öğrenilen bilginin eyleme geçirilmesi için
uygun ve ödüllendirici koşullarının varlığı gerekmektedir.
2 yaşından 18 yaşına gelene kadar gençlerin yaklaşık 16
yıl ortalama en az 3 saat televizyon seyrettiği düşünüldüğünde, neredeyse
17.000 saat televizyon izlemektedirler. Nu sere zarfında da binlerce kez şiddet
sahnesine maruz kalmış bulunmaktadırlar. Morgan’a göre çocuk ya da gençler, bir
yıl içinde televizyonda yaklaşık 10.000 şiddet eylemi görmekte; yüksek okul
mezunu olana kadar bir genç, yaklaşık 40.000 cinayet/adam öldürme olayına tanık
olmaktadır.
Türkiye’de, televizyonda çocukların en çok seyrettikleri
saatlerde gösterilen filmlerdeki şiddet düzeyini araştıran bir çalışmada, beş
özel televizyon kanalında, hafta içi 16.00-21.30 ve hafta sonu 09.00-21.30
saatleri arasında yayınlanan 80 filmden, toplam 5 bin 600 saniyenin izlenmesi
sonucunda, bu filmlerdeki şiddet oranının yüzde 33.1 olduğu,toplam sürenin
yüzde 13.8’ini fiziksel şiddetin (vurma, yaralama, öldürme), yüzde 10.9’unu
sözel şiddetin, yüzde 8.4’ünü ise psikolojik şiddetin oluşturduğunu
belirlenmiştir.(Ömer Özer, Yetiştirme Kuramı: Televizyonun Kültürel
işlevlerinin İncelenmesi, 2005)
Televizyon Şiddetinin Etkileri
- medyadaki şiddet tasvirlerine maruz kalmak, izleyicilerde şartlı refleksin yitimi aracılığıyla saldırganlığa yol açabilir.
- medyadaki şiddete maruz kalmak ani korkuya neden olabilir.
- medyadaki şiddete maruz kalmak, duyarsızlaşmaya yol açabilir.
- medya şiddetine maruz kalma ile kişinin yaşamındaki saldırganlık ilişkilidir.
- medya şiddeti ile toplumdaki şiddeti artırması bağlamında toplumdaki şiddet arasında ilişki vardır.
- uzun süre çok fazla şiddet gösterimine maruz kalan kişiler, kendilerini kurban olarak görme olasılıklarını abartırlar.
- uzun süre çok fazla şiddet gösterilerine maruz kalan kişiler, şiddeti daha fazla kabullenirler/kanıksarlar.
- televizyon şiddetine maruz kalmak, izleyicileri daha saldırgan ya da daha şiddetli davranmasına neden olur.
- televizyon şiddetine maruz kalmak, izleticilerine şiddete karşı duyarsızlaşmasına neden olur.
Televizyonun toplumsal –
Kültürel Rolü
Televizyon programlarında saat başı beş
şiddet eylemi ve bütün televizyon programlarının yüzde 70’inde şiddet vardır.
Daha da şaşırtıcı olanıysa, çocuk programlarında saat başı 20 şiddet eylemi
mevcuttur.
31 Mart 2012 Cumartesi
YEVGENI YEVTUŞENKO - NÂZIM'IN YÜREĞİ
Usanınca gerçeklerin yalanından, kaygan, yüzsüz baskıdan, tunç Nâzım'ı anımsarım ve sesini biraz hançerimsi : "Merhaba kardaşım... Ne o, neden yüzün asık öyle Boş ver! Yoksa şiir mi takıldı bir yerde? Gel, birlikte bitirelim. Paran mı yok? Bakarız bir çaresine, dert değil. Kız mı? Aldırma bulunur..." Oysa asıl kendisinde var bir şey, içini kemiren yüz çizgilerinden dehşetle akan : "Hepsi iyi de, şu yürek ağrısı... Adam sen de ağrıyadursun, yaşıyoruz ya..." Kimisi için şiir bir roldür, Kimisine bir dükkân, kazançtır. Onun içinse ağrıdır şiir, rol değil. Nâzım'ın yüreği de ağrıdı durdu işte. Üzerine titreyen doktoru bir gün, hani pek de güvenemiyerek, tenbih etmişti bana : "Bakın" demişti, "Keskin konulardan kaçının ki ağrımasın Nâzım'ın yüreği..." Hey gidi doktor... Hastanız gitti. Yaramadı çabalarınız. Yüreğiyse onun gizli gizli çarparak sürdürdü ağrısını ölümünden sonra da. İçimdeki acı için ağrıyor, Türkler için, Ruslar için ağrıyor, kendisi gibi mapusta özgür olanlar için özgürlükte mapus gibiler için ağrıyor. Hapisane acılarıyla yanan o yürek - ölümden sonra bile - dinlemiyor doktorları, korkak olduğumuz zaman ağrıyor. neme gerek dersek ağrıyor. onun gibi açık yürekle : "Merhaba kardaşım..." diyemezsek ağrıyor... Varsın ağrısın hepsi için yüreklerimiz, tek ağrımasın Nâzım'ın yüreği.
YEVGENI YEVTUŞENKO
YEVGENI YEVTUŞENKO - GENÇLERE YALAN SÖYLEMEK YANLIŞTIR
GENÇLERE YALAN SÖYLEMEK YANLIŞTIR
Gençlere yalan söylemek yanlıştır
Yalanların doğru olduğunu göstermek yanlıştır.
Tanrı’nın gökyüzünde oturduğunu ve yeryüzünde
işlerin yolunda gittiğini söylemek yanlıştır.
Gençler anlar ne demek istediğiniz. Gençler halktır.
Güçlüklerin sayısız olduğunu söyleyin onlara,
yalnız gelecek günleri değil, bırakın da
yaşadıkları günleri de açıkça görsünler.
Engeller vardır deyin, kötülükler vardır.
Varsa var, ne yapalım. Mutlu olamazlar ki
değerini bilmeyenler mutluluğun.
Rastladığınız kusurları bağışlamayın,
tekrarlanırlar sonra, çoğalırlar,
ve ilerde çocuklarımız, öğrencilerimiz
bağışladık diye o kusurları, bizi bağışlamazlar.
YEVGENI YEVTUŞENKO
YEVGENI YEVTUŞENKO - ÖNDEYİŞ
ÖNDEYİŞ
Bambaşka bir insanım ben,
hem çalışkan
hem tembelim,
bir amacım var ama amaçsızım yine de!
Elim her işe yatmaz öyle,
beceriksizim,
utangacım, kabayım,
hem kötüyüm
hem iyiyim.
Kutuplar birleşir içimde
Doğu’dan Batı’ya kadar,
kıskançlıktan sevince kadar.
Bilirim, böylesi sevilmez insanım,
ama asıl değerli olan
bana kalırsa kutuplardır!
Saman yüklü bir kamyon gibi
yüklüyüm ben de.
Sesler arasında uçarım,
dallar arasında uçarım,
gözlerim kelebeklerle dolu,
samanlar taşar her yanımdan.
Bütün canlıları selamlarım!
Tutkuluyum, ateşliyim, coşkunum!
Sınırlar dikilmiş önüme;
bilmiyorum Buenos Aires’i, New York’u
bilmek isterim;
Londra sokaklarında gezmek
ve kırık dökük İngilizcemle
canım kimi çekerse
onunla konuşmak isterim.
Çocuklar gibi asılıp bir tramvaya
dolaşmak isterim sabahları Paris’te.
Sanatın da, benim gibi,
çeşitli yanları olsun isterim;
yorsa da beni sanat,
canımı çıkarsa da,
kuşatılmış olmak isterim sanatla.
Her şeyde kendimi görürüm biraz;
yakınlık duyarım Yesenin’e,
Walt Whitman’a,
Bütün çalgıları avucunda tutan
Moussorgski’ye,
Ve el değmemiş çizgisini götüren Gauguin’e.
Kayak yapmayı severim kış gelince,
uykusuz gecelerde şiir yazarım;
sevmediklerimle alay etmeyi
ve tutup bir kadıncağızı
derenin bir kıyısındaa öteki kıyısına
geçirmeyi
severim.
Kitaplara dalarım, çalı çırpı taşırım;
umutsuzluğa kaptırırım kendimi bazen,
ne istediğimi bilmez olurum.
Ağustos’un kavurucu sıcağında
buz gibi bir karpuz dilimini
kemirmek hoşuma gider.
Ölüm aklıma bile gelmez,
şarkı söylerim, içki içerim,
kollarımı açıp çimenlere uzanırım,
bu koskoca dünyada bir gün ölürsem
dünyanın en mutlusu olarak öleceğim. (1957)
YEVGENI YEVTUŞENKO
Kar Musikileri
Bin yıldan uzun bir gecenin bestesidir bu
Bin yıl sürecek zannedilen kar sesidir bu
Bir kuytu manastırda dualar gibi gamlı
Yüzlerce ağızdan koro halinde devamlı
Bir Erganun ahengi yayılmakta derinden
Duydumsa da zevk almadım İslav kederinden…
Zihnim bu şehirden, bu devirden çok uzakta
Tanburi Cemil Bey çalıyor eski plakta…
Birden bire mesudum işitmek hevesiyle
Gönlüm doldu İstanbul’un en özlü sesiyle.
Sandım ki uzaklaştı yağan kar ve karanlık
Uykumda bütün bir gece körfezdeyim artık.
Yahya Kemal Beyatlı
Tanburi Cemil Bey
28 Mart 2012 Çarşamba
Nazım Hikmet İçin - Louis Aragon
hayır, olmaz,
yazamam, rica ederim, şimdi olmaz.. bırakın benim için bütünüyle ölsün,
yoksa daha önce, hapishanenin, hastalığın, yaşlanmanın etkileyemediği
bu altmışlık delikanlı, bu sarışın boğa taptaze içimde yaşadığı sürece
yazamam.. şimdi olmaz.. daha sonra.. söz veriyorum, yazacağım, hem de bu
dergide, daha başka bir konuda: ölümünden değil, yaşamından söz
edeceğim.. paskalyanın yedinci günü, cumartesi sabahı dinlenmeye
giderken aldığım ‘znamia’ gergisinin son sayısını da götürmüştüm
yanımda, dergide ‘nazım’ın ‘yaşamak güzel şey be kardeşim’ adlı
romanının son bölümü vardı.. yortu boyunca herkes onun değil, ‘papa
xxııı. jean’ın ölümünü bekliyordu.. her saat, radyoların başında.. ve
pazartesi sabahı papa hâlâ yaşıyordu.. ‘nazım’a gelince, hiçbir şey bizi
uyarmamıştı, can çekişmedi, bir merdiveni çıkarken, ayakta, ansızın
göçüverdi.. yaşarken öldü.. bir ağaç gibi devrildi.. bırakın da benim
için gerçekten ölsün.. o zaman yazarım derginize, uzun uzun, benim için,
başkaları için ne anlam taşıdığını yazarım, belki gelecek ay, yaza
kadar, temmuza kadar izin verin bana, o’na pek yakışan temmuza kadar
izin verin.. bundan on sekiz yıl önce hapishanede, büyük türk gizemcisi
‘mevlânâ celaleddin’ ya da iranlı ‘ömer hayyam’ gibi yazdığı şu
dörtlüğün bir falcılık olmaktan çıktığını anlayacak kadar zaman bırakın
bana :
‘paydos..’ – diyecek bize bir gün tabiat anamız,-
gülmek, ağlamak bitti çocuğum…
ve tekrar uçsuz bucaksız başlayacak:
görmeyen, konuşmayan, düşünmeyen hayat…’
yortunun
pazartesi günü, sabah, onun düşmesinden topu topu bir iki saat sonra,
bir telefon.. ‘nazım..’ ey ölüm, ne de hızlı gidiyorsun günümüzde! iki
saat bile geçmeden, bütün avrupa’yı geçmiş, beni aramışsın..
‘yveslineler’de bulmuş, yüreğime işlemiştin, telefonla gelen,
görülmeyen, düşünülmeyen, henüz bir sözcükten, bir adıldan başka şey
olmayan ölüm, ve ben hayır diyorum, ‘nazım’ olamaz.. evet.. o.. ‘nazım’…
başkası değil, ta kendisi.. bütün insanlar gibi, o da.. ve şiirindeki
bir çocuğu anımsadım:
‘recep, damdan düşer gibi karıştı söze:
harbe girdiğin zaman, bir gavur öldürüp
bir yudum içersen kanını
korkun kalmazmış..’
ben onun
kanından bir damla bile içmeyeceğim.. konuşmayan.. uçsuz bucaksız
hayat.. ‘nazım’, senden bana ilk kez 1934’te söz ettiler, sen
hapisteydin, o zaman bir şeyler yazabildim.. dostluğumuz otuz yıl bile
sürmeyecekti.. ne de az, otuz yıl.. 1950’de bizler, türk halkı ve
dünyanın dört bir yanındaki ozanlar seni hapisten kurtardığımız zaman,
bir on dört temmuz günü, dosdoğru yaşamın içine daldın.. ama bu yıl,
sabırsızlığından, temmuzu bekleyemedin.. demir parmaklık dışında on üç
yıl, ya da ona yakın bir şey, kırk sekizinden altmış birine dek, güzel
bir yaşam.. on üç yıl, hatırı sayılır bir şey.. hapishane dışında öldün,
bu da bir şey.. ama öldün.. bu düşünceye alıştıracağız kendimizi..
‘insan manzaraları’nı sensiz kafamızda canlandırmaya çalışacağız… senin
deyişinle, manzarayı, ‘şu uçsuz bucaksız hayat’ı ağacın biri olmadan
tasarlamaya uğraşacağız.. (6 haziran 1963..)
LOUIS ARAGON..
‘BİR SÜREKLİ İLKBAHAR..’ , LOUIS ARAGON, Çeviri: BERTAN ONARAN, PAYEL Yayınları, Mart 1999, 112 Sayfa..
24 Mart 2012 Cumartesi
Cem Karaca - Gazel
Nazım Hikmet İçin
Orda bir mezar var uzakta
O mezar da bir can
yatar
Hasretten kefen bürünmüş
Mısralardan bir can yatar
Orda bir mezar var uzakta
Gözleri maviymiş derler
Kalemi kanına banmış
Öyle yazmış bir can yatar
Ah olaydık olaydık
Dallı budaklı olaydık
Başucunda istediğin
O ağaç biz olaydık
İlkin İlk İlkliği
XI
Yapayalnızım
Yapayalnızsın
Yapayalnız zaten herkes
Peki niye? Deme…
Değil mi ki suretiyiz
Dünyada tanrının
Tanrı da yalnız
Ben de
Sen de
Yalnız doğarken
İki canız
Kendimiz ve anamız
Varsa eğer ikimiz üçümüz altımız
Ölürken yalnız bırakır anamız
Peki niye? Deme…
Değil mi suretiyiz
Dünyada tanrının
Tanrı da yalnız
Sen de
Ben de
18 Mart 2012 Pazar
Cahit Sıtkı Tarancı - Desem ki
Desem ki vakitlerden bir Nisan akşamıdır,
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
Rüzgârların en ferahlatıcısı senden esiyor,
Sende seyrediyorum denizlerin en mavisini,
Ormanların en kuytusunu sende gezmekteyim,
Senden kopardım çiçeklerin en solmazını,
Toprakların en bereketlisini sende sürdüm,
Sende tattım yemişlerin cümlesini.
Desem ki sen benim için,
Hava kadar lazım,
Ekmek kadar mübarek,
Su gibi aziz bir şeysin;
Nimettensin, nimettensin!
Desem ki...
İnan bana sevgilim inan,
Evimde şenliksin, bahçemde bahar;
Ve soframda en eski şarap.
Ben sende yaşıyorum,
Sen bende hüküm sürmektesin.
Bırak ben söyleyeyim güzelliğini,
Rüzgârlarla, nehirlerle, kuşlarla beraber.
Günlerden sonra bir gün,
Şayet sesimi farkedemezsen,
Rüzgârların, nehirlerin, kuşların sesinden,
Bil ki ölmüşüm.
Fakat yine üzülme, müsterih ol;
Kabirde böceklere ezberletirim güzelliğini,
Ve neden sonra
Tekrar duyduğun gün sesimi gökkubbede,
Hatırla ki mahşer günüdür
Ortalığa düşmüşüm seni arıyorum.
Cahit Sıtkı Tarancı
15 Mart 2012 Perşembe
YALNIZ TAŞLAR AĞLAMIYOR BURDA
SAVAŞ ANNELERİ
Baktıkça savaşın korkunçluğuna
Her yeni kurban alışında bir çarpışmanın
Ne dostlardır acıdığım, ne asker dulları,
Ne de kendisi ölen kahramanın…
Ah, kadın bulur bir avuntu gönlüne,
Ve en iyi dost unutur dostunu;
Yapayalnız bir yürek var ki bir yerde ama,
Unutmaz girinceye dek mezara!
Biz ikiyüzlülerin günlük işleri
Ve onca bayağı, sıradan şeyler arasında
Baktım göz ucuyla şu dünyada birilerinin
Yürekten süzülen kutsal gözyaşlarına
Gözyaşlarına yoksul annelerin!
Yer yok yüreklerinde onların unutmaya
Ölen çocuklarını kanlı topraklarda,
Suya sarkan dalları sanki salkımsöğütlerin
Hep eğik başları, hep aşağıda… (1855)
ÇOCUKLARIN AĞIDI
Kardeşler, dinlerken lanetlerini umursamadan
Yaşam kavgasında tükenip giden insanların,
Acaba duyuyor musunuz onların ardından
Sessiz gözyaşlarını ve acısını çocukların?
‘Mutlu yaşar her canlı
Pırıltılı yıllarını çocukluğun,
Alır çılgınca yaşanan çocukluktan
Alır oyunların, sevinçlerin haracını.
Ama kısmet değil bize kırlarda,
Altın rengi ovalarda koşup oynamak:
Çeviriyoruz, çeviriyoruz, çeviriyoruz fabrikalarda
Çarkları sabahtan akşama dek!
Döküm çark dönüyor,
Çark uğunuyor, ve bir rüzgâr kopuyor hızından,
Baş alevler içinde, baş dönüyor,
Ve yürek çarpıyor, çevredeki her şey dönüyor:
Gözlük camlarının üzerinden bizi gözetleyen
Kırmızı burnu acımasız ihtiyar kadının,
Duvarlarda gezinen sinekler,
Duvarlar, pencereler, kapılar, tavanlar,
Giderek daha hızlı dönüyor! Başlıyoruz çıldırasıya,
Avazımız çıktığınca bağırmaya:
- Ey korkunç dönüş, biraz dur!
Fırsat ver zayıf belleğimizi toparlamaya!
Ağlamak da yararsız, dua etmek de
Çark durmuyor, çark acımıyor:
Lanet şey dönüyor- gebersen de,
Gebersen de vınlıyor, vınlıyor, vınlıyor!
Bu kölelik içinde, bitkin,
Sevinmek, hoplayıp zıplamak nerde!
Şimdi deseler ki hadi kırlara çıkın,
Çıkar uyurduk serilip çimenlere.
Ama dönmemiz gerek hemen eve,
Ne diye gidiyoruz ki sanki oraya?..
Tatlı geliyor evde avunmak bize:
Oysa keder ve yoksulluktur karşılayan bizi eşikte!
Orda, yorgun başı yaslayıp
Solgun annenin göğsüne,
Dağlıyoruz yüreğini zavallının
Sarsıla sarsıla ağlayarak hem ona, hem kendine..’ (1860)
NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV
‘YALNIZ TAŞLAR
AĞLAMIYOR BURDA..’ NİKOLAY ALEKSEYEVİÇ NEKRASOV, Çeviri: ARİF
BERBEROĞLU, EVRENSEL BASIM YAYIN, Eylül 2008, 96 Sayfa..
13 Mart 2012 Salı
Toza Sor Kitabı Önsözü – Charles Bukowski
Aç, ayyaş ve yazar olmaya çalışan genç bir adamdım. daha çok los angeles
halk kütüphanesi’nde okurdum ve okuduklarım ne benimle, ne sokaklarla ne de
etrafımdaki insanlarla bağdaşıyordu. herkes sözcük oyunları peşindeydi sanki,
süslü cümleler kurup, hiçbir şey söylemeyen yazarlar mükemmel addediliyordu.
yazıları, beceri, kurnazlık ve biçim karışımıydı ve öğretiliyor, özümseniyor ve
okunuyorlardı. herkesin işine gelen bir tertiple, çok düz ve kurnaz bir dünya
kültürü ile karşı karşıyaydık. biraz kumar ve tutku bulabilmek için devrim
öncesi rus yazarlarına gitmek gerekiyordu. istisnalar vardı; ama sayıları o
kadar azdı ki, bir süre sonra onlar da tükeniyor, kendini raflar dolusu can
sıkıcı kitaba bakarken buluyordun. geçmiş yüzyılların edebiyatına ve bütün
olanaklarına rağmen çağdaş yazarlar iyi değillerdi.
raflardan çekip göz attıktan sonra yerine koyduğum kitapların sayısı bini
geçer. neden kimse bir şey söylemiyordu? neden kimse haykırmıyordu?
kütüphanenin başka odalarını da denedim. din kitaplarının bulunduğu oda
devasa bir bataklıktı- benim için. felsefeye girdim. beni bir süre için
neşelendiren iki sert alman buldum, sonra o da bitti. matematik denedim ama
yüksek matematik dinden farksızdı; üstümden kayıp gidiyordu. aradığım mevcut
değildi sanki.
jeoloji denedim; bir süre ilgimi çekti ama çok sürmedi.
cerrahi üstüne bir kaç kitap buldum sevdim; sözcükler yeni, çizimler harikuladeydi.
orta kolon ameliyatını özellikle sevmiş, ezberlemiştim.
sonra cerrahiden de sıkılıp romancı ve öykücülerin bulunduğu büyük odaya
döndüm. (yeterince ucuz şarabım varsa kütüphaneye gitmezdim. kütüphane içecek
ve yiyecek bir şeyin olmadığı ve ev sahibinin kira yüzünden peşinde olduğu
zamanlarda gidilecek yerdi. kütüphanede tuvalet ihtiyaçlarını giderebiliyordun
hiç olmazsa.) kitapların üstünde kestiren berduşlar eksik olmazdı kütüphanede.
büyük odada gezinmeye, raflardan aldığım kitaplardan bir kaç satır ya da bir
kaç sayfa okumaya devam ettim.
derken bir gün, bir kitap çektim, açtım ve kalakaldım. bir kaç paragraf
okudum. sonra çöplükte altın bulmuş gibi kitabı masaya götürdüm. cümleler
sayfada yuvarlanıyorlardı, kayıyorlardı. her cümlenin kendine özgü enerjisi
vardı. cümlelerin özü sayfaya bir biçim veriyordu; sayfaya oyulmuşlardı sanki.
duygusallıktan korkmayan birini bulmuştum sonunda. mizah ve acı olağanüstü bir
kolaylıkla iç içe geçmişti. o kitabın ilk sayfaları benim için çılgın bir
mucizeydi.
kütüphane kartım vardı. kitabı alıp odama götürdüm, yatağıma uzandım,
okumaya başladım ve çok geçmeden farklı bir üslup geliştirmiş biri ile karşı
karşıya olduğumu biliyordum. kitabın adı toza sor, yazarı ise john fante idi.
fante’nin, yazarlığıma ömür boyu sürecek bir etkisi olacaktı. toza sor’u
bitirdim ve kütüphaneye gidip diğer kitaplarını aradım. iki tane buldum. dago
kırmızı ve bahara dek bekle, bandini. aynı üslupla yazılmışlardı; kolayca ve
yürekten.
evet, fante beni çok etkiledi. o kitapları okuduktan kısa bir süre sonra bir
kadınla yaşamaya başlamıştım. benden daha ayyaştı ve korkunç kavgalar ederdik.
bazen ona, “bana orospu çocuğu deme! bandini’yim ben, arturo bandini!” diye
bağırırdım.
fante benim tanrı’mdı ve tanrıların rahatsız edilemeyeceğini, kapılarının
çalınmayacağını biliyordum. ama angel’s flight’ın neresinde oturduğunu tahmin
etmeye çalışır, hala orada yaşadığını düşlemeyi severdim. hemen her gün oradan
geçerdim. camilla’nın tırmandığı pencere bu muydu? lobi bu mu? hiçbir zaman
emin olamadım.
39 yıl sonra toza sor’u bir daha okudum. fante’nin bütün kitapları bu gün de
tazeliğini koruyor. ama benim favorim toza sor, çünkü sihri keşfettiğim ilk
kitaptı. dago kırmızı ve bahara dek bekle, bandini’den başka kitapları da var
fante’nin. hayat dolu ve üzümün kardeşliği. şu anda fante, bunker hill düşü
adlı yeni bir roman yazıyor.
fante’yi nihayet bu sene, çok farklı koşullarda tanıdım. fante’nin öyküsü bu
kadarla kalmıyor. şanssızlık, bahtsızlık ve ender bulunur bir cesaretin
öyküsüdür onunki. bir gün anlatılacaktır, ama burada anlatmamı istemediğini
hissediyorum. ama şu kadarını söyleyeyim; sözü nasıl yazdıysa, hayatı da öyle
yaşadı; güçlü, iyi ve yürekten.
yeter, şimdi kitap sizin.
Charles Bukowski
6/5/1979
6/5/1979
Pis Moruk İtiraf Ediyor
Seni sevmek dondurucu bir havada
bir çift eldiven giymek kadar kolay.
Sizi hayal kırıklığına
uğratacağımdan eminim, ama ben hep böyleyim.
İhanet… devrimin yanlış
tarafından olmaktan ibarettir.
Kadınlar da ne tuhaftı…
Yaşlanmaları. Kasvet vericiydi, gerçekten kasvet vericiydi.
Müziksiz o kadar … zor ki.
Şahine ya da kıçının yalpasına
ceza yok, canım –insanlığın kaderine de herhangi bir ceza yok…
Sanat’ı fethetmeye yetecek kadar
fazla hayat yok insanın içinde.
Hasta değilim ama ölüyorum.
İhtiyar, her şey zaman kaybından
başka bir şey değildi. Değil mi?
İnsanoğlunun en büyük başarısı
ölebilme ve bunu dikkate almama yeteneği olsa gerek.
Siz bana nehirlerden ve
yağmurlardan bahsedin, ben size uyuşturucu ve ıstırap bağımlısı sıska bedenleri
anlatayım, kadınsız ve işsiz ve ülkesiz verilenden daha iyi bir yaşam hayal
ederek, akortsuz piyanolar çalan eşcinsellerden geçilmeyen barlarda ve bok
suratlı kasa sahipleri ıslık çalar ölü parayla.
Hiçbir şeyin bedeline inanmam
ben. Hayalperestim. Acı çekmeden sahip olmaya inanırım. Gerçekçi değilim.
Omurgam zayıf, sıkılmaktan ve çabalamaktan nefret ederim. Handel’in Samson
unvertürünü dinlemeyi yeğlerim.
Bir kerede ölmeyiz genellikle,
parça parça ölürüz.
Kadınlar da her şeyin bir
parçası gibiydiler; kendilerine bir değer biçiyorlar ve bedelini talep
ediyorlardı, fakat aklıselimden ve sahip olduğum ruhtan yola çıkarak
ederlerinin çok fazlasını istedikleri sonucuna varmıştım.
Bu yaşam sisteminden çaldığım
her gün bir zaferdi benim için.
Taş kafalı deyin bana isterseniz,
kültürsüz deyin, ayyaş, ne isterseniz deyin. Dünya beni biçimlendirdi ve ben
elimden geleni biçimlendirdim.
Bir şair bir saniyeden daha
fazla hayatta kalmak istiyorsa, mesleğiyle, kamışıyla ve egosuyla çok dikkatli
olmak zorundadır.
Ölüleri bulmak kolay –her
yerdeler; zor olan canlıyı bulmak. Kaldırımda yürürken yanınızdan geçen ilk
insana dikkat edin –gözlerinin feri sönmüştür; yürüyüşleri kaba, tuhaf,
çirkindir; saçları bile hastalıklı bir biçimde uzamıştır.
Üniversitenin bir yararı
olmayacaktır çünkü ölümün doğal tarihinin bir parçasıdır.
Sanat’ta yeni arayışlara karşı
değilim, fakat yaratma yeteneğinden yoksun adamlar tarafından keriz yerine
konmaya karşıyım.
Ölülerin canlı bir şey görmeye
tahammülleri yoktur.
Bazı adamlar halkın skandal merakını
kışkırtır, oysa halkın büyük kısmı adamın yazarlığıyla değil, sadece ne
yaptığıyla, nasıl yaptığıyla, göğsünün kıllarıyla, bir fahişe uğruna kulağını
kesmesiyle, geminin kıç tarafından pervaneye atlayıp intihar etmesiyle,
eşcinselliğiyle falan ilgilenir; ne yarattıklarını boş ver,halk kıçlarının
kıllarını görmek ister, seviştikleri yatağı, ilaç dolaplarını, kirli
çamaşırlarını.
Her zaman gidenin yerini dolduracak birileri bulunur. Bir başka adam
gibi adam. Bir başka Van Gogh. Ya daArtaud. Ya da Celine. Ya da Genet hatta.
İçelim eğlenelim!
Bir polis yanıma yaklaştığında
ben kendimi hep suçlu hissederim, çünkü o suçlu olduğumu hissetmek üzere
eğitilmiştir.
Zarar veren insanla zarar
vermeyen insan arasındaki fark çok küçüktür.
‘’Daha iyi bir dünyada yaşayacaksak (kim daha iyi
bir dünya istemeyecek kadar sofistike olabilir ki?) gereksiz acının
ortadan kaldırılması iyi bir başlangıç olurdu. Güldüreyim mi sizi biraz? Polis memurları sarhoşlara nasıl davranmalı
bence, biliyor musunuz? Onları hapse değil de evlerine götürmeli. Sarhoşları
yataklarına yatırıp üstlerini örtmeli, gerekirse onlara bir bardak su vermeli.
Saçma mı? Neden? Biraz anlayış göstermenin nesi saçma? Ben vergimi hizmet almak
için ödüyorum, taciz edilmek için değil.
Yaratıcı sanatçı tarih boyunca
bürokratlar ve bizatihi halk tarafından sürekli tacize uğramıştır. –Van Gogh
penceresine taş atan çocuklar tarafından yuhalanmıştır. Penceresi olduğunu
şükretsin. Hemingway bir çiftesi olduğuna şükretsin. Ben şu anda daktilom
olduğuna şükrediyorum.
Lütfen beni sizi anlamaya
zorlamaya itmeyin. Başka işle meşgulüm.
Her insan bir ad ve yoldu, fakat
ne kadar büyük ziyandı kimileri.
Sahip olduğunuz her şey bir
bavula sığmalı; o zaman zihniniz özgür olabilir.
Dünya korku üzerine işler.
Cehennem her yerde fink atar.
Bir dahi türü var ki, çok sıkıcı
olabilir. Hatta, dahilerin çoğu sıkıcıdır, sanatlarına patlamaya hazır oluncaya
dek.
Gerçeğin kendisi ciddi olmaktan
çok gülünçtür.
Sıra sıra dairelerden oluşmuş
bir cezaevinde yaşıyorum. Özel bir tür buradaki insanlar. Her gün halılarını
elektrikli süpürgeyle süpürürler ve bulaşıkları yıkamadan asla yatmazlar.
Kalabalığın içinde bir et
parçası olarak hissediyorum kendimi.
Yalnızlık çekmek birilerine ihtiyaç
duymak demek.
O kadar nefret ediyoruz ki
birbirimizden, bu bir meşguliyet bizim için.
Yapacak başka bir şey
olmadığında memnuniyetsiz davranmaktan daha memnuniyet verici bir şey yoktur ve
genellikle yok yapacak başka bir şey.
Bir şeyleri gizlediğin zaman
onlarda boğulursun.
Herkeste çok fazla gördüğüm bir şey varsa o da burukluk.
Korkunç bir şey herkesin er ya da geç buruklaşması. Kasvet verici, çok kasvet
verici…
Hastaneler, ki Merhamet Evleri olmaları gerekir, ticari
kurumlardı.
Nietzsche değil miydi kendisine Şairler sorulduğunda, ‘’
Şairler mi? Çok fazla yalan söylüyor Şairler,’’ diye yanıt veren.
Hayatta asıl iki önemli şey, unutmamak gerekir ki, acıdan
kaçmak ve geceleri iyi uyumaktır. Öyle değil mi?
İnsanlar çeşitli nefretler barındırırlar, hayatları
umdukları gibi gitmez ve otobanlar bu insanlar için öfkelerini atıp
rahatladıkları yerlerdir.
Kişisel tanrımın üzerine fırlattım kendimi: YALNIZLIK.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)